25 Eylül 2011 Pazar

Sıfır Sorunlu Dış Politika Nereye?



Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Hoca şahsında sık sık eleştirilen “Komşularla Sıfır Sorun” politikasının tamamen iflas ettiği ve hatta “Komşularla Daha Çok Sorun” haline geldiği söyleniyor şu günlerde. Dış işlerimiz yahut dış ilişkilerimizin tozpembe olduğunu söylemek elbette doğru değil. İsrail ile başlayan krizin ne kadar derinleştiğini görmemek için at gözlüğü takmak gerekiyor. İran’ın Suriye’ye olan desteği ve Türkiye’nin Suriye’de Esad yönetiminin kalemini kırdığı ABD ile birlikte daha dün Erdoğan-Obama görüşmesinde net şekilde ortaya çıkmışken iki sınır komşumuz İran ve Suriye ile sıfır sorunluyuz diyemeyiz. Tüm bunların üzerine Kıbrıslı Rumların doğal gaz arama merakıyla Doğu Akdeniz’in yeniden gerildiğini de ifade etmek gerekiyor. Bu gelişmeleri yalın bir şekilde okuduğumuzda“sıfır sorun hak getire neredeyse savaşın eşiğindeyiz” bile diyebilirsiniz. Ancak konu göründüğü kadar basit ve yalın değil. Türkiye’nin komşularla iyi ilişkiler kurmak amacıyla yola çıkması ve bunun komşularca kabul edilmemesi sanıyorum bu politikayı yanlış olarak itham etmemizi gerektirmiyor.
Türkiye’nin bugün Suriye ile yaşadığı problem dolaylı olarak İran ile arasının açılmasına neden oluyor. Esasında İran ile Türkiye’nin bölgede hiçbir zaman açıkça ifade edilmeyen iki rakip ülke olduğu gerçeğini Suriye meselesi kaşıyor da denilebilir. Sıfır sorun politikasının başlangıcını oluşturan Suriye ile ilişkilerin bugüne nasıl geldiğine bakmadan Türkiye’nin politikasını başarısız olarak nitelemek doğru olmayacaktır. Tunus’ta başlayıp Mısır’la devam eden ve Libya’da süren“Arap Baharı” Suriye’yi de etkileyecekti. Türkiye bu konuya Arap Baharı diye anılan süreç henüz başlamamışken defalarca atıf yaptı. Sadece Suriyeli muhataplar değil İran da dâhil olmak üzere bölge ülkelerinin tamamına “halkın taleplerine kulak verin”, “demokrasinizi gözden geçirin”, “insan haklarına ihtimam gösterin” şeklinde çağrılar ve tavsiyeler defalarca dile getirildi. [1] Türkiye bu çağrılarını Başbakan Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da bölge ülkelerine yaptığı her ziyarette yineledi ve Ortadoğu coğrafyasına özel ihtimam gösterdi. Çünkü Ortadoğu coğrafyasında çıkacak yangın en önce Türkiye’yi etkileyecekti. Nitekim küsleri barıştırma girişimleri, arabulucu olma inisiyatifleri hep bu politikaların yansımasını oluşturuyordu.[2] Türkiye tüm bunları yaparken diğer yandan da ekonomik kalkınmasını hızla sürdürüyor ve ekonomisini dünyaya açıyordu. Buradaki gaye ise bir çekim merkezi oluşturmak refah örneği olarak önce ekonomik sonra siyasi düzlemde Ortadoğu coğrafyasını etkilemekti. Çünkü istediğiniz kadar demokrasi ve değişim çağrısı yapın bu değişimin ekonomik bir altyapısı olmadığı sürece gerçekleşmesi mümkün değildir. Değişim eş zamanlı olarak hem ekonomik ilişkilerin geliştirilmesini hem de bu süreçte siyasi diyalogun artarak etkileşimin oluşmasını sağlayacaktı. Nitekim bugün Mısır’dan Libya’ya ve Tunus’a kadar Türkiye’nin bir model oluşturduğu, batılı demokrasisi ile İslam anlayışını bir arada yaşatabilen tek bölge ülkesi olduğu gerçeği kabul görmüş durumdadır.
Peki, bu açılım, değişim ve uyum Suriye ve İran özelinde neden oluşmadı. Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Hoca Suriye lideri Esad ile belki de tarihin en uzun diplomatik görüşmesini yaparak daha önce defalarca dile getirilen gerçekleri ve reform taleplerini son kez iletmişti. Başlangıçta Esad’ın bazı küçük hamleler ile bu görüşmeden olumlu etkilendiği düşünüldü ancak daha sonra herkes gördü ki Suriye’de Baas Rejiminin değişmesi mümkün değil. Belki de Esad reformları yapıp belirli bir seçim takvimi koysaydı tarihe geçen lider olacaktı ama bugün görünen o ki yaptığı katliamlar ve sürecin sonunda da devrik bir lider olarak tarih sayfalarında yerini alacak. İran’a gelince ise İran 1979 devriminden beri batıyı şeytanlaştırıp içeride iktidarını koruyan ve besleyen bir kapalı rejime sahip ve Ortadoğu’da belirli başlı aktörlere destek vermek kaydıyla etkili bir aktör olma hevesinde. Lakin değişen dünya koşullarında İran’ın da bu söylem ve yöntem ile aynı politikalarını sürdürmesi mümkün görünmüyor. Nitekim İran’da da Ahmedinejad’ın yeniden seçildiği son seçimlerde büyük muhalif gösteriler düzenlenmişti. Türkiye İran ile diyaloğunu da hep bu yukarıda bahsettiğimiz değişim ve dönüşüm üzerine kurdu. İran’da etkili tüm aktörler ile ilişkilerini eşit ve iyi tutmaya özen gösterdi ancak İran’da iktidarın varoluş nedeni olan batı karşıtlığı noktasında Türkiye’nin politikalarının çok etkili olması zaten beklenemezdi. İran’ın bölgede yaşanacak değişim ile birlikte yalnızlaşması ve böylelikle dönüşüm sürecine dâhil olması bekleniyordu da denilebilir. Sıfır sorun politikasının belki de en son ayağı İran’dı ve İran buna mecbur bırakılmak isteniyordu. Nitekim bugün Türkiye ile Mısır arasında kurulan iyi ilişkilerin ilerleyen dönemde bölgeye yapacağı etkilerin İran’ı zorlayacağı ve yalnızlaştıracağı beklenmelidir.
Türkiye “sıfır sorun” politikasını oluştururken ve uygulamaya başladığında bölgeyi derinden sarsan “Arap Baharı” henüz başlamamıştı. Arap Baharı’nın ortaya çıkardığı kaos ortamıyla birlikte Türkiye’nin sıfır sorun diyerek bölgede aslında yumuşak bir geçişin temellerini atma çabasını yürüttüğü net bir şekilde belirginleşmiş oldu. Fakat siz ne kadar değişim ve dönüşüm deseniz ve bunu normal koşullar altında oluşturmaya çabalasanız bile bu değişime direnç gösteren noktaların ortaya çıkması ve sizin söylemlerinizi başarısız gösterme girişimi olacaktır. Tam bu noktada bölgede giderek yalnızlaşan İsrail ve İran’ın (dolayısıyla Suriye) Türkiye’nin değişim treninin hızını kesmeye çalıştığını söylemek çok yanlış olmayacaktır. Bölgede oluşan ve devam eden demokratik dönüşümün İran rejimini ve İsrail’in güvenlik eksenli zamanı geçmiş politikalarını tehdit ettiğini düşünürsek bu değişim ve dönüşüme öncülük etme çabasında olan Türkiye ile sorun yaşamaları veya Türkiye’ye sorun çıkarmaları anormal değildir. Ancak bu iki ülke özelinde ve Avrupa Birliği’nin başat güçleri Fransa ve Almanya’nın da Türkiye’nin büyüyen önemi ve Doğu Akdeniz’e dair hedefleri bağlamında Türkiye’nin zora sokulma girişimlerini “sıfır sorun” politikası başarısızlığa uğradı diye değerlendirmek hakkaniyetli bir yaklaşım olmayacaktır. Evinizin de içinde olduğu bir apartmanda sorunların çözülmesi, refah düzeyinin artması, yönetimin özerkleşmesi ve bireylerin yönetime katılmasını teşvik ettiğiniz için sırf birilerinin menfaatleri bozulacak diye sizi başarısız ilan etmeleri ne kadar doğru bir yaklaşımdır?  İşte Türkiye kendi coğrafyasında tüm bu talepler ışığında oluşturduğu “sıfır sorun” politikasını büyük bir çaba ve özenle yürütürken aslında sorunları ortaya koyarak sorunsuzluğu halen daha teşvik etmektedir. Bugün Ortadoğu’da İsrail’in bir sorun olmadığını kim iddia edebilir, İran’ın içe kapalı ve batıyı toptan yok sayan yaklaşımlarını kim doğru bulabilir? Fransa-Almanya güdümlü Avrupa Birliği politikalarının AB içine hukuksuzca aldığı Kıbrıs Rum kesiminin de Doğu Akdeniz’de bir başka sorunu işaret ettiği de Türkiye’nin “sıfır sorun” temelli proaktif dış politika yaklaşımı neticesinde daha açık bir şekilde görülebilmiştir.
Sonuç olarak Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Hoca özelinde eleştiriyi bir kenara bırakalım zaman zaman hakarete maruz kalan “sıfır sorun” politikası aslında işlevini sorunların ve bu sorunun taraflarının açık bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamak açısından yerine getirmiştir. Ahmet Davutoğlu Hoca’nın Stratejik Derinlik kitabı dikkatle incelendiğinde sorun alanlarına yapılan atıflar ve hepsinin birbirini kilitleyen yapıları açıkça anlaşılacağı gibi bu sorunlardan birindeki sıkışmayı yerinden oynattığınızda diğerlerinin de mevcut hali ile kalamayacağını da görebiliriz. Nitekim Türkiye – İsrail eksenli sorunların Filistin’i, Filistin Sorununun ise Kıbrıs Sorunu’nu doğrudan etkilediğini şu günlerde açıkça görebilmekteyiz. Diğer tarafta ise İran’ın aslında Türkiye’ye karşı gizli bir bölgesel rekabet yaklaşımı olduğunu ve bölgede güçlü ve lider Türkiye’yi hazzetmeyeceğini de söyleyebiliriz. “Sıfır Sorun” politikası başarısız söylemlerini oluşturanlar ve buradan siyasi rant devşirmek isteyenlerin ise öncelikle fikre fikir, projeye proje ile karşılık vermeleri gerekiyor. Özellikle konu dış politika olduğunda atılan adım ve izlenen politikaların Türkiye’nin geleceği açısından ehemmiyetli olduğunu idrak etmek ve başarısız olsunlar da sevinelim demek yerine eksik yönler varsa tamamlamak, yok eğer tümden yanlışsa doğruyu söylemek gerekiyor. Aksi takdirde niyet üzüm yemek değil bağcı dövmek oluyor.



[1] Cumhurbaşkanı Abdullah Gül henüz Dışişleri Bakanı olduğu dönemde İslam Konferansı Örgütü Toplantılarında “Eğer kendi evimizi düzene koymazsak başkası müdahale imkânı bulur” diyerek bölge ülkelerine tarihi olarak nitelendirilebilecek “değişim” çağrısını çok önce yapmıştı.
[2] Hamas ile El Fetih arasındaki problemleri çözmek konusunda yapılan girişimler, Suriye – İsrail, Irak’ta Sunni ve Şiiler arasındaki arabulucu çalışmaları.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder