30 Ekim 2009 Cuma

Darbe'ye Darbe İndiren Sözde Demokrasi

Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidara gelişinden bugüne kadar vesayet rejimi (Askeri Dikta) konusunda Türkiye her yeni günde önemli ve demokratik gelişmelere doğru adım atmıştır. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği makamının sivilleşmesi ile başlayan süreç, en son askerlere sivil yargı yolunu açan anayasa değişikliği ile devam etmektedir ve dikkat edildiğinde artık askerler de eskisi gibi canları sıkıldığında basın ve medyayı karşılarına alıp açıklama yapamamaktadır. Türkiye'nin demokratikleşmesine dair atılan bu adımların ardında hep alkış tutanlardan biri olarak sürekli "şeriat mı istiyorsun", "rejim ile ilgili sorunların mı var" şeklinde sorulara (hatta soru değil baskılara) maruz kaldım.
Türkiye kurulduğu günden itibaren "cumhuriyeti koruma ve kollama" cümlesinin ardına gizlenen bir askeri vesayet altında bugünlere ulaşmıştır. Nitekim 1960'tan başlayarak günümüze kadar gelen ve en son günümüz şartlarına uyarlanmış şekliyle (post-modern) 27 Nisan E-Muhtırası ile sonlanan ve devamının olmamasını dilediğimiz asker müdahaleleri demokrasimize sürekli olarak darbeler indirilmiştir. Artık inanıyorum ve temenni ediyorum ki "askeri darbe" Türkiye'de yaşayan ezici çoğunlukça meşru kabul edilmeyen bir yöntemdir. Keşke ezici çoğunlukla meşru kabul edilmeyen tabiri yerine Türkiye'nin tamamı diyebilme şansımız olsaydı ancak en son "irtica ile mücadele eylem planı" olarak aylar önce medyaya yansıyan ve "kağıt parçası" olduğu dile getirilen belgenin de gerçekliği tespit edildiğine göre, TSK içinde halen daha "darbe" kavramının meşru algılandığını görüyoruz. Darbenin ordu içinde meşru kabul edilmesinin bir anlamda kabul edilebilirliği olduğunu anlayabilmek için Türkiye Siyasi Tarihi'ne bakmak yeterlidir. Bizim daha büyük endişemiz bu duruma çanak tutan ve destek verenlerin varlığı ile ilgilidir. Nihayetinde ordu içindeki darbe yanlılarının varlığı, yıllardır süregelen geleneğin kırıntıları olarak adlandırılıp bunlar yeri geldiğinde temizlenebilir ancak "zihniyet" olarak halen daha darbeyi kabullenenlerle nasıl mücadele edeceğiz? Zaman akışı mutlaka bu darbe yanlısı zihniyeti de temizler diye düşünerek umutlarımızı arttırmak mümkün ancak darbenin ikamesinin demokrasi olarak Türkiye siyaset zeminine ve Türkiye toplumsal yaşamına yansıması ne zaman olacak?
Yukarıda sorulan son sorunun altında yatan nedenler, tıpkı yıllardır ürktüğümüz darbe planları ve darbeciler gibi bir başka gücün de demokrasi özlemimize set vurduğuna işaret edebilir. Gündemdeki Albay Dursun Çiçek imzalı "irtica ile mücadele eylem planı" adlı belgenin aylar sonra birileri(!) tarafından davanın bakıcısı olan Ankara Cumhuriyet Savcılığına değil de İstanbul Cumhuriyet Savcılığına gönderilmesinin altında yatan nedeni sorgulamak isteğimiz, mevcut egemenin de yarınlarımızda görmek istediğimiz "demokrasi" ile ilgili sorunları olup olmadığına dair kendimizi emin kılmak isteğimizdendir. Konuya ilişkin aynı amacı taşıyan başka soru ise "belgenin neden bu kadar zamandır ortaya çıkmadığı ve anlaşıldığı üzere bir askerin elinde bulunmasına rağmen neden vaktinde gerekli makama teslim edilmediği" şeklindedir. Her ne kadar Deniz Baykal beyefendinin bu konuya ilişkin masum bir yanı olmadığını biliyor olsak da, kendisinin son vakaya ilişkin söylediği "zamanlama" meselesinin ardında başka nedenler mi vardır? Demokratik açılım meselesinin hayli karışık bir halde devam ettiği ve şehit aileleri ile gazilerin sinirlerinin yüksek dozda yıprandığı son dönemde acaba TSK'nın tavrının belli başlı nedenlerle kontrol altına alınması mı gerekiyordu? Sorular benzer meallerle arttırılabilir. Sorulara verilecek cevapların ise tatmin edici olmaması ve hatta henüz bu gibi sorulara binaen açıklama yapılmamış olması, "darbe" lafından ürktüğümüz gibi "sivil otokrasi" kavramına karşı da korkularımızı arttırıyor. Konu ile ilgili az da olsa geçtiğimiz hafta tanıtımı yapılan bir gençlik projesinin iktidar partisinin gençlik kolları toplantısında, "üniversitelerde çok zayıfız ve bu proje ile 'inşallah' üniversitelere de hakim olacağız" şeklinde yorumlanması ise kaygılarımızın çok da yersiz olmadığına işaret etmektedir.
Türkiye'de kutsallar (din-bayrak-milliyet-vatan-mezhep-cemaat v.b.) üzerinden siyaset ile yıllarca, "anadolulu" diye anlandırdığım milyonlarca insanımız emeklerinin karşılığını alacaklarına inandırılmış ancak her seferinde olan yine anadolulu insana olmuştur. Türkiye'nin seçkin elitist kitleleri iktidarda olmadıkları zamanlarda bile bürokrasi nimetiyle semirirken, "anadolu", yine anadolu içinden çıkan ve anadolulu rolü oynayanlarca adeta sömürülmüştür. Bugün ise tüm kutsalları bir kenara koyarak siyaset yapmaya çalıştığını iddia eden bir siyasi iktidar mevcuttur. Bu siyasi iktidarın en çok kullandığı söylemlerden biri "milli irade" ikincisi ise "demokrasi ve demokratikleşme" şeklinde hafızalara kazınmıştır. Demokrasi ise öyle kolay bulunası bir nimet olmadığı gibi doğulu toplumlarda tezahürü çok geç kalan bir anlayıştır. Doğu halkları üzerinde uygulaması gayet zor ama gerekli olan demokrasi anlayışının ısrarla dile getirilişi umut verici olduğu gibi çok manidardır. Nitekim söz ile eylem farkı göz önüne alındığında bizim ülkemizde "sözde demokrasi" olduğuna dair örnekler haddinden fazladır. Sözüm ona darbeye karşı darbe indirenlerin demokrasi anlayışlarının zayıflığı da maalesef geçtiğimiz 7 yıl uygulamasında görülmüştür. Evet "darbe istemiyoruz" ve hayır bazıları gibi "şeriat getireceksiniz" de demiyoruz. Bizim korkumuz, darbe üzerinden hareketle sözde demokratik imparatorluğunuzu kurma girişiminizdir. Ve unutulmaması gereken bir laf vardır, "kişi ağzına doladığı laftan yana zaafa sahiptir". Sayın Başbakan'ın da ağzına en çok doladığı kelime, DEMOKRASİ'dir...

1 yorum:

  1. bu işler böyle..sözde demokrasi adı altında kimse kusura bakmasın baskı rejimi gerçekleştirenleride bu millet gözünden kaçırmaz.hakkaniyet gerekli ama herkese sırf akp lilere değil..toplumun tamamına..medyaya ve psikolojik unsurlara dikkat etmek gerek..

    YanıtlaSil