23 Temmuz 2010 Cuma

Taraftarız Biz Çekeriz Cefa...

Tam istediğin gibi gelir top süzülerek ve hazırlarsın kendini bitirici vuruş için. Öyle bir vuracaksındır ki ya gol olacaktır ya da en kötü ihtimalle tribündeki on binlerce insanı yerlerinden kaldıracak kadar etkileyici bir vuruş, direkten de dönebilir, kaleci de çıkarabilir ama öyle bir vuruş ki herkesi heyecanlandıracaktır. Top süzüle süzüle gelir sen pozisyonunu ayarlarsın ve tam topa vuracakken olan olur. Ya rakibin gelir pozisyonunu bozar ve top ayağına istediğin gibi oturmaz ya da ayağın kayıverir en talihsiz şekilde. İşte o zaman kendin bile heyecanlanamazsın ki tribünler bir an nefessiz kalıp seni izlesin. Hatta yuh çekenler olur, bu topa da öyle mi vurulur derler, hiç yakıştı mı bu vuruş sana derler. İşte böyledir bazı meseleler, anlıktır, hazırsındır ama bilemediğin bir sebep ile hazırlığın beyhudedir. Kaybedersin o anı, yaşayamazsın aslında, sadece kurgulamışsındır ama gerçeğe o kadar yakınken olmaz işte. Oysa her şey hazırdı dersin içte içe, rüzgâr bile topu ayağına gönderirken, herkes o ana kilitlenmişken olmaz bir hamle ile yitiverir isteğin. Başka ihtimal de yoktur, istop edip önüne alıp gelişine değil de yeni bir hazırlık sürecinden geçirerek ne gol ne de heyecan yaratamazsın. Bir ihtimal paslayabilirsin topu ama o ihtimali de bencilliğin yutmuştur çoktan. Oysa az öne çıkıp kafan ile soldaki takım arkadaşına indiriversen 1-0 öne geçmemek içten bile değildir ama kim takar ki soldaki adamı. Önemli olan merkezinde oturduğun dünyada senin yapacağın hamledir. Soldaki adama topu vermek seni merkezden kaydıracaktır ve kahramanlık payesini kaybedeceksindir. O halde olmuyorsa, sen yapamıyorsan kimsenin yapmasına da müsaade etmezsin. Varsın pozisyon yitsin de başkası senin önüne geçemesin, dünyanın merkezini senden devralamasın. Takım kaybetmiş, puanlar yitirilmiş, taraftar kahrolmuş, üzülmüş ağlamış sanane! Aldığın paranın hesabına bakar yoluna devam edersin, bir sonraki maçta ne de olsa denk gelir bir şekilde voleyi patlatır taraftarın vazgeçmediği, sadece forma, arma, renkler için olan ve aslında sana ait olmayan sevgisini kazanırsın. Bir nevi aitlik hissidir işte. Formayı sen giydiğin için armayı sen taşıdığın için ve renkler senin üzerinde durduğu için seni severler gibi gelir. Hatta o kadar saftır ki taraftar bir an gerçek sevgisinin ne olduğu üzerine düşünmeksizin seni sevebilir. Farkındalığı yitirmiştir temizliğinden, hesapsızlığından ve karşılıksız seviyor oluşundan ötürü.

Yukarıda ki basit kurgunun ana konusu bir futbol takımını anlatır gibidir. Aslında bu kurgu hayatın içerisinde birçok zaman karşımıza çıkmaktadır. Millet devleti öyle sever ki o devleti yönetenleri sevdiği hissine bürünür. Devleti yönettiğine inanılan kişiler ise en güzel golü atma bencilliği içinde taraftarın hislerini umursamadan ıskalarlar çoğu zaman. Ne de olsa yüklü miktarda maaşları, taraftarın hiç sahip olamayacağı yaşam standartları ve kaybetmeyeceklerine inanmalarını sağlayan taraftarın saf temiz karşılıksız sevgisi vardır. İktidar muhalefete pas vermemek için muhalefetse iktidara gol attırtmamak için her türlü bencilliği yapmaktadır. Yeri gelir boş alana kaçmazlar yeri gelir boştaki adama pas vermezler. Sen kahrolursun, saçını başını yolarsın ve hatta yolmana gerek kalmaz çünkü çocuğun harçlığı evin masrafı ve hayatın zorluğu sen yolmadan kafandan alır o güzelim saçlarını. Her sene kombine bilet almış bir taraftar gibidir millet. Gücü oranında yukarıdan aşağıya doğru; numaralı, kapalı üst, kapalı alt, yeni açık ve eski açık tribünlerden alınır kombineler vergiler karşılığında. Öyle ki yemeye-içmeye para bulamazken, kredi karttı borcunu kapatamazken yani deyim yerindeyse son sigara paranı bile vermek kaydı ile alırsın kombine biletini. Ne de olsa en çok sevdiğin, karşılıksız sevdiğin içindir bunca yokluğa rağmen verdiğin paralar. Varsın olsun dersin. Devletimiz var olsun vatanımız sağ olsun gibi… Tuttuğun takım senin için her şeyse eğer sen de bir şeyler verebilmelisindir. Bu bir güdülenmedir, kombine almalısın, forma giymelisin, bileklik taşımalısın. Tıpkı siyasi parti rozeti takmak gibi, tıpkı seçim zamanlarında afişler yapıştırmak gibi. Sonra rakiplerin vardır. Senin renginle uyuşmayan ve mutlak galibiyet maçına çıktığın ezeli rakipler. Onları alt ettiğin gün dünya durur adeta ve sevinçten havalara uçarsın. Seçim zaferlerinden sonra parti mensuplarının davul zurna eşliğinde halay çekmeleri gibi konvoylar düzenlemesi gibi geçirirsin o geceyi. Sonra her şey güzel gidecek gibi hissedersin. Ama gece sonunda elde kalan tek şey eğlence için harcadığın paralar neticesinde bütçendeki deliğin büyümüş olmasıdır. Takım kazanmıştır, oyuncular primlerini almıştır ama taraftar yine karşılıksız sevgisi ile teselli bulacaktır. Seçmenlerin oy attığı partilerin barajı geçtiği oranda aldığı seçim yardımları, milletvekili sayıları, iktidarın ve kuvvet kazanmanın getireceği zenginlikler seçmen için yani taraftar için karşılıksız bir sevginin tesellisi olacaktır. Ne de olsa desteklediğimiz takım-parti kazanmıştır ve bundan daha büyük bir kazanç olamaz!

Sonra transfer sezonu açılır. Büyük takımların arasında inanılmaz bir rekabet ile en iyi oyuncuları(!) alabilmek süreci başlar. Taraftar yine her yeni gün spor gazetelerine ve programlarına kilitlenir. Acaba kim kimi nasıl ne kadara alacak. Bazen yurtdışından transferler olur ve kurtarıcı gözüyle bakılır bu adamlara ama neden sonra bunlar da cepleri dolu halleri ile geldikleri yere geri dönerler. Taraftar için yine kazanılan tek şey rakip takım taraftarına atılan cakadır. Sonra ezeli ve ebedi rakipler arasında taraftarın başta kafasını kurcalayan ve hoşnut olamayacağı transferler olur. Asla o formayı giymem diyen yıldızlar bir bakarsınız formasını giymeyeceğini beyan ettiği takımı küçüklüğünden beri desteklediğini itiraf(!) ederler. Taraftar için bu cümle o oyuncuyu bağrına basabilmesi için yeterlidir. Sağdan sola, soldan sağa ve her yönden her ters yöne giriş çıkışlar, gidiş gelişler olabilir. Önemli olan taraftarları-seçmenleri mutlu etmek için bir cümle bulmaktır. Günümüz şartlarında bu politikaları benimseyen şu partide “milletime” “hizmet” etmeyi yine “milletime” danışarak uygun gördüm. Olay budur ve adam ne esaslı bir iş yapmıştır. Kimse kime ne zaman nerede nasıl danıştığını önemsemez, ne de olsa artık o kendi takımındadır ve kendileri için gol atmaya çalışacaktır. Yıldızlarını kaybeden takımlar da gidenin ardından bin bir laf ederken karşıdan birini almak için türlü oyunları yaparlar. Ne de olsa ortada bir rekabet vardır ve bu rekabet içinde taraftar mutlu edilmezse bu çark dönmeyecektir.

Peki ya bu kurgunun diğer önemli parçası olan hakemlere ne demeli? Hak(i)emler o kadar etkilidir ki bazen tüm bir takımın kaderini etkileyebilirler. Verilen bir penaltı kararı ile takım şampiyonadan dışlanabileceği gibi taraftarın o takım üzerindeki etkisi ve yetkisi hiç düşünülmemektedir. Oysa çok küçük bir azınlığı temsil etmektedir hakemler. Sahaya indiğimiz zaman 22 kişilik oyuncu kadrosu arasında sadece 4 kişilik bir hakem kadrosu vardır ama sayısal çoğunluk ve o sayısal çoğunluğu destekleyen taraftar çoğunluğunu bazen hiç umursamayabilirler. Önemli olan onların ne dedikleridir ve neticeye her zaman etki edebilme lüksüne sahiptirler. Yanlış bir kararın faturası ancak yedikleri küfürle sabit kalacaktır. Çünkü taraftarın hakemlerin belirlenmesinde etkisi yoktur. Çünkü hakemlerin taraftara ve oyunculara vereceği herhangi bir hesap da yoktur. Uzun lafın kısası, azınlık konumundaki hake(i)mler çoğunluğun dünyasını yıkabilecek etkilere sahiptir ve dolayısıyla bazen kulüp başkanları ile iyi ilişkiler içerisinde olabilirler. Bu kadar etkili ve yetkili makamlar ile ilişki kurmak mutlaka takımları şampiyon yapabilir. O nedenle takımlar o veya bu nedenle kendi hakemlerini devşirmek isterler. Taraftarın da kilitlendiği olgu eğer şampiyon olmak ise başarıya giden yolda her şey mübah olabilir. Ne de olsa o renklere, armaya ve formaya sevdalıdır. Bu üçleme üzerinden gönülleri ebediyen kiralanmıştır ve bu üçlemenin oluşturduğu duygusal perdenin ardında neler olup olabileceği çok da önemli değildir. Varsın takımları-partileri kazansın. Ama hile ile ama şike ile ama hakemleri de yanlarına alarak. Mutlaka hepsine bir kılıf uydurmayı kulüp-parti başkanları ve efendileri öğretmiş ve öğretecektir.

Spor camiası bu, mutlaka bir tepe kurumu kuruluşu olacaktır. Buyurun size futbol federasyonu. Her yıl şampiyona süresince gözler onlara dönmeden olmaz. Mutlaka açıklamaları kulüp başkanlarından önemlidir. Mutlaka onlar kulüp başkanları üzerinde bir vesayet kurmuşlardır. Taraftar ne yapsın, federasyonsuz spor mu olur? Federasyon olmazsa canından çok sevdikleri, karşılıksız sevgilerini verdikleri renkler, armalar, formalar olabilir miydi? Birileri gelir o en sevdikleri renkleri alıverirdi ellerinden ve kaybederlerdi maazallah. Federasyon turnuvayı düzenler çünkü yetki sahibidir. Bir karar alıp küme de düşürebilir, bir karar alıp takımı hükmen mağlup de sayabilir. Ne zaman bir takım ben işimi gücümü bilirim, sizin yönlendirmeniz olmasa da bu futbolu kuralına göre oynarım demeye kalksa federasyon sinirlenir. Bazen doğrudan kendisi bazen ise hakemler kanalıyla çeki düzen verir liglere. Aslına bakarsanız hiçbir kulüp istemez federasyonun bu kadar etkili olmasını, bırakın bu işi biz kendimiz yaparız der ama öyle köklüdür ki kurumsal yapı, öyle alışılmıştır ki federasyonun etki ve yetkisine, bir türlü oyun dışına çıkarılamaz federasyon. Dolayısıyla federasyon ile de iyi ilişkilere sahip olmak her kulübün hayrına olacaktır. Taraftar bu durumun neresinde mi? Taraftar sadece takımının iyi olmasını isterken bir şekilde federasyona uğrar yolu. Ve yaptığı iş bellidir. Ya bahçeyi süpürecektir ya da izmaritleri toparlamakla mükelleftir. En azından bunları yapmasını borç bilir. Çünkü çok sevdiği takımlarının varlığı, oynadığı oyunlarda aldığı başarılar vs. hepsi federasyon sayesindedir(!).

Taraftarın durumu maalesef her zaman edilgendir. Çünkü etken olmak için eline ne fırsat sunulmuş ne de böyle bir durumun varlığından haberdar edilmiştir. Oysa stadyumu dolduran on binlerce kişidir taraftar ve her sene aldığı kombineler (ki unutulmasın vergi karşılığı) takımı ayakta tutmaktadır. Kendi arasında örgütlenmeyi bilse yapabileceği çok şey vardır ama bu ne kulüp başkanının, ne hakemler birliğinin ne de federasyonun işine gelmediği için her deneme başarısızlıkla sonuçlanmaktadır. Düşünün işte bir kulübün bilmem kaç tane taraftar derneği vardır. Hizipler sokulur araya, bir araya gelmeleri engellenir. Çünkü birlikten kuvvet doğabilir ve bu kuvvet ile taraftarlar kulübü, hakemleri, federasyonu ele geçirebilir. O zaman kıt kaynaklardan taraftarlar da yararlanırsa, ne kulüp başkanı ne hakemler birliği başkanı ne de federasyon başkanı ve tabiî ki onların destekçilerinden ibaret olan küçük bir grup mevcut rahatlık ve zenginliklerini bulamazlar. O zaman ne yapmak lazım; arma-forma ve renkler ile taraftarları kandırmaya devam edelim, ne de olsa onlar bu değerlere saygısızlık etmeyecek ve bu değerleri karşılıksız sevecek kadar temizler. Ve ceplerindeki son parayı bile çoluk çocuğuna vermek yerine karşılıksız sevdikleri takımları için kombine biletlere verecekler. Bizler de (kulüp-hakemler-federasyon) olarak rahatımızı koruyabileceğiz.

Beşiktaş bu akşam Vikingur ile oynayacak ve tabii ki ben de en azından TV başında yerimi alacağım ve Quaresma’yı izleyeceğim. 12 Eylül gelecek ve ben sandık başına gidip referandum için oyumu kullanacağım. Ve sonra yeni akademik dönem başladığında da harç paramı yatıracağım. Babamın ve ablamın maaşlarından yapılan kesintiler zaten süreklilik içerisinde devam ediyor. Buyurun hükmü siz verin…