3 Aralık 2011 Cumartesi

Boşnak Bir Muhacir...

Muhacirlik zor iştir. Zorluğu olduğun, kendini ait hissettiğin yerlerden uzaklaşmak "zorunda" kalmaktan ileri gelir. Lakin zorunluluk olan herşey kelimenin tabiatı gereği "zor" olmaktadır. Muhacirliğin en zor yanı ise kültürüne, diline ve toprağına hasret kalmaktan öte tüm bunları zaman içinde unutma veya bu değerlere karşı yozlaşma içerisine girmekten gelmektedir. Muhacir olmak çok evveliyatı olan ve kutsiyetle anmamız gereken bir duruma işaret eder. Hz. Muhammed (Sav) ve diğer müslümanların baskılara maruz kalması sonucu Mekke'den Medine'ye hicret yani göç etmesi ile kazandıkları sıfattır muhacirlik. Karşılayanlar ise ensar olmuştur. Mekke'den peygamber efendimiz ile birlikte Medine'ye göç eden müslümanlara kucaklarını açan Medineliler, yardım eden, herkese iyilik eden anlamını taşıyan ensar sıfatına nail olmuşlardır. Nitekim muhacirlerin hicreti bir hayra da vesile olmuş ve Medine'de İslam Devleti'nin temelleri atılmıştır. 

Muhacir olmak hem kutsal hem de zor çünkü rahmet ancak zahmet ile mümkün. Türkiye'de halk dilinde "macır" olarak kullanılan muhacir kelimesi en çok Bulgaristan, Yugoslavya ve Arnavutluk olmak üzere Balkan coğrafyasından anadolu topraklarına gelen ve ayrıca Osmanlı-Rus harbi neticesinde Kafkasya'dan yine anadolu coğrafyasına göç etmek durumunda kalan halklar için kullanılır. Özellikle Marmara Bölgesi'nde Balkan coğrafyasından gelen yoğun bir göçmen yani muhacir nüfus yaşamaktadır. Yazıyı kaleme alan bu aciz kulun da ailesi 20. yüzyılın başlarında Bosna-Hersek'in başkenti olan Saraybosna'dan anadolu coğrafyasına göç etmek durumunda kalmıştır. Zira hepimizin bildiği üzere o dönem yoğun göçlerin yaşandığı bir dönemdir ve bizim ailemiz de muhtemelen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun 1908 yılında Bosna-Hersek'i ilhak etmesi ile birlikte anadoluya göç etme kararı almıştır. Muhtemelen diyorum çünkü bu konuda henüz tarih biliminin olmazsa olmazı bir evrak yahut bir belge sahibi değilim. Hal böyle olunca da o belgeyi bulmak ve kendi tarihimi netleştirmek için birşeyler yapmak derdindeyim. Bu dert öyle birşey ki muhacir olmakla anlatılabilir ancak. Topraktan gelen insanın toprağa gitmesi gibi... O arada geçen "yaşam" veya "hayat" dediğimiz ve başlarken uzun sonuna geldiğinde çabucak geçti dediğimiz senelerin zorluğu gibi işte.

Malum ortada halimiz, Avusturya-Macaristan'ın ilhakı ile olduğunu düşündüğüm bir zorla göçe maruz kaldık. Zorla diyorum çünkü babamın dedesi olan ve babama ismini veren Üzeyir Dede herhalde rahat kendisine battığı için Anadolu yollarına düşmemiştir. Arkada eşini bıraktı mı, eşi orada rahmetli oldu mu bilmiyorum ama bildiğim birşey var yeni bir eşi oldu kendisinin. Arkada bıraktığı eşinden bugün amcamın adı olan Nezir isimli bir evladı vardı ve o da çok genç yaşta hakkın rahmetine kavuşmuştu. Kısacası şecere epey karışık. Karışıklığına yine bir neden muhacirlik işte. Üzeyir dedemin ilk eşi olduğunu sandığım Muliya'nın Saraybosna'da vefat ettiği için mi kaldığını yahut terk-i diyar edemediği için mi Üzeyir dedenin yalnız geldiğini bilmiyoruz. Fakat mutlaka Muliya'nın yani Muliya ninenin halen daha Bosna-Hersek'te yaşadığını umduğum ve düşündüğüm çocukları veya hiç olmazsa torunları vardır. Bunu neden bu kadar önemsiyorum? Muhacirlik işte, doğmasan da dilini bilmesen de içini sızlatan ve seni çağıran birşeyler olduğunu biliyorsun. Hele ki burası Saraybosna ise bu ilgi için oradan gelen bir kökenin olmasına bile gerek kalmadığını anlatıyor tarih sana.

Muhacirlik demiştik, zor zanaat. Dilini yitirmişsin, kültürün ise öyle veya böyle yaşatılmaya çalışılsa da yıpranmış, yok olmadıysa bile var olamamış. Ama akvam-ı beşer işte, nereden geldi ise oraya gidecek ille. Sonuçta emir böyle... Başımız üzerine deyip yükü omuzlara yüklenmezsek, muhacirliğin zorluğunu hissetmez ve gün gelip ensar olamazsak vicdan nasıl rahat edecek?  Bosna-Hersek işte böyle bir kimlik bilinci zihnimde, yüreğimde ve fıtratımda. Ne uzmanıyım oraların ne de yabancısı. Orta şekerli kahve misali bir ucundan tutmuşum kimliğimin, ne o olmuşum ne onsuz kalmışım. Hoş biz Boşnaklar için şekersizi makbüldür kahvenin, belki de hep arada yaşamaktan, ortada hissetmekten tadımız kaçtığındandır. Ne Avusturya - Macaristan olabilmişiz ne de Sırbistan'a dahledilmişiz. Hep bir arada kalmışlık hali, ne Ortodoks ne Katolik, bizimki İslam'a değmeden önce Bogomillikmiş. Sonra 1463 senesi Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri ile Osmanlı idaresine girince İslam ile haşır neşir olmuşuz. Öyle bir ram olmuşuz İslam ile Boşnaklık Müslümanlık bilinmiş, Müslümanlığın Türklük bilinmesi gibi...

Şimdi kısmet olursa ben muhacirliğimin bitişine başlangıç etmek için Bosna - Hersek'e gidiyorum. Bitişe başlangıç diyorum çünkü gitmek, dolaşmak ve oradaki dostlar, kardeşler ile konuşmak ancak başlangıç olacaktır. Henüz 5-6 yaşlarında çocukken TV'den hatırladığım Bosna Savaşı'nı ve Srebrenitsa'da soykırıma uğratılan tarihimizi anlamak, muhacir olarak o tehlikelerden uzakta ve sıcacık evimizde olmanın rahatlığı ile mümkün değildir. Gitmek de yetmeyecek, gönül bağını söylemde değil eylemde gösterebilmek ve muhacir olarak geldiğim Anadolu coğrafyasından başım dik alnım ak geri gidip ensar olabilmek için henüz yolun başındayım...

Bosnalı Burak Yalım








3 yorum:

  1. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. BAMBAŞKA
    Doktor, benim derdim bambaşka bir dert;
    Ağrıyan yerimi sorma boşuna.
    Yazdığın reçete değer mi zahmet?
    Kağıtla kalemi yorma boşuna.

    Kerem eyle, fayda vermez yardımın;
    Tıp ilminde çaresi yok derdimin;
    Her tarafı gurbet olmuş yurdumun;
    Düşünceme tuzak kurma boşuna.

    Gönlüm yığın yığın hasret yüklüdür;
    İçimde tarifsiz keder saklıdır
    Sökemezsin yaralarım köklüdür;
    Merhem sürüp, sargı sarma boşuna.

    Dost yolları nakışlandı kanımdan;
    Sevdiklerim vergi keser canımdan;
    Sükuta muhtacım, ayrıl yanımdan,
    İncitip günaha girme boşuna.

    ABDURRAHİM KARAKOÇ

    YanıtlaSil
  3. İNSÂN-I KÂMİL
    “Benlik” beşerin, kendine has bir vücûd atfıdır.
    “Kemâl”, Hak’la bâkıy olup, bu serâbın mahvıdır.
    “İnsân-ı Kâmil”dir ancak bu tekâmüle sâhib;
    Beşer ancak bu vasıfla edilmiş olur tezhib.
    “Vücûd tekdir:Hak’ka mâhsus! Bölünmez parçalara.
    Cümle âlem bu Vücûd’da gelmektedir zuhûra.
    “Nefis” bu idrâki sırlar; “Ruh” ise bâkıy kılar.
    İnsân ifnâ-i nefs ile “Hakîkât”lara dalar.
    Bu idrâki, Kâmil İnsân, nasıl uygular hayret!
    Adalet ve ihsân ile fehmedilir bu kesret.
    Bu idrâk ile yaklaşır eşyâya ve beşere;
    Rahmân’ın mazharı olur hem hayra ve hem şerre.
    İnsân’ı Kâmil Şer’i Şerîf’e eder ittibâ;
    Bunlar:mürebbi’ ve emrâz-ı beşere etibbâ.
    Ahvalleri levn-i beşer ile olsa da telvin,
    Hepsi “Nûrânî”,hepsi hassu-l havassıdır Kevn’in.
    Olmasa İnsân-ı Kâmil insanlık eder sukut.
    Rengiyle, mücevheratta, misaldir ona yâkut.
    Kibrît-i Ahmer’dir, bil ki her bir İnsân-ı Kâmil;
    İhya eder gönülleri, ulvî sırrı da tahmil.
    İnkılâb eder altına paslı kalp, himmetiyle;
    Kutbiyyeti musaddaktır ihvana hizmetiyle.
    Ya Rab! Yakîn kıl bizleri İnsân-ı Kâmil’lere
    Ki şevkle hâdim olalım “Sır’rını Hâmil’lere.


    facebookta fotoğrafla Abdurrahim Karakoç şiiri muazzam uymuş:)

    YanıtlaSil