29 Kasım 2011 Salı

Türkiye Yine Demokrasiyle İyileştirilecektir


Bir önceki yazısında Türkiye’nin Hegel’in diyalektiğinde olduğu gibi tez, antitez ve sentezi siyasal ortamda yaşadığına hükmeden bu fakir, fecaat bir Kemalist tezden sonra çok yeni başlayan ve halen devam etmekte olan Tayyibist bir antitezi yaşadığımızı bazı örneklemeler ile açıklamıştı. Yazının sonunda ise “sentez” olarak nitelendirdiği Demokratik Türkiye’nin çok yakın bir gelecekte mümkün olacağı kehanetinde bulunmuştu. Peki, nedir bu “sentez” veya “Demokratik Türkiye”?

Demokrasinin çok partili bir siyasi sistemin her bilmem kaç yılda bir sandığa gidilerek iktidar veya koalisyon belirlediği ve bu belirlenirken şeffaflığın ve seçim güvenliğinin tesis edildiği bir yöntem/sistem/anlayış olduğunu düşünüyorsak bugün hakikatten demokratik bir Türkiye var diyebiliriz. Lakin ben demokrasinin temel ilkelerinin bizlere gerçek bir demokrasi sunduğuna kanaat getirmiş değilim. Demokrasinin temel ilkeleri akademik literatürde şu şekilde verilmektedir:              

1. Siyasal makamların seçilerek iş başına gelmesi 2. Seçimlerin düzenli aralıklarla tekrarlanması, 
3. Seçimlerin serbest olmalı 4. Birden çok siyasal parti olmalı 5. Muhalefetin iktidar şansı olmalı     6. Temel kamu hakları tanınmış olmalı ve güvence altına alınmalı. 

Evet, Türkiye’de siyasal makam seçilmekte, seçimler düzenli olarak yapılmakta, seçimler şeffaf ve serbest olarak gerçekleşmekte, birden fazla hatta çok fazla siyasi parti yarışa katılmakta, muhalefetin iktidar şansı(!) iyi çalışırsa elbette var. Son ilke olan kamu hakkı tanınması ve güvence altına alınması konusunun da yok olduğunu iddia edemeyiz. Ancak başlarken söylediğim gibi bu 6 ilkenin kendi şartları içerisinde uygulanıyor olması Türkiye’nin demokratik olduğu sonucuna varmamızı sağlamıyor. Zaten akademi de bu ilkelerin asgari şartlar altında bir demokrasiyi bize bahşedeceğini işaret ediyor. Bu ilkesel yaklaşımda Türkiye’nin 1946’da çok partili hayata geçmesi ile birlikte demokratik bir ülke olduğunu söylemek yanlış olmayacak. Bu açıdan Atatürk diktatör müydü, Atatürk dönemi Türkiye’de demokrasiden söz edilebilir mi gibi soruların da cevabı bir ölçüde verilmiş olabilir. Türkiye’nin çok partili hayata geçmesi ile birlikte asgari bir demokrasiye kavuştuğunu tespit ettikten sonra bu demokrasinin askeri darbeler ile sekteye uğratıldığını da söylemek gerekiyor. 1960 darbesi, 1971 muhtırası, 1980 darbesi, 28 Şubat 1997 post-modern darbesi bu anlamda demokrasiyi sekteye uğratmış en son 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıra ise Ak Parti’nin tabir yerindeyse dik duruşu sayesinde demokratik işleyişe herhangi bir etki gerçekleştirememiştir.

Türkiye’nin demokrasinin 6 temel ilkesi bağlamında genel bir fotoğrafını çektikten sonra demokratikleşememesi sorununa da göz atmak gerekiyor. Türkiye’nin demokratikleşememesi sorunsalının temelinde askerin etkinliği politikanın yetkin olmayışı ve en önemli unsur olarak da halkın yani milletin demokrat bir tavrı benimsememiş olmasını sayabiliriz. Türkiye’yi kuran kadroların neredeyse hemen hepsinin asker kökenli olması bu anlamda askerlere son sözü biz söyleriz ve Türkiye’nin yönünü biz tayin ederiz gibi ayrıcalıklı bir ruh hali kazandırmıştır. Biz kurduk öyleyse biz yönetiriz ruh halinin sirayet ettiği asker bu mantıktan hareketle kendisine göre tehdit saydığı her unsuru yok etmek için elinden geleni yaparken vatandaşını da çeşitli zulüm ve sindirmelere maruz bırakmıştır. Politikacılar ise elinde silah olan bu askerlere karşı her zaman bir tedirginlik içerisinde hareket ettikleri için son kertede en stratejik kararlar ve politikalar askerlere havale edilmiş yahut edilmediyse de askerler bu noktada politikacılara manevra alanı bırakmamıştır. Sonuç olarak seçilen politikacılar teamül olarak kendi atadıkları askerlerin çizdiği sınırların dışarısına çıkamamıştır. Çıktıkları yahut çıkmak istedikleri zaman ise asker Türkiye’nin kurucu ve kurtarıcısı olmak namıyla politikaya en sert darbeyi vurmuştur. Türkiye’nin demokratikleşememesinin üçüncü ve önemli unsuru olarak saydığımız halkın demokrat bir kültüre sahip olmayışı ise gerek tarihi gerekse kültürel etkilerin bir doğal sonucudur. Bugün halen daha çoğumuzun kullandığı “devlet baba” tabiri ve her iyiliğin ve kötülüğün bu babadan beklenmesi bunun en somut örneğidir. Devlet baba dövse de yeridir sövse de yeridir millet için, çünkü millet devletini her zaman baş tacı etmiştir. Oysa Şeyh Edebali’nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” deyişi yine bu milletin kalbinden çıkan ve devletin varlığını sağlayanın insan unsuru olduğunu işaret eden bir yaklaşımdır. Aslında milletin devleti baş tacı etmesini de çok yadırgamamak gerekir. Çünkü 2 milyon metrekareyi geçen toprak büyüklüğüne sahip kocaman bir imparatorluk 8-10 yıllık bir süreç içerisinde Anadolu yarımadasına sığacak ölçüde daralmış, devletin yok olma tehlikesi zuhur etmiştir. Bunun üzerine yeni kurulan devletin varlığı ve buna armağan edilen insan varlığı sosyolojik açıdan bakıldığında çok anormal karşılanamaz.

Bugün Türkiye önceki yıllara nispetle demokrasisini çok daha iyi noktalara getirmiştir. Avrupa Birliği’ne üyelik hedefinin katalizör olduğu hızlı demokratikleşme reformları ile birlikte Türkiye’de hukukun üstünlüğü, seçilmişlerin son sözü söylediği ortamın tesisi ve halkın dünyanın yeni dinamikleri ile birlikte politikaya daha etkin katılma çabasında olduğu bir dönemi yaşamaktayız. 12 Eylül 2010 referandumu ile askeri vesayeti ve yargı vesayetini ortadan kaldıran değişikliklere %58 ile destek çıkan Türkiye halkı, bir kısım entelektüel ve sivil toplum kuruluşunca zikredilen “Yetmez ama Evet” sloganına sarılmıştı. Demokratikleşmeye evet ama bu kadarla olmaz diyen bu yaklaşım Türkiye’de sivil toplum mantığının da geliştiğini ve siyasi iktidarın seçimler vesilesiyle iş başına geldikten sonra da toplum tarafından denetlenip baskı altında tutulacağına işaret ediyordu. “Hepimiz Hrant’ız” diyen, sokaklarda görünürlüğü daha çok artan, askeri darbelere karşı omuz omuza duran, özgürlük taleplerine daha fazla alaka gösteren yeni bir Türkiye toplumu ile karşı karşıyaydık. İşte tam bu noktada önümüze demokrasinin kimin eliyle nasıl gerçekleştirildiği sorunsalı çıktı diyebiliriz. İktidar partisi demokrasiyi getirdiğini, Türkiye’yi demokratikleştirdiğini ifade ederken genel olarak halkın bu talebine dayanmaktan ziyade “biz yaptık” ruh hali ile hareket etmeye başladı. “Yetmez ama Evet” diyen liberal kanat ile özgürlük taleplerini dillendiren halk kitleleri iktidar partisini bu anlamda itelememiş de kendileri demokrasiyi Türkiye’ye bahsetmiş gibi bir ruh hali iktidar partisinde görülmeye başladı. Tam da bu noktada Sartori’nin iktidarın demokrasiyi tekeline almasına müsaade etmeyen yaklaşımı, yani demokrasiyi iktidarın eline bıraktığımızda demokrasiyi geliştirecek ve demokrasi idealine sıkı sıkıya bağlı alternatif iktidar öğelerinin devre dışı kalacağını söyleyen Sartori, bu durumda da halkın yönetim işlevini göstereceği bir alanın kalmayacağına işaret etmektedir. Somutlaştıracak olursak eğer demokrasi bize Ak Parti’nin bahşettiği bir şey değildir, eğer buna inanır ve demokratikleşmeyi Ak Parti’nin eline bırakırsak, halkın, yani sivil toplumun yönetime katılma işlevi otomatik olarak kaybolur ve ancak seçimden seçime oy kullanmak şeklinde tezahür eder. Bu durum ise bizi, iktidar marifetiyle kurulan demokrasinin ne kadar ileri gidebileceği sorgulamasına götürmektedir. Belki de Türkiye’de son dönemde Avrupa Birliği reformlarına olan ilgisizlik, askeri vesayete ilişkin anayasal düzenlemelerin yasal düzenlemeler ile desteklenmemesi ve bunun aksine Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu ile ilgili düzenlemelerin aciliyle yapılması, yeni anayasaya ilişkin heyecansızlık ve motivasyon kaybı, sporda şikeye ilişkin cezanın bir gece oylaması ile indirilmesi, vicdani reddi gündemine almayan ve bunun yanında profesyonel ordudan da bahsetmeyen tutumlar, Deniz Feneri davasının ortadan kaybolması, Balyoz ve Ergenekon davalarının ise akamete uğratılıyormuş gibi görünmesi… gibi somut olaylar iktidarın tekeline bırakılan demokrasinin ilerlemeyişi, kendine göre bir demokratik alan yaratan iktidarın daha öteye geçmede hevessiz kalması şeklinde açıklanabilir.

Son kertede Demokratik Türkiye zamanında Atatürk’ün cumhuriyeti kurarken Karabekir Paşa’ya söylediği iddia edilen “Cumhuriyet öyle herkese sorularak ilan edilecek bir şey değildir” sözünün aksine “demokrasi iktidarın tekeline bırakılacak kadar basit bir şey değildir”. Bu noktada eski Türkiye’nin asker ve yargı bürokrasisi şeklinde tezahür eden zinde güçleri bugün yani yeni Türkiye’de sivil toplum ve sivil toplum kuruluşları olmalıdır. Sartori, iktidarın mutlakiyet halini almasının önüne geçmek ve tüm iktidar kaynaklarının tek elde toplanmasını önlemek için iktidarın merkezde toplanmasının engellenmesi gerektiğini savunur. İktidarın bölünememesi durumunda çevrenin hiçbir hakkı olmayacaktır, üstelik buna direnme ve rıza göstermeme hakkı da dâhildir. Toplumsal sistemin bütünüyle kuvvete dayalı bir örgütlenme etrafında birleştirilmiş olması tehlikeli fakat olası bir sonuçtur. Sartori esas ilgisinin iktidarın nasıl bölünür ve paylaşılır hale getirileceği sorunu olduğunu söyler. Çünkü iktidarın bölünmesi durumunda iktidarın mutlaklaşması gibi bir sorun devre dışı kalacaktır. Böylelikle de iktidarın alanı eksildiği ölçüde demokratik siyasetin önü açılmış olacaktır. Bugün iktidarın alanını eksiltecek, daraltacak ve baskı altına sokacak yegâne unsur “sivil toplum”. Tabii burada hangi sivil toplum sorusunun da gündeme geleceğini unutmamalıyız. İktidarın fonladığı ve yönlendirdiği bir sivil toplumun iktidarın alanını daraltmak bir yana genişleteceğini biliyoruz. Peki diğerleri, yani iktidarın fonlamadığı sivil toplum çalışmaları nasıl ayakta kalacak? İşte burada devlet babacı olmayan, kendi imkânlarını oluşturabilen ve bu anlamda nitelikli işler üreten sivil topluma ihtiyaç doğuyor. Demokratik Türkiye’yi de oluşturacak olan, tüm farklılıkları zenginlik kelimesiyle anan, çoğunlukçu değil çoğulcu bir perspektife sahip sivil kitlelerdir. Bunun zamanı nedir ve ne zaman oluşur sorusuna ise yine Sartori’nin cümleleri ile bakalım: “Koşullar değişmesine rağmen demokrasi hep gelişim göstermiştir. Bu, halkların kendi özgürlüklerine verdikleri önemi göstermektedir. Çünkü özgürlük, koşulların değiştirilmesi için başlangıçtır; dahası koşullar, koşulların kendilerine duyulan güvensizlik ifade edilmeden değiştirilemez.” Şimdi de tezimize dönelim. Kemalist teze olan güven bitip ona dair duyulan güvensizliklerin ifadesi ile birlikte Tayyibist tez, yani bize göre antitez başlamıştı. Şimdi ise Tayyibist teze olan güvensizliği yavaş yavaş duymaya, hissetmeye ve hatta küçük küçük ifade etmeye başladık. Sanıyorum bitişin başlangıcına girildi bu süreçte. 

Peki ya sentez, işte bu konuda sanırım Türkiye’nin “Sartori” den alacağı ciddi dersler var. Hem ne diyor Sartori: “Demokrasi yine ve sadece demokrasinin kendisi ile iyileştirilecektir…”

Twitter  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder