19 Ocak 2010 Salı

Türkiye – İsrail İlişkileri: Fırsatı Kaçırmamak

Ortadoğu coğrafyasında etki alanı olan iki önemli ülke, İsrail ve Türkiye, son dönemde iplerin son noktaya kadar gerildiği ilişki sürecindeler. Ortadoğu'nun onlarca yıllık istikrarsızlığı ve bu istikrasızlık içerisindeki Arap – İsrail uyuşmazlığının yanına bir de Türkiye – İsrail anlaşmazlığı eklendiğinde Ortadoğu'ya barış nasıl gelecek? Son dönemde yaşanan gelişmeleri daha kötüye giden bir süreç olarak mı algılamak lazım yoksa aksine bu sürecin Ortadoğu barışına giden yolda ele geçirilen bir fırsat olarak mı düşünmeliyiz. Türkiye ile İsrail arasında Davos krizi önemli bir başlangıçtır. 21. yüzyıl dünyasında artık başınabuyruk bir İsrail'in olamayacağı anlaşılmalıdır. Karşiliklı bağımlılık kavramının daha sık kullanıldığı günümüzde, Ortadoğu'da artık sadece İsrail odaklı politikaların geliştirilemeyeceğinin idrak edildiği sürecin başlangıcı Davos'tur.

Geçtiğimiz günlerde yaşanan büyükelçi krizi de aslında halen daha Davos'u unutmamış olmak ve Davos'tan önceki bildiğini okuyan İsrail devletine özlem duymakla ilgilidir. Mutlaka her devlet başına buyruk hareket etmek ve milliyetçilik adı altında kendini dokunulmaz kılmak isteyecektir. Fakat dünyanın bizlere sunduğu bir gerçek var ki savaşlar artık kimseye bir şey kazandırmıyor. Ve bugün hiç kimse sivil insanların ölmesine, çocukların öldürülmesine kayıtsız kalamıyor. Dolayısıyla Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Davos'taki “one minute” çıkışı bugünün dünyasında anlam kazandığı gibi önüne geçilmez bir sürecin başlangıcına işaret ediyor. Bu süreç, İsrail'in dünyaya rest çekercesine hareket edemeyeceği, topraklarını işgal ettiği Filistinlileri eşit şartlar altında muhatap almak zorunda kalacağı süreçtir. Çünkü artık İsrail'e sadece Arap dünyası değil, stratejik müttefikleri bile sert tepkiler göstermektedir. Nitekim gelinen son süreçte yüzyıllar önce Avrupa'dan kovulan Yahudileri bağrına basmış Osmanlı Devleti'nin devamı Türkiye de, İsrail'in uluslararası hukuk tanımazlığına sessiz kalmamaktadır.

Türkiye'nin son dönem dış politika vizyonu noktasında Ortadoğu coğrafyasındaki sorunların çözümüne dair aktifliği ve çabalarının uluslararası kamuoyunda önem kazandığı bir süreçte, İsrail'in Suriye ile Golan Tepeleri ve Filistin ile ilgili sorunlarını çözmek konusunda Türkiye'ye ihtiyacı bulunmaktadır. Nitekim ABD Dışişleri Sözcüsü Philip Crowley de düzenlediği günlük basın brifinginde Türkiye ile İsrail arasındaki son gerginliği ABD`nin nasıl değerlendirdiğine dair bir soruya verdiği cevapta: “Türkiye ve İsrail`in, ABD`nin iki önemli müttefiki ve dostu olduğunu, Türkiye`nin Orta Doğu barışıyla ilgili konularda çalışarak, önemli bir aracı rolü oynadığını belirtirken, bu etkileşime, Türkiye`nin, bu konular üzerindeki çalışmalarında ülkelere yardım etme çabasına dair rolüne değer veriyoruz. Bunun devam etmesini bekliyorum" 1 diyerek Türkiye'nin Ortadoğu bölgesinde önemli bir aktör olduğunu vurgulamış ve bu durumu desteklediklerini beyan etmiştir. Türkiye'nin böylesi önem kazandığı bir durumda İsrail'in Türkiye ile ilişkilerde izlediği politikaların daha özenli ve stratejik olması gerekmektedir. Büyükelçinin küçük koltuğa oturtularak ve kendisinin eli sıkılmayarak verilmek istenen tepkinin yersizliği ve komikliği sonunda İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Türkiye'den özür dilemek zorunda kalmıştır. Türkiye'nin Davos ile başlayan süreçte izlediği tutarlı politika ve İsrail'e karşı sert tutumu Arap dünyasında büyük yankı uyandırırken, yalnızlaştığı uluslararası ortamda İsrail'in daha uzlaşıcı ve pragmatik tepkiler vermesi gerekmektedir. Türkiye'de yayımlanan dizilerin İsrail karşıtlığını körüklemek ve devlet eliyle yapıldığını iddia etmek üzerinden koltuk diplomasisi gibi komik bir tepki yoluna gidilmesi İsrail'e bir şey kazandırmadığı gibi İsrail'i küçük duruma düşürdüğü için bizzat Yahudi yazarlar tarafından da sert bir dille eleştirilmektedir.2

İsrail ile Türkiye ilişkilerinin geldiği nokta, İsrail'in Ortadoğu'da sınır komşusu olmasa bile en yakın müttefiki olan Türkiye'yi kaybetme riskini ortaya çıkarmıştır. Özellikle askeri anlamda işbirliğinin üst düzey olduğu iki ülke arasındaki gerilim, İsrail'in belki de dünyada şuan varolan en kırılgan koalisyon hükümetinden de kaynaklanmaktadır.3 Lieberman'ın dışişleri bakanlığı koltuğunda oturduğu İsrail'in Türkiye'ye karşı kızgınlık üzerine kurulu politikası, Lieberman ve partisine oy kazandırabileceği için dışişleri bakan yardımcısı son koltuk diplomasisi hareketini yapmış olabilir.4 Çünkü aynı dışişleri bakan yardımcısı özür diledikten hemen sonra yaptığı bir açıklamada “Türkiye'de İsrail karşıtı diziler çekilmeye devam ederse Türk Büyükelçiyi sınır dışı edebiliriz” şeklinde yeni bir çıkış gerçekleştirdi.5. Fakat İsrail Dışişleri Bakanlığı'nın anlamadığı husus, Ortadoğu'da Arap düşmanlığını ve tehdidini ve aynı zamanda İran tehdidini üzerinde hisseden İsrail'in, tek tutunacağı dalın Türkiye olduğudur. Ortadoğu'da barış gerçekleşecekse ve bu barış kalıcı olacaksa Suriye, Filistin ve İran'ın bu barışa inanması için Türkiye'nin rolüne ihtiyaç vardır. Ayrıca ne İran ne Suriye ne de Filistin, Türkiye'nin olmadığı bir barış sürecini kabul etmeyecekleri gibi, İsrail'in bu ülkelerle herhangi bir platformda buluşabilmesini sağlayacak tek ülke de Türkiye'dir. ABD'nin İran ile olan ihtilafı, daha önce denenen barış süreçlerinde ABD ve Fransa'nın etkisizliği göz önüne alındığında ve Gazze'ye giden son yardım konvoyunu Mısır'dan geçirmekte Türkiye Dışişleri'nin etkin rolü hesaplandığında tüm parametreler Türkiyesiz bir Ortadoğu göstermemektedir.
Sonuç olarak uluslararası ilişkiler literatüründe bağımlılıktan daha çok karşılıklı bağımlılığın hakim olduğu, dünyanın süper gücü konumundaki ABD'nin Ortadoğu'da istikrar ve barışı desteklediği günümüzde İsrail'in kendi başına buyruk hareket etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla İsrail'in 1967 savaşı ile başlayan altın çağı sona ermiştir.6 İsrail'in tek güvenebileceği ortağı Türkiye'yi kaybetmesi durumunda Ortadoğu'da tamamen yalnızlaşacağını ve Türkiye'nin Ortadoğu'da barışa katkı sağlayacak önemli bir aktör olduğunu hesaba katarak Türkiye ile ilişkilerine yön vermesi gerekmektedir. Ortadoğu'da yıllardır aranan barışın sağlanabilmesi için Ortadoğu coğrafyasındaki tüm sorun alanlarına muhatap olan tüm ülkelerin liberal çevrelerinin birbirleri ile buluşabilmesi gereklidir. Arap milliyetçiliği ve Yahudi milliyetçiliğinin Ortadoğu barışına herhangi bir katkı sağlamayacağı aşağıdaki iki karikatürden de anlaşılmaktadır.



Yukarıdaki karikatürlerin ilkinde İsrail medyasında en son Türk büyükelçisine uygulanan koltuk farkı diplomasisi anlatılırken, ikinci karikatürde ise Arap basınında İsrail'in Türkiye'den özür dilemesi bu şekilde gösterilmiştir. Her iki karikatürün de aşırı milliyetçi duyguları tatmin etmekten öteye gidemeyeceği ve sorunları çözmek konusunda mevcut engelleri büyüteceği aşikârdır. Dolayısıyla çözüme gidilecek yolda İsrailli liberallerin duruma el koyması gerekmektedir. Davos'un intikamını almak yerine neden Davos gibi bir çıkışın gerçekleştirildiği biraz düşünülür ve Yahudi toplumu ile ilişkileri en yüksek düzeyde olan Türkiye muhatap alınırsa, İsrail'in etrafında bir tehdit çemberi içinde yaşamaması sağlanabilir. Türkiye'nin Filistin içerisinde birlik hükümeti çağrıları, Filistin halkı nazarındaki güvenilirliği ve Suriye ile yüksek düzeyli işbirliği kavramı, İsrail'e sorunlarını çözme noktasında Türkiye üzerinden hareket alanı sağlamaktadır. Türkiye Müslüman kimliğe sahip olmakla birlikte dün halkı Hıristiyan olan Gürcistan'da yaşanan savaşa ilk insani yardım göndermiş olması, Sırbistan ile ilişkileri geliştirmesi, Rusya ve Ermenisan ile yaşanan gelişmeler ışığında tarafsız bir arabulucu kimliğine sahiptir.7 Osmanlı Devleti bünyesinde yüzyıllarca mutlu yaşayan Yahudilerin Türkiye'den başka güvenecek ve tutunacak dalı bulunmamaktadır. Önemli olan kızgınlık ile hareket ederek diplomasi kanallarını kapamak yerine, mevcut koşullar altında barışa giden ilk adımı atabilmektir. Halen daha illegal bir şekilde devam eden Filistin toprakları üzerindeki Yahudi yerleşimlerin durdurulması veya Suriye'nin toprağı olan Golan tepelerindeki İsrail askerlerinin geri çekilmesi iyi bir başlangıç olabilir.

Burak YALIM
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Yüksek Lisans

[2] http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&Date=18.01.2010&ArticleID=975146
[3] http://www.usakgundem.com/yazar/1397/İsrail-ve-türk-dizileri.html
[4] http://www.usakgundem.com/yazar/1397/İsrail-ve-türk-dizileri.html
[5] http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=941274&title=ayalon-diziler-surerse-elciyi-sinirdisi-ederiz
[6] http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&Date=14.01.2010&ArticleID=974431
[7] http://www.usakgundem.com/yazar/1301/türkiye-ab-ruhunu-doğu’ya-taşıyor.html

17 Ocak 2010 Pazar

Yeteneksizlik ve Kimlik Üzerine

Bu kez yazıyı times new roman ile yazmıyorum. Sır gıcıklık olsun diye 12 punto büyüklüğünü de değiştirdim bir numara küçülterek. Nedeni ise yok. Çünki bu ülkede gördüğüm birçok şey nedensiz yere yapılıyor veya ben nedenini anlamlandıramıyorum.

Yeteneksizsiniz Türkiye! Pardon yetenek sizsiniz şeklinde ayrı yazmam lazım hakaret olmasın değil mi? Bunun nedenini sorgulamak ne kadar saçma ise o program da o kadar saçma işte o kadar. Kusura bakmayın sevgili seyirciler ama bu kez sizi cezbedemeyeceğim, size çok kıymetli izleyiciler, telefon bağlantıları falan sunamayacağım ve maalesef Hülya Avşar ile Acun Ilıcalı yok bu kez. Çünki benim programım da gerçek yeteneksizslik var! Öyle kelime oyunu ile yetenekliymiş gibi gösteremeyeceğim sizi. İçine düştüğüm çukurda gerçek (realite) var ve o benim heryerimden tutmuş bırakmıyor. O nedenle siz de beni dinleyecekseniz (tutmaz böyle şeyler) mecbursunuz benim gerçekliğime. Klişedir gerçekler acıdır lafı ve klişedir acılığını bile bile üzerine gitmek. Niçin kıymetli popolarınızı güzelim koltuklara kilitliyorsunuz o televizyon makinasının başında? Yeteneksizliğimizi yani acı olanı görmek için değil mi, tebrik ediyorum hepinizi bir kere daha, bu kadarına pes doğrusu, kimliksizliğinizi bu kadar kolay kabul etmenizi geçtim, bunu bir de izleyebiliyorsunuz.

Bir kimlik, bir kimlik ve bir kimlik diye başlasaydı keşke Necip Fazıl üstad gençliğe hitabesine. Gençlik tarif ediyordu o kimliğe sahip olması gereken ama biz kimliği kaybetmişken gençliği nasıl bulacaktık? Yetenek Sizsiniz adlı program üniversiteleri geziyor, programa renk katmak içindir herhalde. Gençlik üzerine çeşitlemeler mi izlemek istiyorsunuz buyrun buradan yakın işte. Boru ile müzik yapmanın, kıç sallamanın ve abudik gubudik şeylerin yetenek sayıldığı Türkiyemizden gençlik manzaraları... Adamlar proje üretsinler biz izlemeye devam edelim televizyonlardan. Bunları herkes mi biliyor, biri bunu mu dedi? Bildiğinizi okumayın o zaman kardeşim. Bilmediğinizi çok okuyorsunuz ya zaten bildiklerinizi izlemeye devam edin! Türkiye'de genç potansiyel varmış ve Avrupa bu nedenle ihtiyaç duyacakmış, kimse kusura bakmasın ama böyle gençliği avrupa ne yapacak? Ha yaşlılarımız çok mu kıymetli diye sorsam orada da tıkanıklık yok değil. Gençliği böyle olan memleketi yaşlılar bu hale sokmuştur demek ne kadar kolaycılık ise gençliğe de tüm sorumluluğu yüklemek o kadar zordur. Bizde sorun bir önceki nesil bir sonraki nesil sorunu değil. Sorun kimlik sorunudur ve ben idrakidir!

Kimiz biz? Türk milletiyiz, İslam evladıyız, ortaya karışıkız falanız filanız... Yok kimlik bu değildir. Kimlik bir binadır ve temelinde kültür vardır. Bizim bina nerede ki temeli bulalım. Manas Destanı'nı biz uzunluğu ile biliriz, deriz ki manas destanı gibi giriş yaptın konuşmaya. Ergenekon falan filan zaten hukuk meselesi haline gelmiştir. Balkanlar dediğinde neresi canlanıyor kafanda? Kafkas İslam ordusu diye bir şey bilir misin? Bugün Filistin'deki adamın arazisinin ona ait olduğunu ispat etmek için girdiği arşiv neresi? Son padişah Vahidettin'in kabristanı nerede? Kuşçubaşı Eşref kimdir? Molla Hüsrev ile Molla Gürani kime ne öğretmiştir? Mevlana Celaleddin Rumi'nin en yakın ahbabı Şems-i Tebrizi nereden gelmiştir? Diyar-ı Rum neresidir? Şah İsmail ile Yavuz neden satranç oynarlar? Osmanlı dediğin atın üstünde kılıç elinde fetih mi yapmış yıllarca, enderun nerede, reis-ül küttab kim? Harem bildiğin karı-kız oynatılan yer mi? Uzar gider bu sorular ve uzayamaz maalesef cevaplar. İşte kimlik budur aslında, senden alınan senden çalınan ve senden alanların senden daha iyi bildiğidir senin kimliğin. Gerçi senin kimliğini bilmen de işe yaramaz bazen, hemen bir havaya girersin evlad-ı fatihan oluverirsin başımıza. Ülkeler fethettin diye, 600 yıl yaşadın diye kasılırsın romantik milliyetçilik edalarıyla.

Şimdi bir soru daha sorarım, neden 1950'den sonra Türkiye'de Entelektüel yaşam düne göre daha geride kalmıştır? Eski Beyoğlunda kravatlı - dopyesli gezen ve hanımefendi – beyefendi diyen insanları neden özler hale gelmiştir bugün kü Beyoğlu sakini? Peki modern cumhuriyeti kimler kurmuştur? Sırasıyla gidecek olursak eğer, birincisi tarihini bilmeyen kültürünü idrak edemeyen bir nesildir 1950 sonrası, ikincisi kimliğimizdeki naiflik, kardeşlik, dostluk ve kısacası saygı yitirilmiştir Beyoğlunda ve üçüncüsü Osmanlı'nın güzel eğitim almış, kendini yetiştirmiş subayları kurmuştur modern cumhuriyeti. Ben idrakine sahip olan insanlar kurmuştur cumhuriyeti, onlar Avrupalı'nın bilmem kimin büyüklüğüne değil kendi kimliklerinin büyüklüğüne inanmıştır. Kendi tarihinden feyzalmıştır bu kıymetli insanlar. Korkak, ürkek, kendini ifade etmekten aciz değildir, açın bakın Lozan Antlaşmasının zabıtlarına ve görün nasıl konuşmuşlar Avrupa'nın karşısında. Şimdi bizim gençliğimiz yahut ihtiyarlığımız, hepsi bir komplo içindedir. Herkesi bir aman o ne der aman bu ne der korkusu sarmıştır. Çünki kendini bilmez haldeyiz, çünki biz kimiz sorusuna verecek bir cevabımız yok artık!

Umut nerede? Gençlikte ve gelecek nesillerde. Gençlik nerede yeteneksizsiniz Türkiye'de. Milli Eğitim Bakanına açık bir mektup mu yazmak lazım üniversitelerin halini gormesi için? Üniversitelerin çokluğu değil ne ürettiği nasıl insanlar mezun ettiği önemli diye düşünüyorum. Üniversite mezunu işsizliğin %28 civarında olduğu ülkemin nitelikli genç iş gücü nedir? Nitelikli gençliği olmayan bir ülkenin geleceğinden ne beklenmektedir? Dış politikada atılım yapıyormuşuz, Ahmet Davutoğlu ölünce heykelini dikecek değil, onun sürekliliğini sağlayacak insanlara ihtiyaç var! Elimizde ne var peki? MSN ve facebook'u alışkanlığı haline getirmiş ve ondan kopamayan, iki kelam okumayan, birbileri ile belaltı şakalaşmaktan keyif alan, bir gençlik! Ben bu gençliğin içindeyim, hergün soluyorum bu havayı ve iğreniyorum artık. Ben ne yapabilirim diye düşünmekten beynimi kemiriyorum ama herkese göre hayat güzel.

Sonuç mu? Öldürdüğüm bir ülke gençliği var karşımda, ve umutsuz bir vaka. Ama tıp bile yüzde yüz diyemezken ben de herşey bitti diyemem. Kendimi çok mu iyi biliyor sanıyorum, hayır, ama rekabet edecek bir ortam arıyorum, motivasyon arıyorum. Küçük dünyamdan çıkmak istiyorum ve küçük dünyalarımızı hep birlikte terketmemiz gerektiğine inanıyorum. Büyük olacak ülkemin büyük düşünen gençleri olabilmek. Kendi lisanından başka lisanları da öğrenmiş, dünyayı idrak etmiş ve merkezinde kendini görmüş bir gençlik. Bu da ancak kimliğini idrak eden bir gençlik ile mümkündür. Yetkili olan olmayan herkese duyrulur, kimlik aranıyor!

Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes,
Ey kahpe rüzgar artık ne yönden esersen es!
(Necip Fazıl Kısakürek)

13 Ocak 2010 Çarşamba

21. Yüzyıl Dünyasında Türkiye Siyaseti

Toplumlar ve kültürler birbirlerinden farklılık gösterdiği için Türkiye'de yaşayan insanlar kendi içinde farklı olduğu gibi dış dünyaya göre de nev-i şahsına münhasır özellikler taşımaktadır. Türkiye insanı eleştiri dediğimizde, “kötü bir şey söylendiğini”, muhalefet dediğimizde “sadece karşı çıkmayı”, bir hareketi bir kişiyi ya da olayı tebrik ve takdir ettiğinizde “ona karşı tamamen iyimser bir bakış açısına sahip olduğunuzu” düşünmektedir. Bu tüm Türkiye halkı için geçerli olmasa bile genel kabul gören bir yaklaşımdır. Türkiye'de tarafsız olmak zordur, çünkü meselelerin çoğu (ekonomik-kültürel-politik) ahbab-çavuş ilişkisi içerisinde yürümektedir. Tarafsız kalmak bertaraf olmak gibi addedilir ve taraf olmak ise ömrünüzün sonuna kadar mevcut bir çizgide kalmak gibi algılanır. Oysa değişim dediğimiz bir gerçek vardır ve özellikle 21. yüzyılın dünyasında değişim eskisine göre çok hızlı yaşanan bir süreçtir. Türkiye'de değişim ve dönüşüm ise maalesef halen daha 20. yüzyıl şartlarına göre devam etrmektedir. İşin en garip yanı değişimi gerçekleştirme yanlılarının “muhafazakar demokratlar” olmasıdır. Oysa değişimin kökeni diyalektik yöntemde yatmaktadır1. Diyalektik yöntem hiçbir şeyin zorla kabul ettirilmesine izin vermez, özünde eleştirici ve devrimcidir. Fakat Türkiye'de devrimci niteliğe sahip sol fragsiyonların gerçekleştirmesi gereken değişimin, bugün “muhafazakar demokrat” kimlik ile ortaya çıkan ve geçmişleri dinsel otoriteyi üstün kılan bir siyasi harekete dayanan kişilerce gerçekleştiriliyor oluşu enteresandır. Bu enteresan durum Türkiye'nin iç siyasi hayatında yine aynı şekilde enteresan yorumlara neden olmaktadır.

Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiği ilk günden bu yana Türkiye'ye şeriat rejimini getirecek olmakla suçlanmaktadır. Adalet ve Kalkınma Partisini suçlayan kitlelerin en büyük korkusu mevcut yaşam tarzlarına yapılacak bir müdahale ve yaşam koşullarının gün be gün değiştirileceğine olan inançtır. Bu inanç etrafında birleşmiş ve sözleşmiş bir takım baskı ve çıkar grupları, Adalet ve Kalkınma Partisi'ne ve yandaşlarına karşı ciddi bir savaşın içine girdiklerini ilan etmekle kalmayıp, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile birlikte Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın kişiliklerine çok ağır hakaretlerde bulunmaktadır. Özellikle üniversitelerde ve Türkiye'nin batısında örgütlenmiş bu gruplar mevcut hükümete karşı ellerinden geleni yapmakla kalmayıp, Adalet ve Kalkınma Partisi'nden kurtulmak için darbe gibi illegal bir yola girilmesini savunabilmişlerdir. Ergenekon operasyonu ile deşifre edilen bu darbe planlarının da Adalet ve Kalkınma Partisi'nin muhalif sesleri susturma operasyonu olarak değerlendiren bu çevreler, yargı, sivil ve askeri bürokrasi ve Atatürk ilke ve inkilaplarının ardına sığınarak dünyada yaşanan değişimin Türkiye'yi değiştirmesine müsaade etmek istememektedir.

Türkiye'nin dünyada yaşanmakta olan bu değişime ayak uydurmaması mümkün değildir. İnsan hakları ve demokrasinin, hukukun üstünlüğünün, sivilleşmenin hakim olduğu bir dünyada Türkiye mevcut sistemi ile köhne bir ülke olarak görünmektedir. Dolayısıyla Türkiye'de ciddi bir değişim süreci yaşanmakta, bugün itibariyle iktidarda bulunanlar ise bu değişimin mimarları olarak ön plana çıkmaktadırlar. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidarda olmadığını düşünsek bile Türkiye'nin mevcut değişimi yaşayacağı açık bir gerçekliktir. Dünya üzerinde sınır komşularının hemen hepsi ile sorunlu bir ülke yoktur. Vatandaşlarına eşit muamele yapmayan, insan haklarına saygı göstermeyen, hukukun üstün olmadığı bir ülkenin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliği, Avrupa Birliği'ne aday ülke statüsü, G-20 ülkeleri arasında bulunması, NATO ittifakı içinde etkin rol alması ve küresel politikalara yön verebilme iddiası taşıması gibi özelliklere sahip olması mümkün değildir. Tüm bu saydığımız özelliklerin Türkiye'de bulunduğunu göz önüne aldığımızda, halen daha senin benim mahkemem tartışmalarının yaşanması, büyük bir davada iktidarın savcı, muhalefetin avukat pozisyonunda olması, insan hakları uygulamalarında halen daha yeterli standartlara ulaşılamamış olması, Hrant Dink, Rahip Santoro gibi tetikçisi belli ama emredicisi belli olmayan cinayetlerin yaşanması, görevi ülke savunması olan silahlı kuvvetlerin iç politikaya dair her gelişmede sanki ikinci bir yürütme kurumu gibi rol edinmeye çalışması gibi durumlar normal değildir. Bahsettiğimiz tüm bu normal olmayan durumların giderilmesi için de Türkiye ciddi bir değişim sürecinden geçmektedir. Türkiye'de yaşanan bu değişim sürecinde tüm kurum ve çevrelerin yapıcı bir rol edinmesi gerekirken, ilk paragrafta söylenilen nev-i şahsına münhasır özellikleri nedeniyle maalesef Türkiye halkı bu süreçte parçalara ayrılmıştır.

Mutlaka farklı seslerin ve görüşlerin olması demokrasilerin olmazsa olmaz koşuludur. Yaşanan değişim sürecinde de elbette farklı düşünceler ortaya atılacaktır. Fakat ülkemizde yaşanan, demokratik taleplerden ziyade kökten rededici bir tutumla iktidarın üzerine gidilmesidir. Projesi olmayan, yapılanların karşısında alternatif fikir üretmeyen siyasi parti ve baskı-çıkar grupları salt iktidar karşıtlığı ile bu değişim sürecini uzattıkları gibi Türkiye'nin uluslararası kamuoyunda kutuplara ayrılmış bir ülke olarak algılanmasına yol açmaktadırlar. Türkiye'de yaşanan siyasi tartışmaların, dışarıda, laikler ile dindarlar arasındaki kavga olarak algılanması, Türkiye üzerinde spekülasyonlar yaratılabilmesine ve dışarıya kırılgan bir tablo sunulmasına neden olmaktadır. Meselenin çelişkili yanı, bu kırılganlığı yaratanların milliyetçilik ve cumhuriyetçilik kavramları üzerinden siyaset yapıyor oluşudur. Oysa milliyetçiliğin temel meselelerinden biri dinamizm ve yaşayan bir kavram olarak milliyetçiliği el almaktır ki, bu değişime ayak uydurmayı beraberinde getirir.2 Cumhuriyetçilik yine aynı şekilde çağdaşlığı öngören bir fikir olarak karşımıza çıkmaktadır.3 Dolayısıyla değişime direnç gösteren yapıların esasen benimsediği ideolojik temellere aykırı davrandıkları gerçeği ortadadır.

Cumhuriyetçi ve Milliyetçi kelimeleri üzerinde odaklanmış kitlelerden beklenen, Adalet ve Kalkınma Partisi'ne alternatif üretebilmek olmalıdır. Adalet ve Kalkınma Partisi'ne darbeyi bile legal görecek şekilde ağır suçlamalar ile yaklaşmak ve sığ bir eleştiri üslubu kullanmak tarihin de gösterdiği gibi herhangi bir sonuç getirmemiştir. Nitekim 2002 yılında iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi son 8 yıldır Türkiye'nin siyasetine yön vermekte ve bugüne kadar uygulanan engelleme yöntemleri ve yapılan eleştiriler Adalet ve Kalkınma Partisi'ni güçlendirmektedir. Geçtiğimiz 8 yıllık iktidar dönemi süresince Adalet ve Kalkınma Partisi'nin yanlış şekillerde eleştirildiği, haksız hakaretlere maruz bırakıldığı gelinen bu süreçte anlaşılmalıdır. Özgürlük taleplerinin ortadoğu coğrafyasında dahi yükselerek arttığı günümüz dünyasında üniversiteye girişin belli bir giyim şekli yüzünden yasaklanması, aktif olarak herhangi bir rejim karşıtlığı olmayan bir siyasi partinin gazetelere de konu olduğu şekli ile “google taraması” ile kapatma davasına maruz bırakılması, cumhurbaşkanı seçimlerinde eşi başörtülü olduğu için cumhurbaşkanı adayının benimsenmemesi ve seçilememesi için e-muhtıra dahil her türlü yolun denenmesi, ve bu gibi muhalefet şekilleri Adalet ve Kalkınma Partisi'ni mağdur pozisyonuna sokmuş ve daha çok güçlendirmiştir4.

“Adalet ve Kalkınma Partisi'nin her geçen gün güçlenmesi ve tek başına iktidarı tehdit midir?” sorusuna verilecek cevaplar önemlidir. Adalet ve Kalkınma Partisi her yeni günde tek başına bir siyasi tercih olarak büyüdüğü takdirde Türkiye'de diğer siyasi fragsiyonların herhangi bir işlevi kalmamaktadır. Bu durum bizi tek parti diktatörlüğü gibi bir tehdit ile başbaşa bırakmaktadır ki bugün Türkiye'de en çok konuşulan konu alternatif bir siyasi parti olup olmadığıdır. Bir ülkede bir siyasi parti dışındaki tüm siyasi oluşumlar inandırıcılığını ve rasyonelliğini yitirdiğinde tek başına kalanların kendi diktatörlüklerini kurmaması anormal olacaktır. Dolayısıyla Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisi'nden başka siyasi aktörlerin varlığına ihtiyaç vardır. Fakat bugüne kadar herhangi bir alternatif üretmek konusunda hiçbir parti sınıfı geçebilmiş değildir. Partizanlık bir kenara bırakılarak bakıldığında Adalet ve Kalkınma Partisi dışında kalan partilerin politikaları günümüz şartlarına cevap verememektedir. Kömür dağıtılmasını eleştirmek, yapılan açılım politikalarına karşı durmak, askeri vesayet rejimini ortadan kaldıracak adımlara sert tepkiler vermek... gibi politika olarak nitelendirilemeyecek çıkışlar maalesef günümüz dünyasında ve siyaset sahnesinde komik görünmektedir.

Sonuç olarak, Türkiye'de gerçekleşen değişimi dünya şartlarının getirisi olarak algılamak ve gerçekleşen sancılı reformları Adalet ve Kalkınma Partisi'nin gizli ajandasında yer alan meselelermiş gibi görmemek gerekmektedir. Adalet ve Kalkınma Partisi mutlaka yanlışlar yapmakta ve bu yanlışlarını da maalesef kendisi düzeltmeye çalışmaktadır. Türkiye'nin mevcut iktidarı doğru yerden eleştirecek ve sıkıştırarak doğru politikalar izlemesi için önerilerde bulunacak alternatif siyasi hareketlenmelere ihtiyacı vardır. Özellikle son yaşanan açılım sürecinde Adalet ve Kalkınma Partisi çuvallamıştır ancak hiçbir siyasi parti bunu değerlendirememiş ve hamaset dolu laflardan başka önlem paketleri ve önerilerde bulunamamıştır. Türkiye soğuk savaşın bitişi ile birlikte dünyada yaşanan değişim dalgasında kendi iç yapısını da değiştirmektedir. Bu değişim sürecinden tüm kurumlar etkilenmek durumundadır. Temennimiz tüm bu sürecin sonunda belli bir inanca sahip kitlelerin tüm kurumlarda kadrolaşmış olmasından ziyade, Türkiye'nin demokratik bir ülke olarak tüm siyasi bakış açılarına tahammül edebilen ve dünyaya ayak uydurabilen bir yapılanma içine gitmesidir. Nitekim Türkiye artık sadece bir geçiş ülkesi değil, dünyanın sorun merkezleri ile doğrudan bağlantısı olan ve bu sorunların çözümünde önemli rol edinebilecek bir kimliğe sahiptir. Küresel güç olmak iddiasında olan Türkiye'nin de bugünkü küresel aktörlerdeki gibi hukukun üstünlüğüne inanmış, yargının bağımsızlığını sağlamış, demokrasiyi tabana yaymış, siyasetin yürütmede, askerin savunmada pozisyon aldığı şekilde ve en önemlisi tek bir parti hegemonyası altında kalmayan bir ülke olması gerekmektedir. 21. yüzyılda 20. yüzyıl zihniyeti mutlaka eskimiştir ve bizim 21. yüzyıla göre dizayn edilmiş iç ve dış politikaya ihtiyacımız vardır.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Brüksel'in Alternatifi İstanbul Merkezli Ortadoğu mu?

Türkiye'nin Avrupa Birliği serüveni deyim yerindeyse “uzun ince bir yolda” yarım asırdan uzun bir süredir devam etmektedir. 12 Eylül 1963'te imzalanıp 1 Aralık 1964'te yürürlüğe giren Ankara Antlaşması ile birlikte Türkiye “ortak üye statüsü kazanmış ve tam üyelik kazanılana kadar hazırlık süreci, Gümrük Birliği'ne geçiş dönemi ve nihai dönem öngörülmüştür. 1970 yılında imzalanan Katma Protokol ile Gümrük Birliği´ne geçiş dönemine ilişkin koşullar saptanmıştır. 14 Nisan 1987 tarihinde de Türkiye, Avrupa Topluluğu´na tam üyelik için başvurmuştur. Ancak, Türkiye´nin tam üyelik talebine ilişkin olarak Topluluk Komisyonu, Avrupa Konseyi´ne olumsuz görüşünü bildirmiş, daha sonraki dönemde 6 Mart 1985 tarihindeki Ortaklık Konseyi toplantısında Gümrük Birliği kararı alınmış ve bu karar Avrupa Parlamentosu tarafından 13 Aralık 1995 tarihinde onaylanmıştır. Böylece 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren Türkiye, Avrupa Topluluğu ile Gümrük Birliği´ne geçmiştir. Ancak, Türkiye´nin nihai hedefi Avrupa Birliğinin tam üyesi olmaktır. Türkiye bu hedefine ulaşmak yönünde istediği müjdeyi 1999 Helsinki Zirvesi'nde elde etmiş ve Avrupa Birliği'ne adaylık statüsü kazanmıştır. 17 Aralık 2004 tarihinde toplanan Avrupa Birliği zirvesinden çıkan müzakereleri başlatma kararı ile birlikte Türkiye, 3 Ekim 2005'te başlayan ve halen devam etmekte olan müzakere sürecine girmiştir. Müzakere sürecinde Türkiye'nin 35 müzakere başlığında öngörülen koşulları gerçekleştirmesi beklenmektedir.


Türkiye – Avrupa Birliği ilişkileri ilk başladığı günden bu zamana kadar inişli çıkışlı dönemler geçirmiştir. Türkiye'nin son viraj olarak nitelenen müzakere sürecinde de Avrupa Birliği ile ilişkilerinde belirli bir istikrarı yakaladığı söylenemez. Avrupa Birliği içerisinde Türkiye'nin üyeliğine dair fikir ayrılıkları oluşu, Türkiye'nin iç kamuoyunda Avrupa Birliği'ne üyelik konusundaki isteğin çeşitli dönemlerde değişken olması bu durumun en somut örnekleridir. Avrupa Birliği içinde son dönemde başta Merkel ve Sarkozy olmak üzere ağırlıklı olarak sağ siyasilerin görevde bulunması ve onay süreci tamamlanan Lizbon Antlaşması ile birlikte AB Başkanlığı ve AB Dış İlişkiler Yüksek komiserliğine seçilen yöneticilerin Türkiye karşıtı söylemleri, Türkiye'nin üyelik sürecine dair olumsuz havayı arttırmaktadır. Yine son dönem Türk Dış Politika'sında yaşanan gelişmelerin Türkiye'nin eksek değiştirdiği şeklinde yorumlanması, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun 2009 yılı değerlendirme toplantısında rakamlar ışığında Avrupa yönüne yapılan ziyaretlerin daha fazla olduğunu göstermesine rağmen Türkiye – Avrupa Birliği ilişkileri konusunda soruişaretleri oluşturmaktadır.

Türkiye'nin iç kamuoyunda zaman zaman dillendirilen tek seçenek Avrupa Birliği mi sorusu ve Türkiye'nin Avrupa Birliği tarafından çifte standartlara maruz bırakıldığı algılaması sonucunda Türkiye hangi alternatiflere sahip sorusu gündeme gelmektedir. Hatırlanacağı üzere Başbakan Erdoğan “bizim için Avrupa Birliği reformları önemli, sona gelindiğinde üye olup olmama kararını Türkiye verecektir” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Bu açıklama ve cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün eksen kayması tartışmalarına ilişkin açıklaması bire bir örtüşmektedir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de “Türkiye'nin yönünün neresi olduğunu anlamak için hangi değerleri geliştirmeye çalıştığına bakmak yeterli olacaktır” mealinde bir açıklama yapmıştı. Her iki açıklamanın da ulaştığı nokta Türkiye'nin yapısal reformları gerçekleştirmek için Avrupa Birliği çıpasına tutunma ihtiyacı olduğunu göstermektedir. Açıklamalar nihai hedefin Avrupa Birliği üyeliği yönünde olduğuna dair herhangi bir işaret vermezken Türkiye'nin son dönem dış politika ekseninde Ortadoğu'nun çok daha önemli bir yere oturması akıllara başka bir alternatif getiriyor.

Türkiye'nin Ortadoğu bölgesine dair AB Modeli uyguladığı düşüncesi son dönemde bazı uzmanlar tarafından dillendirilmektedir. Avrupa Birliği'nin ilk çıkış noktasında kıta Avrupasındaki savaşları engellemek, işbirliğini arttırmak ve bunu öncelikli olarak ekonomik işbirliği temeline oturtmak olduğunu düşündüğümüzde, Türkiye'nin sınır komşuları ile ilgili yönettiği “sıfır sorun” politikası ve “yüksek düzeyli stratejik işbirliği” konseyleri kurması bu noktada anlam kazanmaktadır. Türkiye'nin ilk olarak Suriye ile sınırları kaldıran vize uygulamasını gerçekleştirmesi ve serbest ticaret anlaşması imzalamış olması eğer ortada bir AB Modeli uygulaması varsa burada pilot ülkenin Suriye olduğunu göstermektedir. Nitekim Suriye ile vize uygulaması kalkması, Suriye'de de birtakım yerlerde Türkiye'ye benzer bir şekilde sigara yasağı uygulanmasını beraberinde getirmiştir ki bu örnekte Suriye'nin Türkiye'den doğrudan etkilendiği ve reformlarında model aldığını göstermektedir. Suriye'nin pilot ülke olması örneğini güçlendirecek diğer bir arguman ise serbest ticaret anlaşmasına hizmet sektörünün de eklenmiş olması ve AB ülkelerinin arasındaki ortak hava sahası uygulamasının benzerinin Suriye ile kurulmasının planlanmasıdır. Gelecek ay Türkiye ile Suriye arasında gerçekleştirilecek yüksek düzeyde stratejik işbirliği konseyi toplantısının gündem maddesi olacağı düşünülen ortak hava sahası gerçekleşirse, Şam – İstanbul uçak seferleri tıpkı İstanbul – Ankara uçak seferleri gibi gerçekleştirilebilecek. Ortak hava sahası projesi aynı zamanda Ortadoğu'nun diğer ülkeleri ile genişletilebilecek bir vizyona sahip çünkü Eylül 2009'da Irak'ında katıldığı Türkiye – Ortadoğu Havacılık Grubu (T-MAG) Mayıs 2009'da Türkiye – Suriye – Lübnan – Ürdün arasında kurulmuştu. Bunun yanısıra Ürdün'ün Suriye ile Türkiye arasında gerçekleştirilen yüksek düzeyde stratejik işbirliği konseyi toplantılarına katılma ve bu toplantıları üçlü sürdürme isteği de önümüzdeki süreçte Ürdün ile Türkiye arasında ilişkilerin artarak geliştirileceğini göstermektedir.

Türkiye'nin pilot ülke olarak Suriye ile başlattığı bu ilişki sürecinin Ürdün – Lübnan – Irak ve diğer Ortadoğu ülkeleri ile devam ettirilmesi ile birlikte Türkiye merkezinde bir Ortadoğu Birliği modeline ulaşılabilir. Böyle bir modelin ABD tarafından da desteklenmesi olasıdır çünkü bölgede şii merkezli bir etki alanı kurmak isteyen İran'a karşı Türkiye merkezli sunni bir etki alanının varlığı ABD'nin menfaatinedir. Avrupa Entegrasyonu'nun çatışmaları ortadan kaldırmak amacıyla başladığı düşünüldüğünde Türkiye'nin sorunlu komşusu Suriye ile başlattığı entegrasyon projesinin Ortadoğu'nun çatışma dünyasına son vermesi de beklenebilir. Bu noktada ABD ve Türkiye'nin çıkarlarının örtüştüğünü de varsaymak mümkündür. Bilindiği gibi ABD'de artık bir Filistin Devleti'nin kurulmasına inanmakta ve İsrail'e karşı bazen sert bir üslupla tepki verebilmektedir. Küresel terörün beslendiği çatışma ortamı olarak Ortadoğu'nun istikrara kavuşması tüm küresel güçlerin menfaatine olacaktır. Bu çatışma ortamını durdurabilecek aktör ve bölgeye liderlik edecek ülke olarak Türkiye ön plana çıkmaktadır. Türkiye'nin uzun yıllara dayalı laik devlet tecrübesi ve Ortadoğu ülkeleri arasında hatrı sayılır demokratik kültürü bu noktada büyük önem taşımaktadır. Küreselleşmiş dünyada özgürlük taleplerinin arttığı, insan hakları kavramının önem kazandığı ve teknolojinin gelişmesi ile birlikte bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı göz önüne alındığında Ortadoğu halklarının da bu nimetlerden faydalanma beklentileri bu entegrasyon sürecini kolaylaştıracaktır.

Sonuç olarak Türkiye'de dış politika anlayışındaki değişim artık herkesin kabul ettiği bir gerçektir. Avrupa Birliği üyeliği bir devlet politikası haline gelmiş olmasına rağmen son dönemde Avrupa Birliği içindeki Türkiye karşıtlığı göz önünde bulundurulduğunda Türkiye'nin farklı modeller araması kaçınılmazdır. Ortadoğu'da bölgesel liderliği elinde bulunduracak ve Ortadoğu'ya demokrasi ve insan hakları ihraç edecek bir Türkiye'nin Avrupa Birliği nezrinde öneminin artacağına şüphe yoktur. Son dönemde özellikle minare kriziyle açığa çıkan Avrupa'daki islam karşıtlığı ve Sırbistan, Karadağ ve Makedonya'ya vize liberalizasyonu uygulamasında müslüman nüfusa sahip Bosna-Hersek, Arnavutluk, Kosova ve Türkiye'nin dışarıda bırakılması, müslüman kimliği ve tarihi kültürel mirası ile çok daha kolay rol edinebileceği Ortadoğu coğrafyasında Türkiye'ye farklı stratejiler sunmaktadır. Türkiye'nin Ortadoğu bölgesinde izlediği düşünülen Avrupa Birliği Modeli'ni Kafkasya ve Balkanlar'da da izlemesi beraberinde Brüksel'e alternatif İstanbul merkezli “Türkiyelilik” perspektifi sunması ihtimalini doğurabilir.
 
4/1/2010

İkinci Büyükelçiler Konferansı: Türkiye'nin Değişen Dış Siyaseti ve Geleceği


Dış politika yapımında Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Bakanlar Kurulu, Genelkurmay Başkanlığı, Düşünce Kuruluşları ve Siyasi Partiler etkili olmakla birlikte işin mutfak kısmında dışişleri bakanlığı mensuplarının (diplomatlar) ve yürütmesinde özel olarak dışişleri bakanının yeri ayrıdır. Özellikle Türkiye gibi jeo-politik ve jeo-stratejik konumu açısından yüksek öneme sahip ülkelerin dış politika yapım süreci gerek iç dinamikler gerekse etrafındaki birden çok farklı kültür havzası bulunması açısından çok daha ciddi bir strateji belirlenmesini gerekli kılmaktadır. Stratejisi olmayan bir dış politik yaklaşımın refleksif olacağı ve karşıdan gelen tepkilere göre günlük politikalar üretmek yolu ile statükoyu korumaktan öteye gitmeyeceği düşünüldüğünde, büyük devlet mentalitesine sahip her ülkenin belli bir temele oturan dış politika stratejisi olması kaçınılmazdır. Nitekim bugün dünyanın süper gücü konumunda yer alan ABD'nin dış politika belirlemesinde ve küresel değişimi okumasında ünlü teorisyen ve stratejistlerin dillendirdikleri görüşleri dikkate aldığı ortadadır. Okyanus ötesinde savunma hattı kurmak, coğrafya açısından hiç ilginizin olmayacağı düşünülecek yerlerde savunma amaçlı füzeler yerleştirmek vb. politikalar büyük devlet olmanın ve dünya poltikasına yön vermek iddialarının birer örneğidir.


Son yıllarda bölgesel ve küresel politikalarda aktör olma iddiasında bulunan Türkiye'nin büyük devlet olarak strateji üretme ve uygulama konusunda mevcut potansiyeli değerlendirilmesi gereken bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye'nin Osmanlı Devleti'nin ardılı olarak dış politik bağlamda kuruluş yıllarında statükoyu korumak ve içerde barışı tesis edip dünya barışına hizmet etmek üzere kurulu ve “yurtta sulh cihanda sulh” sözüyle temellenen dış politika hamleleri, konjonktür kullanılıp yapılan Hatay hamlesi dışında hep benzer bir çizgide devam etmiştir. Soğuk savaş döneminde de Türkiye benzer bir şekilde statükoyu korumak ve iç barışı tesis etmekten öteye geçmeyen politikalarla kendini adeta dünyadan izole etmiştir. Soğuk Savaş şartlarının zorladığı tercihle gerçekleşen NATO müttefikliği, AB üyelik süreci ve BM üyeliği dışında Türkiye'nin bulunduğu coğrafyayı kapsayacak ve iç-dış dinamiklere göre geliştirilip evrilmesi sağlanacak bir stratejisi hiç olmamıştır. En hararetli dış politika meselelerinden biri olan Kıbrıs Sorunu'nda bile Türkiye strateji yoksunluğu neticesinde haklı tezini dünyaya anlatamamış ve gerekli politik manevraları gerçekleştirememiştir. İçeride tehdit olarak algılanan herşey dışarıdaki uzantıları bakımından da değerlendirilememiş ve Türkiye sınır komşularına bile yabancı bırakılmıştır. Komünizm tehdidi algılaması ile içeride Rusya'ya ilgi duyan herkes Rus ajanı olarak fişlenmiş, Yunanistan dilinin bilinmesi başlı başına bir ihanet sebebi sayılmış ve bu gibi nedenlerin bir sonucu olarak Türkiye dış politika stratejileri belirleyecek ve alan uzmanlığınına yönelecek nitelikli insan kaynağı sıkıntı ile karşı karşıya kalmıştır.

Türkiye'nin etken olmak yerine edilgen bir dış politika yaklaşımı içerisinde kalması, küreselleşen dünyada ve 2002 yılından bugüne yapılan dış politika hamlelerinin sürekliliği açısından mümkün değildir. Soğuk savaş şartlarının ortadan kalktığı gerçeği dünya sahnesine çıkan yeni devletlerin sayısı ve Asya – Afrika gibi bakir alanların daha çok önem kazanması ile ortada dururken Türkiye'nin sadece komşuları ile iyi ilişkiler geliştirmesi yeterli olmayacaktır. Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu 2009 yılını değerlendirirken “Türkiye'nin ekseni Ankara ufku 360 derecedir” diyerek bu duruma değinmiş ve eksen kayması ile ilgili de önemli bir mesaj vermiştir. Önümüzdeki hafta süresince Ankara'da Bilkent Otel'de gerçekleştirilecek olan ve ilki geçtiğimiz yıl Ali Babacan'ın dişişleri bakanlığı döneminde gerçekleştirilen “Büyükelçiler Konferansı” Türkiye'nin önümüzdeki dönemde izleyeceği stratejilerin kurumsal bir yapıya oturması açısından büyük önem taşımaktadır. Uluslararası İlişkiler'de önemli aktör konumundaki ülkelerin benzerlerini yıllardır gerçekleştirdiği konferansın, Türkiye'de henüz ikincisinin yapılıyor olması bile daha önceki yıllarda ne denli edilgen bir dış politika izlendiğine önemli bir örnek teşkil etmekle beraber bugünden itibaren çok daha sistematik bir dış politika anlayışının oturtulması açısından olumlu bir gelişmedir. Dışişleri Bakanlığı kadrosunda yapılan gençleştirme ile birlikte yeni üst kadronun Uluslararası siyasetin dengelerini anlamak ve yorumlamak açısından yapılacak tartışmalar da bulunması bakımından bu konferanslar büyük önem taşımaktadır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun müsteşarlığı görevine Feridun Sinirlioğlu'nun gelmesi ile birlikte en az 10-15 yıl süresince emekli olmayacak personelin iş başına gelmiş olması ile birlikte Latin Amerika ve Afrika'ya açılım politikası bağlamında kurulan yeni büyükelçilikler ve kamu diplomasisinin kurumsal anlamda bakanlığın bir politikası haline gelmesi Dışişleri Bakanlığı'nda son dönemde yaşanan büyük değişmelerdi. Bu değişimlerin tüm büyükelçiler çağrılmak kaydıyla gerçekleştirilecek olan “Büyükelçiler Konferansı” programı içindeki çalışma grubu toplantılarında tartışılması ve bütün bakanlık personelince benimsenmesi oluşturulacak stratejilerin sağlam bir zemine oturması açısından büyük öneme sahiptir. Çalışma grubu toplantılarının yanısıra özel sunum gerçekleştirmek üzere, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, Almanya Dışişleri Bakanı Guido Vesterwelle, Brezilya Dişişleri Bakanı Sezar Amorim, Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas ve Japonya Dışişleri Bakanı Katsuya Okada toplantılara katılacak isimler arasında bulunuyor.

Dışişleri Bakanlığı'nın Türkiye'nin uluslararası ilişkilerinde birincil rolü oynayan kurum olduğu düşünüldüğünde, gerçekleştirilecek olan “İkinci Büyükelçiler Konferansı” temel stratejilerin tüm büyükelçiler nezrinde tartışılması, dünya siyasetindeki gelişmelerin yorumlanarak Türkiye'nin nasıl müdahil olacağı üzerine görüşlerin belirlenmesi ve en önemlisi proaktif diye tabir edilen yeni dış politika vizyonunun tüm büyükelçiler ve diplomatlar tarafından benimsenmesi açılarından çok önemlidir. Türkiye eski strateji yoksunluğu ve edilgen dış siyaset anlayışından ancak böyle koordineli ve kurumsallaşan çalışmalar ile sıyrılacaktır. “İkinci Büyükelçiler Konferansı”, Türkiye'nin tarihi, kültürel, coğrafi kimliği gereği dünya siyasetinde etki edeceği alanlara dair geliştirdiği ve geliştireceği stratejilerin uygulama alanına girmesi için bir gerekliliktir ancak yeterli değildir. Kamu diplomasisi adıyla günümüz uluslararası ilişkiler literatüründe önem kazanan anlayışın yaygınlaşması açısından sadece dışişleri bakanlığı mensuplarının çalışmaları yeterli olmayacaktır. Dışişleri Bakanlığı'nın kamu diplomasisine hizmet edecek gençleri proje bazlı destekleyerek değişim programları nezrinde yetiştirmesi de gerekmektedir. Yukarıda vurguladığımız nitelikli insan kaynağı açığını gidermek için gerekli finansal destek ve programlar devlet eliyle gerçekleştirilmediği sürece “stratejik derinlik” vizyonu tamamlanmış olmayacaktır. Bu anlamda uluslararası ilişkiler okuyan ve uluslararası ilişkiler çalışmalarına ilgi duyan üniversite gençleri ideolojik ayrımlara ve siyasi bölüntülere taraf olmadan devlet eliyle devlet politikası gereği desteklenmelidir. Büyük devletlerin büyük stratejileri arasında gençlik politikaları ve çalışan gençlere destek de büyük bir yer tutmaktadır.



Burak YALIM 03/01/10