28 Ağustos 2009 Cuma

Başbakan'ın “Take Off” Sınavı

Hiç unutmuyorum, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 60. hükümet programını açıklarken: “58 ve 59`uncu hükümet programları, Türkiye'nin bekleyen sorunlarına gerçekçi çözümler içermekteydi ve bu çözümlerin büyük bölümünü hayata geçirdik. Çok geniş bir alanda önemli mesafeler alındı. Türkiye artık kalkışa hazır hale geldi. Bu program, istikrar zemininde ilerleyen ekonomik ve sosyal gelişme sürecimizde bir `sıçrama dönemi` programıdır. Temel hedefimiz, Türkiye`yi take-off`a, `kalkış`a geçirerek, daha güvenli bir hıza ve yüksekliğe taşımaktır”... diyordu. Başbakan, Türkiye'nin yakın geleceğini uçağın kalkışı ile bir görmekteydi. Başbakana göre Türkiye artık bir uçak misali kalkış pozisyonuna gelmişti. Özellikle 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden sonraki ilk konuşmasına da bakıldığında ve -Türkiye'de siyasetin “yalan” üzere kurulu olduğunu düşünmediğimizde- bu yaklaşımlar samimi gelebilirdi. Nitekim aradan epey bir süre geçti ve maalesef Türkiye'de yaşanan gelişmeler kazın ayağının hiçte Başbakanın söylediği gibi olmadığını gösterdi.

İlk olarak global krizin “teğet geçeceği” beklentisi üzerinden büyük bir yanılgıya düşüldü. İktidar sürekli olarak ekonomik krizin Türkiye'yi çok etkilemeyeceği üzerinden politika üretiyordu ancak beklenen olmadı ve dünyayı ciddi anlamda etkileyen ekonomik kriz Türkiye'yi de büyük oranda etkiledi ve etkilemeye devam etmekte. “Ergenekon Davası” adı verilen ve Türkiye gündemine bir evde bulunan el bombaları ile girdiği günden bu zamana kadar gündemde en önemli yeri tutan konu haline gelen süreç maalesef çok iyi yönetilemedi. Türkiye bağırsaklarını temizliyor denilmişti. Esasen bugün baktığımızda “Ergenekon Süreci” söylenildiği gibi bir temizlik sürecidir. Bugün halen daha aksini iddia edenler olsa da Ergenekon Davası ile anılan hemen herkes meşru hükümeti “darbe” yoluyla devirmek, ülkeyi kaosa sürüklemek için büyük çaba sarfetmişti. Darbe günlükleri ile ortaya çıkan “ayışığı, sarıkız ve eldiven” isimli darbe planları sırf fantezi olsun diye bir komutanın kaleme alacağı şeyler değildir. Süreci izleyenler eğer birazcık particilik yapmazsa ve sırf AKP düşmanlığı olsun niyetiyle yaklaşmazsa, eminim “Ergenekon” adı verilen örgütlenmenin hiçte masum bir yapılanma olmadığını anlayacaklardır. “Ergenekon Davası” da maalesef iyi yönetilemeyen bir süreç haline geldi. Bugünlerde ve geçtiğimiz süreçte anlamsız tahliyeler maalesef önümüzdeki süreçte davanın sümen altı edileceği endişesini yaratmaktadır. Sürecin iyi yönetilememesinde en büyük sorumluluk yine hükümete aittir. Elbette bazı güç odakları dava ile birlikte ellerindeki rantı kaybetme korkusu ile hükümete çok fazla yüklenmişler ve davanın bir hayal ürünü olduğunu topluma empoze etmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Fakat bu süreçte maalesef hükümet de hamasi söylemleri ve adeta intikam alır gibi yaklaşımları ile süreci tehlikeli bir hale getirmiştir. Toplum gerçekleri görmekte ısrarcı olmasına karşın bilgi kirliliği ve sürecin iyi yönetilememesi neticesinde kayıtsız bir hale getirilmiştir. “Ergenekon Davası” hakkında ne düşünüyorsunuz sorusuna, bu işte birşeyler var ama biz de ne olduğunu anlayamadık şeklinde cevaplar her geçen gün artmıştır. Dolayısıyla kamuoyunun desteğini arkasına alamayan iktidar partisi bununla birlikte samimiyetini de yitirmiştir.

İşin diğer bir boyutu ise “Ergenekon Davası” ile tasfiye edilen kadroların ne şekilde doldurulacağı sorusundan hareketle büyük endişeler oluşturmaktadır. Siyaset elbette bir kadro işidir. Sağlam bir kadronun olmadığı siyasi hareket ve uyumlu bir kadronun olmadığı hükümet, elbette yeterince başarılı olamayacaktır. Fakat artık sokaklarda bile memur alımına ilişkin, polis kadrolarına alıma ilişkin konuşulan konular, ortada bir samimiyetsizlik olduğunu inancını körüklemektedir. Bir memur alımında adaya sorulan “Mehter Marşı mı yoksa İzmir Marşı mı” sorusu kadrolaşma konusunda nasıl vahim bir tablo oluştuğunun en açık örneğidir. Aynı şekilde sokaklarda bile konuşulur hale gelen, “Sen bizim yurtlarda 40 gün kal sonra biz seni polis yapacağız” tarzında dedikodular, gerçek olmasa bile vatandaşlarda ciddi endişeler yaratmaktadır. Maalesef AKP iktidarı da “torpil ve adam kayırma” gibi Türkiye'nin kronikleşmiş sorunları konusunda zan altında kalmış ve samimiyetini yitirmiştir. Özellikle işsizliğin büyük bir sorun haline geldiği son dönemde Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın oğlunun TOBB'da danışman sıfatı ile işe başlaması bu konuda derin kaygıların haklılığını ortaya çıkarmıştır.

Hükümetin “take off” a geçiyoruz nitelemesi içerisinde yer almamasına rağmen çözülmesi gereken önemli konulardan biri olan “türban sorunu” hakkında da sınıfta kaldığı gerçeği ortadadır. Muhakkak yaşanan engellemeleri görmezden gelemeyiz. Özellikle Anayasa Mahkemesi'nin, 410 milletvekilinin imzasını taşıyan yasa değişikliğini iptal etmesi, Türkiye'de yargının yasama üzerinde tahakküm kurduğu şeklinde yorumlara neden olmuştur. Muhakkak bu yorumlar gerçekçidir. Yasama organının yapmış olduğu bir yasa değişikliğini sadece usül yönünden inceleme yetkisi bulunan Anayasa Mahkemesi, mevcut rolünün dışına çıkmış ve içerik bakımından yasa değişikliğini ele alarak iptal etmiştir. Bunun normalmiş gibi karşılanması sanıyorum mevcut hukuk düzenine aykırı davranmakla eşdeğerdir. Bu engelleme, Türkiye'de iktidar olmanın muktedir olmak için yeterli olmadığı gerçeğini açıkça göstermesine rağmen AKP süreçte sadece mağdur rolünü üstlenmekle yine bir samimiyetsizlik göstermiştir. Hatırlayacak olursak eğer MHP'nin girişimleri olmasaydı, AKP bu süreci de savsaklayacak ve siyasi oyuncak halinde kullanmaya devam edecekti. Herşeyden önce bu gibi hassas konularda toplumu hazır hale getirmek ve gerginliği önlemek büyük önem taşımaktadır. Başbakan Erdoğan'ın “velevki siyasi simge olsun” yaklaşımı ne kadar doğru olsa da diğer bir açıdan toplumu germeye ve bölünmelere büyük bir öncülük etmiştir. “Velevki siyasi simge olsun” yaklaşımının doğruluğu üniversitelere siyasi parti rozetleri ile girişin sorun olmaması ile ilgilidir. Eğer siyasi parti rozetleri ile üniversiteye girilebiliyorsa, başörtüsü herhangi bir partiyi temsil etse bile yasaklanması mantıksızdır. Fakat süreç nedense insan hakları ve özgürlükleri temelinde ele alınmak yerine siyasi bir şekilde ele alınmış ve yapay sorun haline getirilen başörtüsü meselesinin çözümü mümkün olmamış ve halen daha sorun olmaya devam eder hale getirilmiştir. Maalesef Türkiye “take off” a geçiş sürecinde sürekli siyasal sebepler ile ve oy kaygıları ile yine ve yeniden aynı pozisyonda kalmıştır. Oysa “take off” dediğimiz sürece geçişin yolu, demokratikleşme ve insan hak ve özgürlükleri konusunda ileri adım atılması ile mümkün olacaktır.

