28 Ağustos 2009 Cuma

Başbakan'ın “Take Off” Sınavı

Hiç unutmuyorum, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 60. hükümet programını açıklarken: “58 ve 59`uncu hükümet programları, Türkiye'nin bekleyen sorunlarına gerçekçi çözümler içermekteydi ve bu çözümlerin büyük bölümünü hayata geçirdik. Çok geniş bir alanda önemli mesafeler alındı. Türkiye artık kalkışa hazır hale geldi. Bu program, istikrar zemininde ilerleyen ekonomik ve sosyal gelişme sürecimizde bir `sıçrama dönemi` programıdır. Temel hedefimiz, Türkiye`yi take-off`a, `kalkış`a geçirerek, daha güvenli bir hıza ve yüksekliğe taşımaktır”... diyordu. Başbakan, Türkiye'nin yakın geleceğini uçağın kalkışı ile bir görmekteydi. Başbakana göre Türkiye artık bir uçak misali kalkış pozisyonuna gelmişti. Özellikle 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden sonraki ilk konuşmasına da bakıldığında ve -Türkiye'de siyasetin “yalan” üzere kurulu olduğunu düşünmediğimizde- bu yaklaşımlar samimi gelebilirdi. Nitekim aradan epey bir süre geçti ve maalesef Türkiye'de yaşanan gelişmeler kazın ayağının hiçte Başbakanın söylediği gibi olmadığını gösterdi.

İlk olarak global krizin “teğet geçeceği” beklentisi üzerinden büyük bir yanılgıya düşüldü. İktidar sürekli olarak ekonomik krizin Türkiye'yi çok etkilemeyeceği üzerinden politika üretiyordu ancak beklenen olmadı ve dünyayı ciddi anlamda etkileyen ekonomik kriz Türkiye'yi de büyük oranda etkiledi ve etkilemeye devam etmekte. “Ergenekon Davası” adı verilen ve Türkiye gündemine bir evde bulunan el bombaları ile girdiği günden bu zamana kadar gündemde en önemli yeri tutan konu haline gelen süreç maalesef çok iyi yönetilemedi. Türkiye bağırsaklarını temizliyor denilmişti. Esasen bugün baktığımızda “Ergenekon Süreci” söylenildiği gibi bir temizlik sürecidir. Bugün halen daha aksini iddia edenler olsa da Ergenekon Davası ile anılan hemen herkes meşru hükümeti “darbe” yoluyla devirmek, ülkeyi kaosa sürüklemek için büyük çaba sarfetmişti. Darbe günlükleri ile ortaya çıkan “ayışığı, sarıkız ve eldiven” isimli darbe planları sırf fantezi olsun diye bir komutanın kaleme alacağı şeyler değildir. Süreci izleyenler eğer birazcık particilik yapmazsa ve sırf AKP düşmanlığı olsun niyetiyle yaklaşmazsa, eminim “Ergenekon” adı verilen örgütlenmenin hiçte masum bir yapılanma olmadığını anlayacaklardır. “Ergenekon Davası” da maalesef iyi yönetilemeyen bir süreç haline geldi. Bugünlerde ve geçtiğimiz süreçte anlamsız tahliyeler maalesef önümüzdeki süreçte davanın sümen altı edileceği endişesini yaratmaktadır. Sürecin iyi yönetilememesinde en büyük sorumluluk yine hükümete aittir. Elbette bazı güç odakları dava ile birlikte ellerindeki rantı kaybetme korkusu ile hükümete çok fazla yüklenmişler ve davanın bir hayal ürünü olduğunu topluma empoze etmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Fakat bu süreçte maalesef hükümet de hamasi söylemleri ve adeta intikam alır gibi yaklaşımları ile süreci tehlikeli bir hale getirmiştir. Toplum gerçekleri görmekte ısrarcı olmasına karşın bilgi kirliliği ve sürecin iyi yönetilememesi neticesinde kayıtsız bir hale getirilmiştir. “Ergenekon Davası” hakkında ne düşünüyorsunuz sorusuna, bu işte birşeyler var ama biz de ne olduğunu anlayamadık şeklinde cevaplar her geçen gün artmıştır. Dolayısıyla kamuoyunun desteğini arkasına alamayan iktidar partisi bununla birlikte samimiyetini de yitirmiştir.

İşin diğer bir boyutu ise “Ergenekon Davası” ile tasfiye edilen kadroların ne şekilde doldurulacağı sorusundan hareketle büyük endişeler oluşturmaktadır. Siyaset elbette bir kadro işidir. Sağlam bir kadronun olmadığı siyasi hareket ve uyumlu bir kadronun olmadığı hükümet, elbette yeterince başarılı olamayacaktır. Fakat artık sokaklarda bile memur alımına ilişkin, polis kadrolarına alıma ilişkin konuşulan konular, ortada bir samimiyetsizlik olduğunu inancını körüklemektedir. Bir memur alımında adaya sorulan “Mehter Marşı mı yoksa İzmir Marşı mı” sorusu kadrolaşma konusunda nasıl vahim bir tablo oluştuğunun en açık örneğidir. Aynı şekilde sokaklarda bile konuşulur hale gelen, “Sen bizim yurtlarda 40 gün kal sonra biz seni polis yapacağız” tarzında dedikodular, gerçek olmasa bile vatandaşlarda ciddi endişeler yaratmaktadır. Maalesef AKP iktidarı da “torpil ve adam kayırma” gibi Türkiye'nin kronikleşmiş sorunları konusunda zan altında kalmış ve samimiyetini yitirmiştir. Özellikle işsizliğin büyük bir sorun haline geldiği son dönemde Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın oğlunun TOBB'da danışman sıfatı ile işe başlaması bu konuda derin kaygıların haklılığını ortaya çıkarmıştır.

Hükümetin “take off” a geçiyoruz nitelemesi içerisinde yer almamasına rağmen çözülmesi gereken önemli konulardan biri olan “türban sorunu” hakkında da sınıfta kaldığı gerçeği ortadadır. Muhakkak yaşanan engellemeleri görmezden gelemeyiz. Özellikle Anayasa Mahkemesi'nin, 410 milletvekilinin imzasını taşıyan yasa değişikliğini iptal etmesi, Türkiye'de yargının yasama üzerinde tahakküm kurduğu şeklinde yorumlara neden olmuştur. Muhakkak bu yorumlar gerçekçidir. Yasama organının yapmış olduğu bir yasa değişikliğini sadece usül yönünden inceleme yetkisi bulunan Anayasa Mahkemesi, mevcut rolünün dışına çıkmış ve içerik bakımından yasa değişikliğini ele alarak iptal etmiştir. Bunun normalmiş gibi karşılanması sanıyorum mevcut hukuk düzenine aykırı davranmakla eşdeğerdir. Bu engelleme, Türkiye'de iktidar olmanın muktedir olmak için yeterli olmadığı gerçeğini açıkça göstermesine rağmen AKP süreçte sadece mağdur rolünü üstlenmekle yine bir samimiyetsizlik göstermiştir. Hatırlayacak olursak eğer MHP'nin girişimleri olmasaydı, AKP bu süreci de savsaklayacak ve siyasi oyuncak halinde kullanmaya devam edecekti. Herşeyden önce bu gibi hassas konularda toplumu hazır hale getirmek ve gerginliği önlemek büyük önem taşımaktadır. Başbakan Erdoğan'ın “velevki siyasi simge olsun” yaklaşımı ne kadar doğru olsa da diğer bir açıdan toplumu germeye ve bölünmelere büyük bir öncülük etmiştir. “Velevki siyasi simge olsun” yaklaşımının doğruluğu üniversitelere siyasi parti rozetleri ile girişin sorun olmaması ile ilgilidir. Eğer siyasi parti rozetleri ile üniversiteye girilebiliyorsa, başörtüsü herhangi bir partiyi temsil etse bile yasaklanması mantıksızdır. Fakat süreç nedense insan hakları ve özgürlükleri temelinde ele alınmak yerine siyasi bir şekilde ele alınmış ve yapay sorun haline getirilen başörtüsü meselesinin çözümü mümkün olmamış ve halen daha sorun olmaya devam eder hale getirilmiştir. Maalesef Türkiye “take off” a geçiş sürecinde sürekli siyasal sebepler ile ve oy kaygıları ile yine ve yeniden aynı pozisyonda kalmıştır. Oysa “take off” dediğimiz sürece geçişin yolu, demokratikleşme ve insan hak ve özgürlükleri konusunda ileri adım atılması ile mümkün olacaktır.

Demokratikleşme ile ilgili yanılmıyorsam en önemli adımlardan biri de kültürel zenginliğin korunması ve kültürel farklılıklara tahammüldür. Türkiye'nin bugün en sıcak gündemini oluşturan “açılım” süreci işte tam da bu sebeple başlamıştır. Ancak yine ve yeniden “take off” pozisyonuna geçiş için hayati önem taşıyan bir süreç daha sakat olarak doğurulmuştur. İşin başlangıcı polis akademisinde 12 katılımcı ile İçişleri Bakanı'nın yapmış olduğu çalıştaydır. Çalıştaya maalesef belli isimler çağırılmış ve hergün aynı meclis çatısı altında birlikte iş yapılan muhalefet partilerinden hiç kimse o çalıştaya davet edilmemiştir. Dolayısıyla bu başlangıç muhalefet partilerince sorun olarak görülmüştür. İkinci büyük hata ise yola çıkarken yapılan yanlış adlandırmadır. “Kürt Açılımı” ismi ile başlayan süreç kısa bir süre sonra doğrusu bulunarak “Demokratikleşme Açılımı” ismi ile anılmaya başlanmıştır. Fakat daha başlarken yapılan hatalar, maalesef eli kulağında bekleyen provakasyoncuları ve çözümsüzlük yanlılarını harekete geçirmiştir. Nitekim süreç içerisinde demokratik taleplerin konuşulması yerine, iktidar partisi ve muhalefet partilerinin “namus ve şerefi” sorgulanmıştır. Bugün sürecin eskisinden daha çetrefil bir hal aldığını söylemek sanıyorum abartı olmayacaktır. Netice itibariyle toplumun tüm sinir uçları harekete geçmiştir. Bir tarafta, “imralı muhatap alınmalı” diyenler ile diğer tarafta “gerekirse 50 sene dağa çıkarız ama ülkeyi böldürtmeyiz” diyenler öte tarafta ise “bizleri terörist anneleri ile bir tutamazsınız” diyenler... Olumlu hiç mi gelişme yok diyecek olursak ise böylesi bir konunun elle tutulur şekilde kamuoyu tarafından tartışılır hale getirilmiş olması önemli bir gelişmedir. Ne kadar hararetli de olsa, bazı konular konuşulmaya başlanırsa eğer, toplumun tahammül seviyesi de o kadar ilerleyecektir. Demokratik toplumlarda hemen her konu tartışma ortamı bulabilmektedir ve bu bir bakıma Türkiye'nin demokrasi geleneğini bir nebzede olsa ileri taşımaktadır. Fakat süreç içerisindeki samimiyetsiz yaklaşımlar da gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim Türk – Kürt kardeşliğine vurgu yapmak, akan kanların durdurulmasını istemek, bin yıllık birlikteliğe atıfta bulunmak ve Türkiye'nin daha gelişmiş bir ülke olacağına inanmak bugüne has ve Başbakan'ın grup toplantısında yaptığı konuşmaya ait düşünceler değildir. Nasıl ki sözler bugüne ait değilse, dolayısıyla bu sözleri duyarak ağlamak da gerçekçi ve samimi değildir. Türkiye Cumhuriyeti devleti üzerinde 30 yıllık terör belası yaşanmış ve tek kelime ile hiçbir zaman Türkler Kürt kardeşlerine karşı taaruz ve saldırıya geçmemişlerdir. PKK ile Kürt kavramlarını her ne kadar bir arada gibi algılama durumu varsa da bu durum fiili bir hal almamıştır. Dolayısıyla bugün demokratik açılımı gerçekleştirmek için ortaya bir açılım koyarken, mevcut durumu geri götürme tehlikesi ile karşı karşıya kalmak istemeyiz.

Netice itibariyle 2007'den günümüze AKP iktidarı maalesef birçok konuda samimiyetsiz ve beceriksiz davranmıştır. Yiğidi öldür hakkını ver deyiminden hareket ederek AKP'nin yaptığı iyi işleri unutmamak gerekir. Ancak böylesi büyük bir iktidar gücü ile daha iyisini yapabilmek mümkün olabilirdi. Uluslararası konjonktürün de desteğini sonuna kadar ardında hisseden AKP eğer siyasi olarak bir rövanş mantığını kenara koyabilmiş ve tabandan gelen marjinal tepkilerle birlikte oy kaygısını görmezden gelebilmiş olsaydı, bugün “take off” pozisyonunda olmamız için birçok engel aşılmış olabilirdi. Türkiye'de iktidar olmanın muktedir olmaya yetmediği gerçeğinin bir kez daha altını çizerek AKP'nin bazı konularda çok da ileri adımlar attığını söyleyebiliriz. Fakat daha önce hangi iktidar partisi uluslararası sistemin desteğini bu kadar belirgin şekilde ardına alabilmişti ki? Gelecek seçimler 2011 yılında yapılacak ve AKP'nin “take off” için yaklaşık 2 senesi var. Dilerim bugüne kadar yapılan hatalar noktasında özeleştiri yapılıp, bundan sonraki günlerde daha uzlaşmacı ve tahammül sahibi bir iktidar görebiliriz. Önemli olan üzüm yemek olmalı ve bağcı dövme işini yapanlara karşı yek vucüt halinde durulmalı. Son Osmanlı Padişahı benzetmesi yapılan Başbakan Erdoğan dilerim Fatih Sultan Mehmet'in "Yerinde söz söylemesini bilen, özür dilemek zorunda kalmaz” sözüne vakıftır ve özür dilemek zorunda kalmaz.
29/08/09 BURAK YALIM

4 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Türkiye'nin son birkaç aylık analizini hem hükümet yönünden hem de diğer yönlerden açıklıkla ve tarafsızca incelemişsiniz.. Konu anlaşılır ve net olmakla birlikte gelecekte kaygıları, beklentileri de ayrıca vurgulamışsınız.

    Yazılarınızın devamını merakla beklediğimi iletir saygılarımı sunarım..

    Ömür Özcan

    YanıtlaSil
  3. gayet güzel analizler..sanki 8 yıllık iktidarı genel olarak eleştirir gibi gözüksenden yerinde tespitler vardı objektif olarak..satır aralarını iyi sunmuşssun bize..halkımızda sanki biraz unutkan:)hatırlar umarım ki bu satır aralarını, sandık başına geldiğinde aklına en son yaşanan populist bir olay gelmez..(hem muhalefet için hem iktidar oyları için söylüyorum)

    YanıtlaSil
  4. "Uluslararası konjonktürün de desteğini sonuna kadar ardında hisseden AKP.." şeklinde devam eden cümlede vurgulamak istediğim bir konu var,bildiğiniz gibi AKP 2002 yılında göreve başladı.Bu yıllar Irak-ABD gerginliğinin tavan yaptığı,Birleşmiş Milletler'in Genel Kurul'unda sert tartışmaların olduğu,ABD'nin operasyon planları yaptığı döneme rastlar,o dönemde TBMM,AKP'nin de içinde bulunduğu milletvekilleriyle Tezkere'ye karşı çıkmış,ABD'nin inanılmaz şekilde tepkisine maruz kalmıştı taki Kasım 2005'te Erdoğan-Bush görüşmesine kadar,o tarihe kadar AB sürecinde her ne kadar bir ilerleme gözükse dahi,bu zamana kadar farklılaştırılmış boyutlarda ilişkiye geçmediğimiz havzalarla iletişime geçilmiş,ciddi bir stratejik ağırlık kazanılmıştır,bu konuda gerekirse ayrıca tartışılabilir;) Demek istediğim şudur,uluslararası destekten bahsediliyor ama tek kutuplu dünya sisteminde bırakın ABD desteğini,tepkisini ve bir nevi ambargosunu gören hükümetin buna rağmen dış alanlarda yapmış olduğu manevraların görülmemiş olmamasını yadırgadım. Merak ediyorum bu zamana kadar hangi siyasi iktidar bu alanlarda bu kadar kapsamlı ve uzun vadeli dış politika üretebilmiş,ve vizyon koyabilmiştir.

    İkinci olarak Kürt Sorununa yönelik başlatılan Demokratik Açılım Süreci'nin boyutları gün geçtikçe şekillenmekte,fakat yapılan araştırmalarda görülmektedir ki işşizlik ve aşırı marjinal grupların da etkisi ile MHP'nin oyu anketlerde yükselmekte %18'ekadar,CHP %21'e gerilerken,AKP'nin oyları yüzde 35ler civarında kalıyor,bu durum sürdüğü müddetçe önümüzdeki seçimlerde AKP-MHP kaolisyonu gündeme gelebilir şekilde analizler üretiliyor. Benim şahsi kanaatim CHP'nin sürece dahil olup,ve Kürt Raporları ile sisteme giriş yapıp,Demokratik Açılım Süreci zeminine destek olmasıdır,çünkü bu saatten sonra MHP'nin Sürece destek olması imkansızdır,süreci baltalamış ve destek olanları hain ilan etmiştir,MGK'da destek veren TSK'yı bile hain ilan edecek konuma gelen bir partinin artık süreçte olumlu rol oynaması imkansızdır. Eğer CHP kendini tekrar Sosyal Demokrat bir parti olarak tanımlarsa,Batı'daki deyimle AKP-CHP uzlaşması yakalanabilirse bu sorunda Türkiye ciddi bir şekilde rahatlayacaktır kanaatini taşıyorum.

    Saygılar ;)

    Kemal GÜLPINAR

    YanıtlaSil