Demokratikleşme ile ilgili yanılmıyorsam en önemli adımlardan biri de kültürel zenginliğin korunması ve kültürel farklılıklara tahammüldür. Türkiye'nin bugün en sıcak gündemini oluşturan “açılım” süreci işte tam da bu sebeple başlamıştır. Ancak yine ve yeniden “take off” pozisyonuna geçiş için hayati önem taşıyan bir süreç daha sakat olarak doğurulmuştur. İşin başlangıcı polis akademisinde 12 katılımcı ile İçişleri Bakanı'nın yapmış olduğu çalıştaydır. Çalıştaya maalesef belli isimler çağırılmış ve hergün aynı meclis çatısı altında birlikte iş yapılan muhalefet partilerinden hiç kimse o çalıştaya davet edilmemiştir. Dolayısıyla bu başlangıç muhalefet partilerince sorun olarak görülmüştür. İkinci büyük hata ise yola çıkarken yapılan yanlış adlandırmadır. “Kürt Açılımı” ismi ile başlayan süreç kısa bir süre sonra doğrusu bulunarak “Demokratikleşme Açılımı” ismi ile anılmaya başlanmıştır. Fakat daha başlarken yapılan hatalar, maalesef eli kulağında bekleyen provakasyoncuları ve çözümsüzlük yanlılarını harekete geçirmiştir. Nitekim süreç içerisinde demokratik taleplerin konuşulması yerine, iktidar partisi ve muhalefet partilerinin “namus ve şerefi” sorgulanmıştır. Bugün sürecin eskisinden daha çetrefil bir hal aldığını söylemek sanıyorum abartı olmayacaktır. Netice itibariyle toplumun tüm sinir uçları harekete geçmiştir. Bir tarafta, “imralı muhatap alınmalı” diyenler ile diğer tarafta “gerekirse 50 sene dağa çıkarız ama ülkeyi böldürtmeyiz” diyenler öte tarafta ise “bizleri terörist anneleri ile bir tutamazsınız” diyenler... Olumlu hiç mi gelişme yok diyecek olursak ise böylesi bir konunun elle tutulur şekilde kamuoyu tarafından tartışılır hale getirilmiş olması önemli bir gelişmedir. Ne kadar hararetli de olsa, bazı konular konuşulmaya başlanırsa eğer, toplumun tahammül seviyesi de o kadar ilerleyecektir. Demokratik toplumlarda hemen her konu tartışma ortamı bulabilmektedir ve bu bir bakıma Türkiye'nin demokrasi geleneğini bir nebzede olsa ileri taşımaktadır. Fakat süreç içerisindeki samimiyetsiz yaklaşımlar da gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim Türk – Kürt kardeşliğine vurgu yapmak, akan kanların durdurulmasını istemek, bin yıllık birlikteliğe atıfta bulunmak ve Türkiye'nin daha gelişmiş bir ülke olacağına inanmak bugüne has ve Başbakan'ın grup toplantısında yaptığı konuşmaya ait düşünceler değildir. Nasıl ki sözler bugüne ait değilse, dolayısıyla bu sözleri duyarak ağlamak da gerçekçi ve samimi değildir. Türkiye Cumhuriyeti devleti üzerinde 30 yıllık terör belası yaşanmış ve tek kelime ile hiçbir zaman Türkler Kürt kardeşlerine karşı taaruz ve saldırıya geçmemişlerdir. PKK ile Kürt kavramlarını her ne kadar bir arada gibi algılama durumu varsa da bu durum fiili bir hal almamıştır. Dolayısıyla bugün demokratik açılımı gerçekleştirmek için ortaya bir açılım koyarken, mevcut durumu geri götürme tehlikesi ile karşı karşıya kalmak istemeyiz.

Netice itibariyle 2007'den günümüze AKP iktidarı maalesef birçok konuda samimiyetsiz ve beceriksiz davranmıştır. Yiğidi öldür hakkını ver deyiminden hareket ederek AKP'nin yaptığı iyi işleri unutmamak gerekir. Ancak böylesi büyük bir iktidar gücü ile daha iyisini yapabilmek mümkün olabilirdi. Uluslararası konjonktürün de desteğini sonuna kadar ardında hisseden AKP eğer siyasi olarak bir rövanş mantığını kenara koyabilmiş ve tabandan gelen marjinal tepkilerle birlikte oy kaygısını görmezden gelebilmiş olsaydı, bugün “take off” pozisyonunda olmamız için birçok engel aşılmış olabilirdi. Türkiye'de iktidar olmanın muktedir olmaya yetmediği gerçeğinin bir kez daha altını çizerek AKP'nin bazı konularda çok da ileri adımlar attığını söyleyebiliriz. Fakat daha önce hangi iktidar partisi uluslararası sistemin desteğini bu kadar belirgin şekilde ardına alabilmişti ki? Gelecek seçimler 2011 yılında yapılacak ve AKP'nin “take off” için yaklaşık 2 senesi var. Dilerim bugüne kadar yapılan hatalar noktasında özeleştiri yapılıp, bundan sonraki günlerde daha uzlaşmacı ve tahammül sahibi bir iktidar görebiliriz. Önemli olan üzüm yemek olmalı ve bağcı dövme işini yapanlara karşı yek vucüt halinde durulmalı. Son Osmanlı Padişahı benzetmesi yapılan Başbakan Erdoğan dilerim Fatih Sultan Mehmet'in "Yerinde söz söylemesini bilen, özür dilemek zorunda kalmaz” sözüne vakıftır ve özür dilemek zorunda kalmaz.
29/08/09 BURAK YALIM

25 Ağustos 2009 Salı

Tarafsızlık, Bir Taraf Olamaz mı?


Sıradanlaşmaya başlayan günlerin için bir kırılma noktası. Belki çok klişe bir eylem olarak “Türkiye'nin Sorunlarını” tartışma durumundayız. Malum, memleket çalkalanıyor; şeref, namus, haysiyet nereden tutturabilirlerse yükleniyor siyaset erbabı birbirine. Biz de yeni yetişen gençlik olaraktan çok içinde olmasak da kıyısından ve köşesinden tutuyoruz meselelerin. Herkesin kendine göre bir bakışı var doğal olarak. Ama masa çok karışık. Önce bir alt jenerasyon ile ucundan giriş yapıyoruz meselelere ve akabinde memlekete dair daha ciddi meseleler ile uğraşmış ailelerden birinin kızı ile kızışıyor muhabbet. Bana sorsanız ben mahallenin kıyısının en köşesindeyim ama muhabette pozisyonum orta sahanın en ortası hani Beşiktaş'ın aradığı 10,5 numara misali. Neyse konu oradan buradan dallanıp budaklanıyor ve tam ayrılıyoruz derken iki abimiz (ben abi derim ama ikisi de babam yaşında) ile karşılaşıyoruz. Birer çay daha içip evimize doğru ufaktan yol almak niyeti ile oturuyoruz masaya ve işte sıradanlığın kırıldığı uzun muhabbet burada başlıyor.
“Türkiye Meseleleri” bildiğiniz gibi uzun ve karmakarışıktır. Kürt dersiniz hemen arkasından demokrasi sözcüğü ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, Büyük Önder Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu, Vahdettin hain mi değil mi, Türban mı Başörtüsü mü, vs... ile birlikte Osmanlı Cumhuriyeti'ne kadar uzar gider tartışmalar. Bir zincir misali hangisine dokunursanız diğerine de etki edersiniz. Meselenin içinde kimliklendirmeler, kimliksizleştirmeler alır başını gider. Eğer sıradışı konuşmak isterseniz ve kimliğinizi koyamazlarsa vay halinize. Sen necisin, solcu mu, sağcı mı, liberal mi diye sorular uzar gider. Zaten büyük oyunda burada saklıdır bir bakıma. “Ne olarak tanımlıyorsun kendini?” sorusu aslında tuzaktır. Çünkü vereceğin cevaba göre saldırı pozisyonuna geçecektir muhatabın. Milliyetçi desen bir türlü, liberal olsan iki türlüdür. Çelişkiler üzere kurulmuş ideolojiler veyahut çeliştirilmiş ideolojiler ile sizi tuzağa düşürmek için elinden geleni artlarına koymazlar. Non-partisan demek kesmez karşı tarafı ve ille de sen bir şey olmalısındır onun gözünde. Çünkü güzide memleketimde insanlar ötekileri ile yaşama alanı yaratmıştır kendilerine. Kürtün varlığı ile ayakta duran Türk ile Türkün varlığının ayakta tuttuğu Kürt. Aleviysen karşında sunni olacak ki yaşayabilesin. Saçma!
Ama bunu anlatabilmek o kadar kolay değildir. Çünkü anlaştığınız dil normal bir dil değildir. Siz araba derken karşınızdaki otobüsü tahayyül etmektedir beyninde ve ona göre otobüs siz ne kadar anlatmaya çalışsanızda insan taşımaya yarayan bir araç değil insanları ölüme götüren bir araçtır çoğu zaman. Demek istediğim odur ki kavram karmaşası ile birlikte “kime göre” konuşacağınızı saptayamazsınız. Tarihsel gerçekler üzerinden gitmek isteseniz bu kez de “hangi tarih” sorusu tüm konuşmayı tek hamlede zehirleyecektir. Esasen bir kimlik bunalımı vardır ortada, ben kimim sen kimsin ve onlar kim... Ortak noktada buluşmak yani “insan” diyebilmek çoğu zaman mümkün olmaz. Sen öyle diyorsun ama bu öyleyse ben böyle miyim yani türünden önermeler ile karşılaşırsınız, sanki öyle olmak suçmuş gibi. Oysa insan hem öyledir hem böyle ve öyle ya da böyle olunca insanlığından bir şey kaybetmez. Aslında bu gerçek de çok uzakta değildir. Çünkü üzerinde hayat sürdüğün coğrafya asırlarca insanlığın hizmetinde yaşamıştır. Ama gel gör ki birileri nifak tohumlarını ektiğinde (ki bunlarda insan), sen o yakınca olan gerçeğe uzakça bakmaktasındır.
Kısacası taraf olmak zorunda bırakılmış, tahammülsüzlüğün en had safhada yaşandığı zamanlardayız. Tarafsızlık bertaraf edilmeye mahkum. Oysa tarafsızlık da bir taraf olamaz mı? Hepsinin içinde hiçbirşey olmak ve kendi serüvenini yaşamak için mücadele etmek. İnanıyorum ki mahallenin kıyısının köşesinde olan milyonlarca insan yaşıyor bu topraklarda. Ve bu insanlar soyisimleri ile çağırılmamalarına rağmen kendilerine birer kimlik oluşturmak çabası içinde taraf olmaya zorlanıyorlar. Taraf oldukları yerler ise soyisimleri ile çağırılanlar zümresi. Niçin ait olmadığın zümreye ait olmak çabasıyla yaşayasın? Onlar ki yıllarca öldürüp öldürüp kalanlar üzerinde egemenlik kurdular. Ve sen hep önce ölüme gittiğin için çoluğunu çocuğunu onların egemenliğine terk ettin. Bırak bu kez onlar ilk ölen olsun ve kalanlar ile sen kur yeni bir egemenlik. O egemenlik ki insanca yaşamak için elinde tutsun tüm gücü ve o egemenlik ki kardeşliğe doğru bir hayal çizsin hepimize. Hayalimiz yok yıllardır ve ruhsuz bırakıldık. Açık konuşayım çok inanmıştım yeniden bir ruh verilecek elimize diye ama maalesef bunlar da (mevcut egemen) kendi imparatorluklarını kurmak için çabalıyormuş. O halde haydi dostlar kendimizi bulalım. Kendimizi bulacağımız yerde bizim ortak hayalimiz ve egemenliğimiz... Ben kendimce bir ben arıyorum, Yunus'un dediği gibi “ilim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsen, bu nice yaşamaktır.
02:13:59 26/08/09 Burak YALIM

14 Ağustos 2009 Cuma

KÜRT AÇILIMI BAŞLANGIÇ OLSUN 2

İlk yazımda sürecin ne kadar hassas olduğunu değişik boyutları ile aktarmaya çalışmıştım. Eğer meseleye toplumsal uzlaşı ile yaklaşılır ve siyasi rant kaygısı gözetilmezse olumlu gelişmeler olabileceğinden bahsetmiş ve açılımın temelinde etnisite meselesi yerine hak ve özgürlükler meselesi olduğuna dikkat çekmeye çalışmıştım. Bu yazıda meselenin geçmişten günümüze ne şekilde ilerlediğini ve yapılan hataları ele alacağım. Özellikle çok kısa zaman önce başlayan son sürecin nasıl ilerlediği ve bundan sonra neler olabileceği büyük önem taşımaktadır. Bir önceki yazımda kısmen ele aldığım tarafların yaptıkları çıkışlar ile süreçteki rollerinin çözüme mi yoksa soruna mı katkı sağladığı incelenmelidir.

Yakın Geçmişte Kürt Realitesi
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bugüne kadar Kürt meselesi sıcaklığını hep korumuştur. Şeyh Sait (1925) isyanından başlayarak günümüze kadar Kürtler defalarca devlete karşı ayaklanmıştır. Bu ayaklanmalar birçok kez kan dökülerek bastırılmıştır. 1970’li yıllara gelindiğinde ise mesele daha önceleri olduğundan farklı bir boyut kazanmıştır. Apocular dönemi diye adlandırılan 1974-78 yıllarındaki öğrenci örgütlenmesi, 27 Ekim 1978’de Kürdistan İşçi Partisi (PKK) adıyla hareket sahasını genişletip terör faaliyetlerine başlamıştır. 12 Eylül 1980 darbesi ile Türkiye içinde faaliyet alanı bulamayan örgüt, Abdullah Öcalan’ın Suriye’ye geçmesi ile Bekaa vadisinde konuşlanmıştır. Türkiye için terör belasının başladığı dönem bu zamanlara tekabül etmektedir. Türkiye, terör eylemlerinin başladığı ilk günden itibaren sorunu askeri operasyonlarla halletmek üzerinde odaklanmıştır. Bugüne kadar devam eden terör sürecinin sonlandırılamamış olmasının en büyük nedenlerinden biri, Türkiye Devletinin sorunu sadece güvenlik boyutuyla ele almış olmasıdır. Yıllarca süren terör olayları sürekli Türk Silahlı Kuvvetlerine havale edilmiş ve siyasi otorite bu konuyla ilgili herhangi bir adım atma cesaretini göstermemiştir. 12 Eylül 1980 darbesinin başkomutanı Kenan Evren: “Kürt diye bir şey yoktur, dağlarda karda yürürken kart kurt diye sesler çıkar, bunların ismi oradan geliyor.” diyerek Kürt varlığını tanımazken, o dönemin başbakanlarından Turgut Özal: “üç beş çapulcu bunlar…” diyerek konuyu önemsemiyordu. Yıllar geçip sorun daha da derinleşmesine rağmen Türk siyasetçileri konunun etrafında dolanmaktan öteye giden herhangi bir şey yapmıyorlardı. Nitekim terör olaylarının en yoğun yaşandığı 1990’lı yıllarda Başbakanlık görevini yürüten Tansu Çiller de sorunu doğru okuyamadığı için “çakıl taşı bile vermeyiz” çıkışı yapıyordu. Türkiye Devleti için sorun daha başlarken yanlış tanımlanmış ve çözüm için adım atmak mümkün olmamıştı. Çözümün askeri operasyonlara havale edilmesi, her geçen gün sorunu daha da karmaşıklaştırıyor ve gerek manevi gerekse maddi büyük kayıplar yaşanmasına sebep oluyordu. Yine aynı dönemde Başbakanlık yapan Mesut Yılmaz sorunla ilgili, “AB yolu Diyarbakır’dan geçer” diyordu. Konunun özü kavranmış gibi görünüyor ve meselenin hak ve özgürlükler meselesi olduğu idrak edilmiş diye düşünülüyordu. Ancak söylemin ardından yapılan herhangi bir şey yoktu. Türkiye 1980’den Abdullah Öcalan’ın 1999’da yakalanışına (teslim edilişi) kadar bir sürü vatan evladını teröre kurban verdiği gibi sorunun çözümü her yeni gün daha zor bir hal alıyordu. Kamuoyu, “doğu” ve “kürt” kelimelerini hafızasına “terör” ve “ölüm” olarak nakşetmişti. Her yeni gün gelen şehit haberleri ile nefret büyümekte ve yüreklerde yer etmekteydi. Diğer taraftan bakıldığında ise doğu anadolu ve güneydoğu anadoluda yaşayan vatandaşlarımız, kendilerini devletten uzak ve sahipsiz hissetmekteydi. Terör olayları başladığında öldürülen teröristler kimsesizler mezarlığına gömülürken, geçen süreç ile birlikte terörist cenazeleri büyük törenler ile defnediliyordu. Türkiye 1999 yılında Abdullah Öcalan’ın paketlenip teslim edilmesi ile derin bir nefes alıyor ve terör olaylarının artık son bulacağını düşünüyordu. Aslında yanılgı ve hazırlıksızlık zamanın başbakanı Ecevit’in ağzından çıkan cümlelerde belli oluyordu. Bülent Ecevit: “Apo’yu bize niye verdiler inanın ben de bilmiyorum” diyordu. Beklenildiği gibi olmamış ve terör olayları son bulmamıştı. Daha önce yapılan yanlışlar tekrarlanmakta ve mesele salt terör ve terörist meselesi olarak okunmaktaydı. Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra terör örgütü bir süre eylemlerine son versede daha sonra Kadek ve Kongra-Gel isimleri ile yeniden yapılanmış ve eylemlerini sürdürmüştür. Türkiye, 1999 Helsinki Zirvesi ile birlikte Avrupa Birliği aday ülkesi konumuna geldikten sonra demokratikleşme yolunda adımlar atılmaya başlanmıştır. Demokratikleşme yolunda atılan adımlar ile birlikte Kürt realitesi çok daha bariz bir şekilde anlaşılmaya başlandığı gibi sorunun sadece güvenlik boyutlu bir sorun olmadığı gerçeği idrak edilmiştir. 2005 yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’da yaptığı konuşma ile artık devlet katında bazı şeylerin değiştiği net şekilde ortaya çıkıyordu. 2007 Genel Seçimleri ile bağımsız aday olarak meclise giren Demokratik Toplum Partisi milletvekilleri ile Türkiye gündemi Kürt realitesine daha aşina bir hal alıyor ve 2005’te başlayan Avrupa Birliği tam üyelik müzakereleri ile de demokratikleşme adımları hız kazanıyordu.

Son Süreç Nasıl İşliyor?
Son süreç Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün mart ayının sonlarındaki Irak ziyareti ile başladı diyebiliriz. Cumhurbaşkanı Gül Irak dönüşü “güzel şeyler olacak” dediğinde herkes bu güzel şeylerin ne olacağını merak ediyordu. Uzun süre “PKK’ya af mı geliyor” kabilinden tartışmalar medyada yer aldı. Bugüne geldiğimiz de ise halen daha kimsenin olacak güzel şeylerden haberi yok. Açıkçası muhalefet partileri “Kürt Açılımı” veya “Demokratikleşme Paketi” nedir, paketin içinde ne vardır diye sormakta haklılar diyebiliriz. Fakat burada kaçırılan ufak bir ayrıntı olduğunu da unutmamak gerekir. Her şeyden önce bunca yıl sonra “Kürt Açılımı” tabirini kullanıyor ve tartışmaya açıyor olmak bile güzel şeyler olduğunu göstermiyor mu? Muhalefet partileri MHP ve CHP’nin soruları haklı olmakla birlikte birazcık süreci savsaklamak gibi görünüyor. Elbette elimizde ne var sorusuna cevap vermek lazım ancak yıllarca konuşulmaktan korkulan bir konu ile ilgili iktidar partisinin de çıkıp elimizde bunlar var demesi o kadar kolay olmasa gerek. Başbakan Erdoğan’ın daha önce görüşmem dediği DTP’liler ile görüşmesi, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın gerek siyasi partileri gerekse STK’ları içine alan istişare turları… Bunlar güzel şeyler olduğuna birer işarettir ancak bu güzel şeyleri yaparken çok dikkatli olmak gerekli. İktidar partisinin en büyük hatası, Polis Akademisinde yapılan ve Kürt Çalıştayı olarak adlandırılan toplantıya daha geniş kitleleri ve muhalefet partilerinden temsilcileri çağırmamış olmasıdır. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “her yerde bu 12 adam” çıkışının ardında sanıyorum bunun da payı bulunmaktadır.

İktidar Partisinin Tavrı
İktidar partisi bugüne kadar birçok konuda sergilediği “ben bilirim” tavrı nedeniyle bu kez ciddi anlamda toplumsal uzlaşıya yönelmek istese de samimi görülmemektedir. Başlangıçtaki toplantıya davet edilen yazar ve kişilerin medya ve kamuoyu nezdinde iktidar partisi yandaşları olduğu algılaması nedeniyle ciddi sorun oluşmuştur. Oysa bu toplantıya muhalefet partilerinden de temsilciler davet edilebilir ve gerçek bir uzlaşı ortamı yaratılabilirdi. Başbakan Erdoğan’ın son grup toplantısında milletvekillerinden bazılarını ağlatan konuşması ve bu mesele Türkiye’nin meselesidir söylemleri çok yerinde olmakla birlikte başlangıç Türkiye’nin başlangıcı olamamıştı. Çünkü Başbakan 2005 yılında başlangıç yapmak istemiş ancak gerisini getirmemişti. Aynı şekilde önce Ahmet Türk ile görüşmem demiş ve sonra genel başkan sıfatı ile görüştüm demesi de sürece zarar vermiştir. Doğal olarak bu durum samimiyeti azaltmış ve akıllara, “acaba oy kaygısı ile yapılan bir konuşmamı” sorusunu getirmişti. Tabi ki geçmiş söylemlere takılarak umudu yitirmenin ve süreci olumsuz etkilemenin hiçbir faydası olmayacaktır. İktidar partisi en azından bu konuyu tartışmaya açtığı için kutlanacak bir iş yapmıştır. Bundan sonra tartışmanın toplum gündeminde kalması ve tüm kesimlerce sirküle edilerek ortaya yeni bir algı yaratılması gereklidir. Bu yeni algı toplumun tüm katmanlarına nufüz etmelidir ve samimi olmalıdır. Muhalefete dönük “sürecin parçası olmuyorlar, biz çözeceğiz destek olmuyorlar” söylemleri süreci daha da gereceği için iktidar partisinin çok daha sağduyulu ve muhalefeti sürece entegre etmek konusunda ısrarcı olması gereklidir. Çünkü ne olursa olsun MHP ve CHP’de toplumda büyük rakamları temsil etmekte ve oy toplamları neredeyse iktidar partisi kadar etmektedir. Ayrıca muhalefet ve toplumun tüm katmanlarının hazır olmadığı bir süreç tamamlanabilir ancak çok kısa vadede eskisinden daha kötü olma ihtimali de vardır.

Muhalefet Partilerinin Tavırları
Sürecin başlaması ile birlikte sırf muhalefet olsun kabilinden çıkışlar yapan MHP ve CHP, sürece dahil olmak zorunda olduklarının farkına varmalıdırlar. Özellikle MHP’nin böyle hassas bir süreçte rol edinmesi hem üzerindeki kiri – pası silecektir hem de ülkenin doğu bölgesinde yer edinmesine yol açacaktır. MHP var olan kırmızıçizgilerin zaten daha önce yok edildiği ve bu açılımla birlikte ülkenin parçalanma sürecine gittiği gibi sert söylemler ile oy toplamayı beklememelidir. MHP ile CHP’nin sürecin başlaması ile adeta milliyetçilik yarışına girmeleri süreci ciddi şekilde olumsuz etkilemektedir. MHP ve CHP birlikte düşünüldüğünde mecliste büyük bir rakam oluşturmaktadırlar ve sürece dahil olmamaları süreci tamamen çıkmaza sürükler. Her iki parti de İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile görüşmeyi reddederek süreci tamamen tıkamış durumdalar. Mevcut sorun Türkiye’nin sorunuysa ki yıllardır çözülmediği gerçeği ortada dururken bunun aksini iddia etmek mümkün değildir. Bu durumda MHP ve CHP daha iyimser olmalı ve sürece en azından kendi duruşları ile destek olmalıdırlar.

Demokratik Toplum Partisi’nin Tutumu
Demokratik Toplum Partisi’de muhalefet partileri arasında yer almakla birlikte bu hassas süreçte çok önemli bir role sahiptir. Fakat bugüne kadar parti yetkili ve vekilleri tarafından yapılan konuşmalar bu önemli rolü üstlenemediklerini açıkça göstermektedir. DTP milletvekillerinin İmralı ve Abdullah Öcalan’ı muhatap almaksızın çözüm olmaz söylemleri süreci zora sokmakla birlikte gelinen noktanın gerisine gitme tehdidini ortaya koymaktadır. İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile yaptığı görüşmeden sonra Ahmet Türk’ün söyledikleri büyük önem taşımaktadır. Sürecin belirli bir takvimi olmaması ve yol haritasının çıkarılmamış olmasını olumlu karşılayan Ahmet Türk, umutların boşa çıkmaması hususuna dikkatleri çekmektedir. Yol haritasının belirsizliğini sürecin uzun ve meşakkatli oluşu ile ilişkilendiriyorsa bu gerçekçi bir yaklaşımdır. Ancak 15 Ağustos günü İmralı’dan gelecek olan yol haritası ortaya çıkmadan bir yol haritası ortaya koymayı uygun bulmuyorsa, bu durum süreci zora götürecek olayların başlangıcı olabilir.

Sivil Toplum Kuruluşları’nın Tavrı
Sivil Toplum’un bu sürece dahil edilmesi toplumsal uzlaşı aranması bakımından bir işarettir. Süreç içerisinde Sivil Toplum Kuruluşları da kardeşlik mesajları vererek sorunun çözümünde rol almak isteklerini belirtmişlerdir. Ayrıca bu sürecin içine demokratik diğer hakların da eklenmesi talepleri sevindirici gelişmelerdir. Demokratik açılım paketi de denen bu sürecin tüm alanlarda hakların ve özgürlüklerin genişletilmesi için bir adım olması talepleri dikkate alınmalıdır.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Tavrı
Yıllardır sorunun tek muhatabı olarak kabul edilen TSK’nın sessizliği dikkatleri çekmektedir. Normal şartlarda böyle bir meselede açıklama yapan Genelkurmay halen daha sessizliğini korumaktadır. Bu sessizlik süreci baltalamamak adınaysa doğru bir hamledir. Ancak sessizliğin sebebi bize sormadınız akıl danışmadınız siz yaptınız demek içinse çok büyük bir sorun var demektir. Genelkurmay Başkanı, Başbakan ile görüşüp gerekli hassasiyetlerini kapalı kapılar ardında dile getirmeli ve sürece dahil olmalıdır. Devletin tüm kurumlarının dahil olacağı süreç çok daha yararlı ve kalıcı olacaktır.

Sonuç
Sürecin uzun süreli olacağı gerçeği unutulmadan olumsuz tüm gelişmelere rağmen umutlu olmakta yarar vardır. Türkiye son yıllarda büyük bir değişimden geçmektedir ve bugünkü süreç değişimin en çetrefilli konularından biridir. Yıllardır görmezden gelinen ve salt güvenlik sorunu olarak tanımlanan ama aslında hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ile ilgili olan bu sürecin çok kısa vadede meyvelerini vermesi beklenmemelidir. Ülkenin hafızası bu konu ile ilgili halen daha sancılıdır. Bu nedenle geçmişte yaşanan travmaların unutulması ve düzeltilmesi için çok kısa bir zaman dilimi yetmeyecektir. Konunun yol haritasına bağlanmaksızın ve belli bir takvim koymadan bir süre tartışılması ve bunun neticesinde ortaya yol haritası çıkarılması en sağlıklı olandır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus Abdullah Öcalan’dan gelecek yol haritasına itibar göstermemektir. Dolaylı yollarla ve kapalı kapılar ardında yapılacak konuşmaların sızması toplumu infiale uğratabileceği gibi Kürt Sorunu çözmek isterken karşımıza Türk sorunu çıkarabiliriz. Sürece demokratik açılımlar ve hak ve özgürlükleri genişletmesi bağlamından baktığımızda darbe anayasasından kurtulabilecek olmanın umutlarını da yeşertmiş oluyoruz. Dileriz Türkiye ihtiyacı olan demokratik ve insan hak ve özgürlükleri temeline dayanan sivil anayasasına bu süreçle birlikte çok daha kolay ulaşacaktır.

Burak YALIM 14.08.2009

Kürt Açılımı Başlangıç Olsun

Son dönemde “Kürt Açılımı” adı altında Türkiye'de mevcut büyük bir sorunun çözümü için çaba sarfedilmekte. Umuyorum bu çabalar da başka kronikleşmiş sorunlarda (Başörtüsü Meselesi) olduğu gibi siyasi rant ve dostlar alışverişte görsün mantığı ile ilerlemez. Türkiye'de bir hastalık vardır. Bu hastalık, sorun olmayan şeyleri sorun haline getirerek ve korku imparatorlukları kurarak bu sorun olmayan sorunları çözmeye kalkanları “hain” ve “işbirlikçi” gibi sıfatlarla suçlamak yoluyla çözümler için bir yol bırakmamaktır. Elbette bu korku imparatorluklarının kurulmasının da nedenleri vardır. Birileri kutsalları (vatan, bayrak, din) kullanırlar ve bunlar üzerinden siyasi puan kazanmak peşinde koşarlar. Sadece siyaset kurumu bundan rant sağlasa belki işimiz çok zor olmayacaktır lakin başka kurumlar da bu kronik sorunlar üzerinden ciddi rantlar sağlamaktadır. Tüm bu rantları kesecek adımlar için müsaade etmek istemeyen çoktur. Milleti de manipule etmek için ellerinden geleni artlarına koymazlar. Bu nedenle “kürt açılımı” konusunda eğer gerçekten çözüme gitmek isteniyorsa çok boyutlu düşünülmeli ve konu bir toplumsal uzlaşıyla helledilmelidir. Çünkü bahsi geçen açılım, Türkiye'nin uzun zamandır kanayan yarasıdır ve çözümü gereklidir ancak bu çözüm için atılacak adımlar çok hassas bir çizgide yürütülmelidir.

Meselenin Psikolojik Boyutu 
Öncelikle yapılacak çalışmanın adı çok iyi tespit edilmelidir. Başbakan Erdoğan'ın da dediği gibi: “Adına güneydoğu sorunu mu, kalkınmamışlık sorunu mu, kürt sorunu mu, ne derseniz deyin burada bir sorun vardır ve çözümü Türkiye'nin yararınadır” şeklinde bir yaklaşım çok da sağlıklı değildir. Elbette ortada bir sorun vardır ancak bunun tarifi doğru yapılmaksızın çözüme doğru yoldan gidilmesi mümkün değildir. Sorunun çözümü Başbakan Erdoğan'ın da söylediği gibi Türkiye'nin yararına olacaksa eğer, adı doğru konulmak zorundadır. “Toplum hafızası” Türkiye'de çok kuvvetli olmasa da böylesi kronik bir vakada ne gibi etkileri olacağının önemsenmesi gereklidir. Bahsedilen konu 30 yılı aşkın Türkiye'nin sıcak gündeminde yer almış ve yaşanan olaylardan birçok insanımız çeşitli şekillerde etkilenmiştir. “Kürt” kelimesinin tek bir anlam çağrıştırmadığı aşikardır. Maalesef “Kürt” kelimesi ile “PKK” kelimesini özdeşleştiren birçok insan vardır. Son dönemde bu yanılgı ne kadar azalmış da olsa halen daha toplumda bu konuya hazır olmayan bir kesim bulunmaktadır. Diğer taraftan baktığımızda ise “Kürt Sorunu” demek birçok Kürt vatandaşımız için de abes kaçmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayan Kürtler kendilerini sorun olarak nitelendirmek istememektedir. Demokratik Toplum Partisi ne kadar “Kürt Sorunu” söyleminde ısrarcı olursa olsun kendileri de Türkiye'de yaşayan tüm Kürtlerin temsilcisi değildir. Dolayısıyla sorun sadece “Kürt Sorunu” diye adlandırıldığında bile problem çıkmaktadır. Sorunun temeli haklar ve özgürlükler ile ilgilidir. Hepimizin de bildiği gibi daha düne kadar Türkiye'de “Kürtçe Televizyon” ve “Kürtçe Eğitim” bırakın uygulanmasını, konuşulması mümkün olmayan konulardı. Yasaklar ile bir yere varılamayacağının anlaşıldığı şu günlerde TRT ŞEŞ ile başlayan süreç gösterdi ki Kürtçe Televizyon ile ülke bölünmüyor ve herhangi bir sorun çıkmıyor. Haklar ve özgürlükler ne kadar çok verilirse, sorunların çözümüne o kadar yaklaşılacağını bu örnekle görmek mümkündür. Çünkü daha düne kadar Kürt vatandaşlar ROJ TV yayınları ile günlerini geçirirken şimdi vatandaşı oldukları ülkelerinin hizmeti ile kendi dillerinde televizyon izleyebiliyorlar. Dolayısıyla PKK'nın elinde bulunan ROJ TV ile manipule edilmek yerine, devletin kanalı TRT ŞEŞ ile daha sağlıklı bilgiye ulaşabiliyorlar. Böylelikle de kendilerini ülkelerine daha bağlı hissetmelerini sağlayan önemli bir psikolojik etmeni ortaya koymuş oluyorsunuz.

Meselenin diğer bir psikolojik boyutu ise çözümün konuşulduğu masada kimlerin oturduğu ile muhatapların bugüne kadar geçen süreçte aldıkları rollerdir. Daha öncede söylediğimiz gibi “toplum hafızası” bu konuda çok hassas davranacaktır ve bir de süreci baltalamak isteyenlerin varlığı ile atılmak istenen olası adımlar engellenebilir. Dolayısıyla bu süreçte imralı kesinlikle ilk muhatap kabul edilmemeli, toplum olgunlaşmadan imralı ile müzakere yapılıyorsa bile kapalı kapılar ardında olmalıdır. Neticede bugüne kadar kaybedilen insanlar hepimizin insanıdır ve burada en önemli unsur annelerdir. Kim ne söylerse söylesin anneler hepimizin annesidir ve dağda ölen PKK'lı terörist ile şehit olan mehmetçik arasında anneleri boyutundan bakıldığında bir fark görülmemektedir. Bir şekilde kandırılan ve yahut çözümün dağda olduğuna inandırılan kürt vatandaşlarımız dağlara terör örgütünün propogandaları ile gitmiştir. Bu nüans, taraf olarak kabul etmemekle birlikte, her iki kesime de ciddi şekilde anlatılmaya çalışılmalıdır. Takdir etmek gerekir ki ortak düşman unsuru politikada büyük önem taşımaktadır. Burada ortak düşman, insanlarımızı birbirine düşüren zihniyet ve bu süreçten rant sağlayanlardır. PKK'nın uyuşturucu kaçakçılığı, insan ve silah ticareti gibi kirli işleri bir şekilde insanlarımıza anlatılmalı ve yönetici kadronun bu işlerden elde ettiği rant için gençleri dağlarda eğitip, beyinlerini yıkadığı gösterilmelidir. Bunun yanında da bugüne kadar sorgusuz sualsiz gerçekleştirilen infazların müsebbibleri ve aynı şekilde bu süreçten rant sağlayan kişiler cezalandırılarak, devletin hiçbir surette hiçbir vatandaşını sahipsiz bırakmadığı ortaya konulmalıdır.

Açılım dediğimiz bu hareketin sadece siyasi boyutları olması yeterli değildir. Önemli olan sosyal ortamda birlikteliklerin gerçekleştirilmesi ve toplumun bu konuları cesaretle konuşmaya hazır hale getirilmesidir. Nitekim Doğu'da yaşayan ve eğitimini gören öğrencilerin otobüslere doldurulup Anıtkabir, Çanakkale ziyaretlerine getirilmeleri önemli bir adımdır. İnsanların gönüllerini ve akıllarını kazanmanın yolu onların iyi bir psikoloji ile büyümesini ve yetişmesini sağlamaktır. Bu anlamda doğudan batıya yapılan ziyaretler ve deniz kıyısına olan geziler ortak vatan anlayışını pekiştirmektedir. Bu tür gezilerin çeşitli programlarla desteklenmesi ve arttırılması gelecek yıllarda çok daha sağlıklı bir toplum yapısı yaratacaktır. Aynı şekilde batının da doğuya gidişi artmalı ve artık öğretmenler, doktorlar ve mühendisler, doğu fenomeninden sıyrılmalıdır. Akıllardaki doğuda terör var hastalığının silinmesi için her türlü imkan kullanılmalıdır.

Psikolojik olarak hazır hale gelen toplum, meseleyi çok daha rahat konuşacak ve birbiri ile herhangi bir sorunu olmadığını, esasen herşeyin sunni bir sorundan ibaret olduğunu idrak edecektir. Özellikle Türkiye'deki şahin kanatta var olan bölünme korkuları bu yollarla sona erdirilebilir. Netice itibariyle yüzyıllardır Türkler, diğer toplumların kültür ve geleneğine saygı ile yaklaşmış, hoşgörü göstermiştir. Bunun bir örneğinin de bugün gösterilmesi gerekliliği, Türk şahin kanadına anlatılmalıdır.

Meselenin Siyasi Boyutu
Siyaseten malzeme haline gelen her konu gibi bu konuda maalesef siyasi rant mücadelesinin içinde sürüncemede kalmıştır. Özellikle iki tarafmış gibi görünen Türk ve Kürt milliyetçilerinin bu konuda büyük siyasi rantları bulunmaktadır. Her iki grupta siyaseten varlıklarının en temel sebeplerinden biri olarak bu meseleyi kullanmışlardır. Çok ilginçtir ki her ikisinin de siyasetini oluşturduğu temel çelişkildir. Kürt milliyetçilerinin en büyük tepkisi Türk milliyetçilerine olmakta ve onları ırkçılık ile suçlamaktadırlar. Esasen kendilerinin siyaseti de refleks bir milliyetçiliktir. Demokratik haklardan bahsetmelerine rağmen halen daha aşiret sistemi ile ilgili sorunsalı çözebilmiş değillerdir. Bugün bile birçok yerde aşiret reisinin gösterdiği kişi veya partiye binlerce oy atılmaktadır. Açıkçası Kürt Milliyetçiliğinin temsilciliğine soyunanlar da feodal yapıyı sorgulamaktan uzak kalmış ve kendi rantlarına hizmet ettiği için bu sistemi kullanmışlardır. Devletin yatırım yapmamasından şikayet etmelerine rağmen birçok teşviki kendi bölgelerinde kullanmak yerine batı bolgelerinde kullanmışlardır. Dolayısıyla Kürt siyasetçiler de uzun süre boyunca bu konudan nemalanmış ve kendi halkları için mücadele eder süsü ile kendi şahsi çıkarlarını korumuşlardır. En radikal Kürt milliyetçileri ise Kürdistan istemektedir. Oysa bugün Türkiye'de Kürtler sadece doğu bölgemizde yaşamamakta ve kürt zenginleri, İstanbul, İzmir, Bursa gibi batı kentlerinde büyük işler yürütmektedir. Dolayısıyla Kürdistan hayali tüm Kürtlerin istediği bir hedef olmadığı gibi gerçekleşse de büyük sorunlar yaratacak bir idealdir. Çünkü batıda yaşayan hiçbir kürt kurulacak sözde Kürdistan'a gitmeyi istemeyecektir ve Türkler de onları ülkelerine göndermek için büyük baskı oluşturacaktır. Sonuç olarak Kürdistan meselesi başlı başına sorunu tetikleyecek bir taleptir ki bunun hukuksal anlamda da olması mümkün değildir. Kürt siyasetinin çeliştiği diğer bir nokta ise esasen sol tandanslı kurulmuş olmasına rağmen sağın argümanlarından beslenmesidir.

Radikal Türk milliyetçileri de büyük bir çelişki ile birlikte yaşamaktadırlar. Tarihte Türklerin hoşgörü zihniyetinden dem vurmakla birlikte bir kavmin veyahut etnik grubun kendi dilini konuşmasından rahatsız olmaktadırlar. Osmanlı devleti geleneğine sahip çıkmalarına rağmen aynı geleneği yürütmekte -özellikle Kürt meselesinde- sınıfta kalmaktadırlar. Ülkenin bölünmez bütünlüğünü bir etnik grubun kendi dilinde eğitim görmesi ve televizyon izlemesine bağlayarak ikinci bir çelişkiye imza atmaktadırlar. Çünkü aynı radikaller, dışarıda yaşayan Türklerin, -örneğin Kosova'da, Makedonya'da, Bulgaristan'da- kendi dillerini kullanabilmelerini, haklarını aramaları gerekliliğini ve kendi dillerinde eğitim görme hakkı olduğunu savunmaktan geri kalmamaktadırlar. Bu durumda da biraz çifte standart uygulamaktadırlar. Radikal Türk milliyetçilerinin diğer bir çelişkisi de kendilerinin orta asyadan geldiklerini savunmalarına rağmen Kürtlerle aynı kavim olduklarını savunabilecek kadar ileri gitmeleridir. Neyse ki artık günümüzde Kürt isminin kara basınca çıkan kart-kurt seslerinden ileri geldiği tezi pek rağbet görmemektedir.

Her iki radikal kesiminde çelişkilerini farketmesi ve uzlaşı için adım atması ile çok büyük mesafe kaydedilebileceği ortadadır. Çünkü radikal gruplar bir şekilde toplumu da etkilemektedir. Özellikle Türkiye toplumunun siyasi kültürünün halen daha ahbab-çavuş ilişkisi ve duygusallığa sahip olması toplumun etkilenmesini daha da kolay hale getirmektedir. Bu nedenlerden ötürü açılımın hedefe ulaşması için bahsi geçen radikallerin de bir şekilde sürece dahil edilmesi gereklidir. Eğer bu başarılabilirse toplumun da çok daha hızla ve yüksek moralle bu meseleye yaklaşacağı aşikardır.

Siyasi boyut açısından mesele iktidar – muhalefet kavgasına kurban götürülmektedir. Böyle bir meselede oy hesabı yapmanın ve muhalefet etmek için muhalif olmanın hiçbir yararı yoktur. Sonuçta mesele Türkiye'nin meselesidir ve bu konu ile ilgili herkesin fikri önem taşımaktadır. Bu nedenle iktidar partisi ben bilirim mantığında olmamalı, muhalefet ise olumsuz eleştiri yapmak yerine konu ile ilgili proje üretmeli ve kendi görüşlerini ortaya koymalıdır. Sadece siyasi partilerin oturup konuşması da meselenin halli için yeterli olmayacaktır. Sivil toplumun da sürece dahil edilmesi ve desteğinin alınması günümüz siyaset anlayışı gereği büyük önem taşımaktadır. Dikkat edilmesi gereken bir diğer olay da cumhurbaşkanlığı makamının da sürece dahil edilmesidir. Cumhurbaşkanlığı herhangi bir siyaseti temsil etmediği için tarafsızlık adına önemli bir örnek teşkil edecektir. Cumhurbaşkanı Gül her ne kadar eski AKP'li olsada, makamın tarafsızlığı konusunda büyük eleştiriler alsada, süreç içerisinde aktif ve kayda değer bir rol edinmesi yararlı olacaktır. Tabiki Türk Silahlı Kuvvetleri'nin de çok büyük rolü olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü TSK bu konunun doğrudan tarafı konumundadır. Özellikle sivil – asker ilişkilerinin Türkiye'deki yeri düşünüldüğünde, Genelkurmay Başkanlığı'nın da takınacağı tavır büyük önem taşımaktadır. Özellikle bölgede görev yapan TSK mensuplarının bölge halkıyla olan ilişkileri çok büyük önem arz etmektedir. Son zamanlarda Genelkurmay'ın açıklamaları bu konuda büyük bir ilerleme olduğunu göstermiştir. Önemli olan bu tavrın sürdürülmesi ve daha ileriye gidilebilmesidir. Ne kadar üzücü de olsa Genelkurmay Başkanı Başbuğ'un “biz diyarbakırı seviyoruz” söylemi büyük önem taşımış ve olumlu karşılanmıştı. Oysa Diyarbakır'da bu ülkenin bir parçası ve dolayısıyla TSK'nın böyle bir açıklama yapması gerekli olmamalıydı ama süreç içerisinde durum bu kadar vahim hale gelmişti. Buradan hareketle bu örneklerin çoğalması gerekliliği ortaya çıkmakta ve bölge halkı ile devletin en önemli kurumlarından biri olan TSK'nın arasında bir sorun varmış durumu giderilmelidir. Bunu da yapacak olan Türk Silahlı Kuvvetleridir.

Meselenin siyasi boyutu ile ilgili son olarak Demokratik Toplum Partisi ile ilgili de bir iki hususa değinmek gerekirse, DTP'ye de bu süreçte önemli görevler düşmektedir. Ülkedeki tüm Kürtleri temsil etmemekle birlikte DTP'de Kürtlerin önemli bir temsilcisi konumundadır. Bu anlamda siyasi etik olarak eleştirilebilir olsada, Başbakanın DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ile görüşmesi bu süreç açısından olumlu bir gelişmedir. En azından DTP'nin muhatap alınmıyoruz diye bir çıkışı artık olmayacaktır. Artık DTP'nin yöneticileri ve parti mensuplarının da daha dikkatli konuşmaları ve sürecin hassasiyetini benimsemeleri gerekmektedir. Özellikle İmralı'yı muhatap gösterme çabaları çok yersizdir. Bu konuda DTP'nin korku çemberinden çıkması ve PKK ile resmi olmasa da gayriresmi anlamda var olan ilişiğini kesmesi gerekmektedir. Eğer sürecin bir parçası ve çözümün mimarlarından biri de kendileri olacaksalar, sert üslubun bir yarar getirmeyeceğini anlamaları gereklidir. Demokratik haklardan bahsettiklerine ve ayrılıkçılık istemediklerine dair kamuoyunu ikna etrmeleri çok önemlidir.

Meselenin Ekonomik Boyutu
Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti üzerinde ciddi ekonomik yük oluşturan meselenin çözümü ile birlikte bu yük ve enerji çok daha verimli yerlere harcanabilecektir. Ne yazık ki yıllardır yaşanan terör olayları neticesinde askeri harcamalar en başta olmak üzere bölgeye inanılmaz para ve enerji harcanmıştır. Bölgede görev yapmak istemeyen personel, gorev yaptığında iki kat maaş alan personel, mayınlarla patlatılan yolların yeniden inşaası, terör olayları neticesinde gerçekleşen zararların tazmini, kaçak elektrik kullanımı, kayıt dışı ekonomi vs... Tüm bunlar devletimizin gerek maddi gerekse manevi kayıpları arasında yer almaktadır. Bunun müsebbibi mutlaka bu süreçten rant sağlayan odaklardır. Maalesef yıllarca bu duruma bir çare üretilememiş ve bütçede en önemli pay sürekli askeri harcamalara ayrılmıştır. Oysa bu sorun vakti zamanında başlamadan çözülebilseydi bugün çok daha başka bir Türkiye olurdu. Ekonomisi güçlü bir Türkiye'nin bölgede çok daha büyük bir rol edineceği gerçeği ortadadır. Dolayısıyla sorunun çözümü neticesinde bu ekonomik yük ve kayıplar daha verimli halde kullanılacağı için soruna bir de bu yönden bakmakta yarar vardır.

Meselenin Uluslararası Boyutu
Türkiye'nin bir iç meselesi gibi görünmekle birlikte bu sorun Uluslar arası camiada da önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye son yıllarda yaptığı atılımlar ile sorunun Uluslararası camiadaki algısını değiştirmiş ve Uluslararası toplumun da desteğini almıştır. Bu fırsatın değerlendirilmesi çok önemlidir. Halen daha Avrupa Birliği sürecinde karşımıza hak ve özgürlükler ve demokrasi başlıkları altında Kürt azınlık hakları çıkmaktadır. Türkiye'nin dış politika hedeflerinden biri olan Avrupa Birliği tam üyeliği için bu sorunun çözümü büyük bir adım olacaktır. Sorunun çözümü ile birlikte batı dünyasının Türkiye'ye bakışı da büyük oranda değişecek ve batılıların daha birçok sorunla ilgili Türkiye'ye bakış açıları değişecektir. ABD'nin 2011 yılında askerlerinin tamamını Irak'tan çekecek olması da göz önünde bulundurulduğunda Türkiye kendi içindeki bu sorunu hallederek ve Kuzey Irak'lı kürtlerle daha iyi ilişkiler kurarak bölgede ve Irak'ta büyük roller üstlenecektir. Özellikle Irak'ın yeniden yapılandırılması konusunda büyük yatırımlar yapılması noktasında Türkiye birincil ülke olabilir. Bunun kolaylaştırıcı etmeni de içerideki sorunların çözümüdür. Kendi vatandaşları ile sorunu olan bir ülkenin gerek bölgesinde gerekse dünyada herhangi bir uzlaştırıcı rol oynaması mümkün değildir. Bölgesinde başat güç olmak isteyen Türkiye'nin öncelikli olarak içerideki sorunlarını halledebilir olması önemlidir. Aksi takdirde Filistin – İsrail uzlaşmazlığı olsun, Ermenistan – Azerbaycan ilişkileri olsun her türlü sorunda Türkiye'nin çok samimi bir rol üstleneceği düşünülemez. Bu anlamda ele geçirilen fırsatın değerlendirilmesi gerek iç politikada gerekse dış politika da daha güçlü bir Türkiye tablosunu ortaya çıkaracaktır.

Sonuç
Türkiye önemli bir adım atmak üzeredir. Bu adımın olumlu sonuçlanması için toplumun her kesiminin desteği ve endişelerin giderilmesi zaruridir. Uzun yıllardır sorun halinde olan bu konunun çözümü daha güçlü adımlar atabilmek için herkese cesaret getirecektir. Bir korku imparatorluğu yenileceği gibi diğerlerinin de yenilmesi için büyük fırsat yakalanacaktır. Türkiye'nin kronikleşen ne kadar sorunu varsa hepsinin çözümü için elimizde güzel bir örnek bulunacaktır ve içerideki her sorun çözüldükçe Türkiye uluslararası camiada çok daha güçlü hale gelecektir. Önemli olan çözümü istemek ve bunun için samimi davranmaktır. Siyasete alet etmeksizin ve tüm kesimlerin kaygıları dikkate alınarak izlenecek bir politika belki de çok uzun yıllardır oluşmayan toplumsal uzlaşıyı oluşturacaktır. Bu anlamda siyaset makamına ve sivil toplum kuruluşlarına büyük bir sorumluluk düşmektedir. Süreci izleyeceğiz ve göreceğiz, dileriz bu kez sorundan nemalananlar sevinmez ve Türkiye Cumhuriyeti daha güçlü bir döneme adım atabilir.

11/07/2009 BURAK YALIM