16 Şubat 2010 Salı

Bağımsızlığın 2. Yılında Kosova'daki Gelişmeler

Kosova 17 Şubat 2008 yılında Birleşmiş Milletler Özel Temsilcisi Martti Athisaari'nin hazırlamış olduğu plan doğrultusunda bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlığın ilanı ile birlikte başta ABD olmak üzere Türkiye'nin de içinde bulunduğu birçok devlet bağımsızlık ilanını hemen tanırken, bugüne kadar Kosova, içinde 22 Avrupa Birliği üyesi ülkenin de bulunduğu 65 ülke tarafından tanındı. Kosova'nın Athisaari Planı doğrultusunda kazandığı bağımsızlık bugünlerde 2. yılını doldururken Kosova halen daha ciddi sorunlarla karşı karşıyadır.

Sırbistan ve Rusya Engeli

Kosova'nın bağımsızlığa giden süreçte meşruiyet kazanmasını sağlayan en önemli nedenlerden biri Sırp milliyetçilerin Yugoslavya'nın dağılma sürecinde izlediği ırkçı ve şiddet içeren politikalardı. Kosovalı Arnavutlara karşı oluşturulan baskı politikaları gerçekleşmeden önce Kosova özerk statü ile Sırbistan Cumhuriyeti'ne bağlıydı. Eski Sırp lider Slobodan Miloseviç önderliğinde Kosova'nın arnavutlardan temizlenmesi için başlayan baskı politikaları neticesinde nüfusun yaklaşık %90'ını oluşturan Arnavutlar da Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) altında örgütlenerek Sırp Polisine karşı direniş göstermişlerdir. Bu direnişle birlikte şiddetini arrtıran Sırbistan Devleti 1999 yılında NATO tarafından yapılan hava operasyonuyla durdurulmuş ve bu tarihten sonra Kosova Sırbistan Cumhuriyeti'nin denetim ve yönetiminden çıkmıştır.1 Birleşmiş Milletler'in denetimi altına giren Kosova uzun ve sabırlı bir bekleyişin ardından 17 Şubat 2008'de bağımsızlığını ilan etmiş ve dolayısıyla bağımsızlık ilanı öncelikli olarak Sırbistan'ın ve Sırpların ezeli müttefiki Rusya'nın büyük tepkisini çekmiştir. Sırbistan ve Rusya halen daha Kosova'yı tanımazken çeşitli platformlarda bu konuyu gündeme getirmek ve Kosova Sırbistan Cumhuriyeti'nin bir parçasıdır demekten geri kalmamaktadırlar. Bunun bir örneği meselenin Sırbistan tarafından Uluslararası Adalet Divanı'na taşınmasıdır.

Kosova Bağımsızlığı Uluslararası Adalet Divanı'nda

Bağımsızlık ilanını asla tanımayacağını açıklayan Sırbistan, Ekim 2008'de, Kosova'nın bağımsızlık kararıyla ilgili olarak Uluslararası Adalet Divanı'nda tavsiye kararı alınması yönündeki talebiyle BM Genel Kurulu'na yasa tasarısı sundu. BM Genel Kurulu'nda görüşülen tasarı, 6 hayır oyuna karşı, 77 evet oyuyla kabul edildi. BM Genel Kurulu'nda 77 ülke de çekimser oy kullandı. Bu oylama neticesinde Sırbistan, BM Genel Kurulu'nda çoğunluğun desteğini arkasına alarak, konuyu Uluslararası Adalet Divanı gündemine taşımayı başardı.2 1 Aralık 2009'da davayı görüşmeye başlayan Uluslararası Adalet Divanı'nın alacağı karar herhangi bir hukuki bağlayıcılık taşımamakla birlikte bir tavsiye kararı niteliğindedir. Sırbistan'ın konuyu Uluslararası Adalet Divanı'na taşımakla amacı Priştine ile Belgrat arasında yeni bir pazarlık süreci başlatabilmek. Davanın ilk oturumunda her iki tarafta konu ile ilgili tezlerini 3'er saatlik süre içerisinde sundular. Dava süresince 9 gün boyunca 29 ülkenin konuya ilişkin savunma ve görüşleri alındı ve kararın önümüzdeki bahar ayları içinde açıklanması bekleniyor. Sırbistan'ın Kosova'nın bağımsızlığının illegal olduğuna dair önemli bir referans olarak beklediği sonucun her iki devletin de lehine ya da aleyhine olmayacağı söyleniyor. Fakat mahkeme sonucunda ortaya çıkacak tarafsız bir karar Kosova'nın bağımsızlık meşruiyetini arttıracağı gibi Kosova için yeni tanınmaları da beraberinde getirecektir. Sırbistan'ın başvurusu neticesinde oluşan mahkeme eğer Kosova'nın bağımsızlığına ilişkin herhangi bir olumsuz ifade kullanmazsa bu kararın ayrılıkçı hareketler ile sorunu olan ülkelere de etki edeceği düşünülebilir.

Kuzey Mitroviça'ya karşı Preşevo Resti

Kosova'da önemli sorunlardan biri de Sırp azınlığın siyasi – ekonomik - kültürel hayata katılmaması ve özellikle iki bölünen Mitroviça kenti ve Kosova'nun kuzeyinin Kosova'dan ayrılması durumudur. Belgrat yönetimince de desteklenmekte olan Sırp azınlık Kosova'nın ilk yerel seçimi olan Kasım 2009 seçimlerinde oy kullanamak üzere baskı altında tutuldu. Sırp azınlık üzerindeki Sırbistan baskısı en son Sırbistan Hükümetinin Kosova’ya ait Bakanlık Devlet Sekreteri Oliver İvanoviç'in Kosova Güvenlik Gücüne Sırpların katılmaları yönünde çağrı yapan KFOR yetkililerini uyarması ile gündeme geldi.3 Bilindiği gibi Kosova'da güvenliği sağlamak için 1999 yılında Barış gücü (KFOR) yerleşmiş ve bugün Kosova Güvenlik Güçleri'ni örgütlemek ve eğitim vermek üzere halen daha varlığını korumaktadır. KFOR yetkilileri Kosova Güvenlik Gücü'nün Athisaari planının öngürdüğü çok-etnikli devlet yapısı doğrultusunda Sırp azınlığın katılımı ile oluşmasını sağlamaya çalışırken bu duruma Sırbistan'ın müdahale etmesi, Belgrat'ın halen daha Sırp azınlık üzerinden Kosova'ya baskı kurduğunu göstermektedir. Sırbistan diğer taraftan da Kosova'ya sınır komşusu olan Karadağ ile ilişkilerini sıkı tutmaya çalışarak Kosova'yı yalnızlaştırmak istemektedir. Sırbistan Dışişleri Bakanı Vuk Jeremiç, Karadağ'ın Byelopolye şehrindeki Aziz Sava Akademisi'nde yaptığı bir konuşmada, “''Hiçbir zaman kavgalı olmadık. Bundan sonra da olmayacağız. Bizim için ebedi olan kardeşliğimiz, ortak tarih ve mücadelemizdir'' dedi. Kosova mücadelesinde bir karış topraktan bile vazgeçmeyeceklerini belirten Yeremiç, bugün kendilerinin, yarın gelecek kuşakların Kosova'yı savunmaya devam edeceklerini vurguladı.4

Sırbistan'ın bu politikalarına karşı Kosova hükümeti ve yetkileleri daha çok uzlaşma yolunu tercih etmektedirler. Özellikle Kasım 2009'da yapılan seçimlerde Sırp azınlığı oy kullanmaya davet eden Kosova hükümeti, Athisaari planında yer alan çok-etnikli yapı konusunda dikkatli davranmaya ve bu maddeyi korumaya yönelik politikalar üretmeye çalışmaktadır. Kosova Hükümeti'nin bu yapıcı tutumu içerideki muhalif seslerce ciddi şekilde eleştirilmekte, özellikle Vetevendosje (Kendi Kaderini Tayin) hareketinin üyelerince düzenlenen boykot ve hükümet karşıtı eylemlere maruz kalmaktadır. Kosova hükümetinin bir diğer yaklaşımı ise Kuzey Kosova'nın kendilerinden ayrılması tehdidine karşı, Sırbistan'ın toprakları içerisinde kalan ve nüfusunun çoğunluğu Arnavut olan Preşevo vadisinin Kosova'ya dahil olabilme ihtimalinin bulunmasıdır. Geçtiğimiz günlerde Kosova Meclis Başkanı Yakup Krasniçi yerel bir televizyonda, ülkenin kuzeyinde Kosova yasaları ve hükümetini reddetmeye devam eden Sırplara hitaben yaptığı konuşmada, “ülkenin kuzey kesimine ilişkin belirlenen stratejinin Kosovalı Sırplar için önemli olduğunu belirterek, bu stratejiyle Sırpların Mitroviça'nın kuzeyinde belediyeye sahip olacaklarını, bunun bölgede hukuk düzenine işlerlik kazandırmak açısından önemli bir gelişme olduğunu savunurken, ülkedeki Sırplara bütünleşme çağrısında bulundu. Krasniçi, Kosova'nın kuzey kesiminin ayrılması durumunda Sırbistan sınırları içinde Arnavutların çoğunlukta olduğu Preşova Vadisi'nin Kosova ile birleşebileceğini de sözlerine ekledi.5

Bağımsızlığın 2. yılında Kosova

Kosova bağımsızlığının ikinci yılını kutlarken halen daha bağımsızlığını tanımayan ve Kosova içerisinde yaşayan Sırpları kullanarak Kosova üzerinde baskı kurmaya çalışan bir Sırbistan ile mücadele etmektedir. Kosova'nın bu mücadelede en büyük güvencesi uluslararası sistemin başat gücü halindeki ABD'nin Kosova'ya olan desteği ve Avrupa Birliği ile ilgili yürütülen çalışmalardır. Belgrat'ta göreve yeni başlayan ABD büyükelçisi Mary Warlick'in “Kosova meselesinin ABD için artık kapandığı ve Kosova'nın statüsü konusunda Sırbistan ile anlaşmak zorunda olmadıkları” şeklinde açıklamaları Kosova açısından büyük önem taşımaktadır6. BM Kosova geçici misyonu (UNMİK) Başkanı Lamberto Zannier'in BM Güvenlik Konseyi toplantısında “Kosova'da durum sakin ancak hassas” şeklinde açıklama yapmasına rağmen Kosova'lı yöneticilerin geçtiğimiz yılda siyasi ve ekonomik anlamda önemli başarılar gerçekleştirdiğini vurgulaması ve mültecilerin geri dönmesi ve tarihi eserlerin korunması konusundaki çabalarını ifade etmesi7, UNMIK ile Kosova Hükümeti arasındaki anlaşmazlık ve koordinasyon eksikliğini göstermektedir. Kosova'da atılan olumlu bir adım ise KFOR'un asker sayısındaki azalmadır. Barış gücü KFOR 15 bin olan asker sayısını 10 bine düşürürken bunu bölgenin ve ülkenin güvenlik durumuna istinaden yapıldığını ve bu gelişmenin uluslararası barış gücü adına tarihi bir gelişme olduğunu vurgulamıştır.8 Anlatılan gelişmelerin önemi ve tarafları incelendiğinde Kosova meselesi halen daha uluslararası konumunu korumaktadır. Özellikle ülkede halen büyük etkisi olan Birlemiş Milletler Kosova Geçici Misyonu (UNMIK), Avrupa Birliği silahlı gücü (EULEX) ve Uluslararası Barış Gücü (KFOR) Kosova'nın halen daha kendi kaderini tayin etmek konusunda yetersizliğini gösterdiği gibi bu güçlerin de Kosova ekonomisinde büyük bir erimeye yol açtığı açık bir gerçektir. Kosova'nın karşısındaki sorunların en büyüğü ise bağımsız olduğu günden itibaren ekonomik sıkıntılardır. Kosova'da 2010 yılı bütçesi Kosova Meclisi'nde uzun tartışmalar sonucunda muhalefetin oylamayı boykot etmesine rağmen onaylandı9. 2010 yılı bütçesi bir önceki yıla oranda %6'lık bir büyüme ile 1,461 milyar avro.10 Bu büyüme mevcut hükümet tarafından her ne kadar Avrupa standartlarında ve yeterli olarak yorumlansa da muhalefetin yorumları ve Kosova'daki işsizliğin halen daha çok yüksek oranlarda olması durumun çok da iyi olmadığını gösteriyor.

Sonuç

Kosova bağımsızlığı henüz ikinci yılını doldururken Kosova birçok sorunla halen daha karşı karşıyadır. Özellikle içerideki muhalif hareketlerin ciddi tepkileri mevcut hükümeti içeride zorlarken dışardaki etkinlik alanını da kısıtlamaktadır. Bu durumda sorulması gereken önemli sorulardan biri, 1999 yılında Sırbistan Cumhuriyeti'nden tamamen bağımsız kalarak BM statüsü altına giren Kosova'da bağımsızlık ilanına kadar geçen yaklaşık 10 yıllık süreçte neler yapıldığıdır? Bağımsızlık için gerekli hazırlıklar yapılmış ve bu konuda konsensüs sağlanabilmiş midir? Gelinen şu aşamada görüldüğü üzere Kosova hazırlıksız bir bağımsızlık ilanı gerçekleştirmiş ve erken doğuşun sıkıntılarını yaşamaktadır. Genç nüfusun çok yüksek olduğu Kosova'da işsizlik ve ekonomi en büyük sorunlardan biridir. Kosova'nın bağımsızlığı sürecinde rol edinen politikacıların gelinen bu süreçte Kosova halkı içinde geçmişteki desteğini yitirmiş olmasının en büyük sebebi de bağımsızlık üzerinden iki yıl geçmesine rağmen henüz birçok sorunun çözülememiş olmasıdır. Ancak bu noktada politikacıların da manevra alanı çok fazla değildir. Halen daha uluslararası güçlerin etkin rol oynadığı Kosova'da politikacılar çok da etkin değiller. Bu durumda da Kendi Kaderini Tayin (Vetevendosje) hareketi ciddi bir halk desteği ile güçlü bir muhalefet oluşturmaktadır. Kosova'nın Avrupa Birliği'ne dönük hedefleri noktasında son gerçekleşen vize liberalizasyonunun dışında kalması da ciddi bir motivasyon kaybına neden olmuştur. Kosova'nın bağımsızlığı artık geri dönüşü olmayan bir süreçtir, bu anlamda Sırbistan'ın çabaları sadece süreci uzatmak ve Kosova'nın gelişmesini engellemekle sınırlı kalacaktır. Kosova bağımsızlığını uzun bir bekleyiş ancak hazırlıksız bir süreçten sonra ilan etmiştir. Önümüzdeki süreçte de bu hazırlıksızlığın neden olduğu sorunlar ile mücadele de Kosova'yı ciddi iç politik krizler beklemektedir.

dipnotlar









 

13 Şubat 2010 Cumartesi

Gidişat Kötü ama Yine de AK Parti



Dünya dönüyor, zaman akıyor, insanlar hayatına devam ediyor. Evet buraya kadar herşey normal seyrinde ilerliyor. Dünyanın dönüşü ve zamanın akışı ile ilgili herhangi bir sıkıntımız yok herhalde. Ama insanlar hayatlarına “nasıl” devam ediyor? Bu soru bizi, hepimizi, azıcık ucundan bile olsa ilgilendiriyor. Hakikatten bu insanlar nasıl yaşıyorlar diye düşününce esaslı olarak, birçok yol çıkıyor karşınıza. Bu insanlar nerede nasıl yaşıyor diyorsunuz. Bu insanlar Türkiye'de nasıl yaşıyor diyorsunuz. Bu insanlar Türkiye'de öyle ya da böyle yaşıyor ama gerçekten “yaşamak” nedir? Gerçekten yaşamak nefes almak vermekten ibaret değilse ve insanların binbir türlü ihtiyacı varsa ve istekleri varsa bu insanlar bu isteklerini nasıl elde ediyorlar ve elde ediyorlarsa eğer o zaman istekleri bitiyor mu? Bitmediğini hepimiz kabul ediyoruz peki ya bitmeyen istekler nelere yol açıyor?

Bugün sokaklarda dolaştım. Birkaç eş dost ile telefonda görüştüm. Hatta uzak yerlerdekileri de internet yoluyla yokladım. İzledim, gözlemledim, sordum ve soruşturdum. Ne mi sordum, nasıl yaşıyorlar diye sordum. Hepsi kör topal dedi neredeyse. Hiçkimse halinden memnun değildi. İnsanoğlu halinden memnun olmaz zaten deyip geçmemek lazım. Neden halleri kötüydü onu da sordum. Kimisi öyle dedi, kimisi böyle dedi ama en sonunda mevzu döndü dolaştı ekonomik verilere geldi. Herkesin ekonomiden yana sıkıntısı vardı. Ekonomik kriz fena vurdu piyasaları diyorlardı. Ben de dedim ki “yahu kriz teğet geçmedi mi”. Tabiki herkes bu lafa gülüyordu ve dalga mı geçiyorsun diyordu. Peki dedim kriz teğet geçmediyse ve piyasalar inanılmaz bozuksa bunun sorumlusu kimdir? Herkes mevcut iktidar partisine kızıyordu, önmel almadılar, küresel krizi dikkate almadılar vesaire... Hatta bazıları – partizan olanlar- 1980 darbesinden sonra bile bu kadar kötü değildi durum dedi ve keşke asker dipçiği vursa bunlara diye temennide bulundu. Temenniye katılmıyorum tabiki, yani dipçik vurmalar bu memlekete bir şey kazandırmış değil bugüne kadar. Ama insanların ekonomik sıkıntılar ve başka nedenlerden ötürü bunu destekler konuşmalar yapması da olağan değil. Tamam Türkiye'de bir asker hayranlığı ve AK Parti karşıtı olan kesim var. Ancak son zamanlarda bu kesimle yakından ilgisi olmayan insanlar bile asker dipçiği istemeye başlamışsa bir yerlerde birşeyler yanlış gidiyor demektir. Türkiye'de insanların sunni gündemler ile oyalanması çok zor değildir ama bugün hangi kesimden olursa olsun her insan sunni gündemlerden uzaklaşmış, -ergenekon, balyoz, katsayı, darbe – sadece ve sadece ekonomik verilerin sıkıntılarını konuşmaktadır. Orta yaşlı bir adama katsayı kararı sorulduğunda verdiği cevap çok enteresan. Adam, “katsayıdan banane, çocuğum katsayı engeli olmasa üniversiteye gitse bile onu nasıl okutacağımın derdindeyim ben” diyorsa ve birçok ebeveyn buna benzer tepkiler içindeyse ortada ciddi bir durum var demektir.

Burada aklıma çokça eleştirilen İlber Ortaylı'nın açıklamaları geldi. Ne demişti ünlü tarihçi, “Sivil siyaset işini yapamazsa, askerin siyasete karışması kaçınılmazdır”. Bakıyorum da şu yukarıdaki insanların tepkileri ile İlber hocanın dediği arasında pek fark yok. Siyaset erbabının işi en önce ülkenin refah düzeyini yükseltmekse ve bu noktada insanlar şikayetçiyse ve bu insanlar için herhangi bir alternatif siyaset yolu da görünmüyorsa... O zaman ne olmalı? Türkiye sanırım böyle bir keşmekeşin içerisine girmeye başladı. AK Parti maalesef ekonomik meselelere çok da iyimser tepkiler vermiyor. Kriz teğer geçiyor (!), Tekel işçileri yetim hakkı yiyiyor (!), 150 bin öğretmen açığı olan ülkemizde bir çok öğretmen adayı atama ve kadro bekliyor, genç işsizlik neredeyse yüzde otuz oranlarında ve bu duruma çare üretilecek herhangi bir önlem paketi, ekonomik açılım(!) falan ortalarda yok. Demokratik açılım, alevi gibi bir inanç grubu ve kürt gibi bir etnik grup etrafında yürütülmeye çalışılıyor ama maalesef demokrasinin en temel ögesinin de ekonomik kalkınmışlık ve gelir düzeyinde adalet olması gerektiği anlaşılamıyor herhalde. Demokratik açılım meselesinin de inanç ve etnisite üzerinden yürütülmesi ne kadar anlaşılabilir bilmiyorum. Benim anladığım demokrasilerde inanç ve etnisite üzerinde pek durulmaz, durulmamalıdır çünkü çetrefil konulardır, herkese eşit hakkı ve eşit temsili sağlayabilen devlet vatandaşına sadece insan olarak bakar, etnisite ve inanç önemsizdir.

Katsayı meselesi de gereksiz şekilde inada bindirildi, bakalım müslüman demokratlar mı, laik kemalistler mı kazanacak? Acaba müslümanlar ne kadar demokrat ve laikler ne kadar kemalist? Kemalist bir ideoloji var mı o da ayrıca tartışmalı tabiki. Ama bu iki cenahta bence otoriter ve totaliter. Kemalistler halen daha tek parti dönemine özlem çekerken, müslüman demokratlar da herkesi kendileri gibi düşündürtmek istiyorlar. Kemalistlere kalsa halen daha içe dönük izolasyonist politikalar izlenmeli. Müslüman demokratların imamı ise medyaya çatıyor, demokratik tepkisini göstermek isteyenleri aşağılıyor. Ağzına en çok demokrasi ile ilgili lafları o doluyor ama demokratlık meselesinde mesele söz söylemekte değil, icraat yapmakta.

Netice itibariyle, insanlar ülkenin gidişatından felaket rahatsızlar. Ha başarılı olunan bir şey var, o da millet artık gerçekten iktidar partisine güveniyor. Nasıl oldu bilinmez ama bu insanların bir çoğu ne olursa olsun Tayyip Erdoğan olsun diyebiliyorlar. Geçenlerde TBMM'de yaşanan kavga olayından sonra ortada açık açık AK Parti haklı diye konuşan bir sürü insan var. Ben defalarca izledim görüntüleri, defalarca dinledim konuşmaları ama nedense AK Parti'nin haklı olacağı bir kare göremedim. Sağlık Bakanı Recep Akdağ'ın gözlüklerini ve ceketini çıkarması herhalde sıkıntıdan değildi. Başbakan'ın salonu terkedip gitmesi vb. bir çok şey. Ha mesele de MHP haklı mı? En azından 2008 yılında kullanılan “ikinci peygamber” yakıştırmasını yeniden gündeme taşıdı ve 2 senedir AK Parti'de görevine devam eden il başkanının görevinden ayrılmasını sağladı. Onun dışında ne kavga, ne bu üslup hiç kimselere yakışmadı tabiki. Uzatmaya gerek yok, millet rahatsız, ekonomik açıdan darboğazda ama yine de bir şekilde Tayyip Erdoğan diyebilmekte. Herhalde bu durumdan benim ders çıkarmam gerekmiyor. Mutlaka birileri ders çıkaracaktır. Fakat kimsecikler ders çıkarmaz ve alternatif üretmezse, AK Parti'de milletin ekonomik darboğazını ve rahatsızlığını görmezse, o zaman neler olacak bu ülkede merak ediyorum. Allah sonumuzu hayır etsin diyen çok esnaf ve insan var, ben de aynı temennilerle diyorum.

6 Şubat 2010 Cumartesi

AKP, CHP ve MHP Tamam, Peki ya Sen?

Türkiye'de siyaset kurumunun tekelleştiği ve alternatif bir siyasi oluşumun eksikliği çokça dillendirilen bir olgu haline geldiği günden itibaren kaçınılmaz bir şekilde alternatif olma çabalarını izliyordum. En son TBMM'de yaşanan kavga ve ardı arkası kesilmeyen darbe planı iddiaları ile birlikte farkettiğim bir şey var ki, kimsenin alternatif aradığı ve buna ihtiyaç duyduğu yok. Çok açık ve net bir şekilde parçalanmış, şuursuz bir şekilde taraf olmuş veyahut oldurulmuş bir toplum ile karşı karşıya olduğumuz için yeni bir söz söylemek kimsenin derdi değil. Hemen herkes o veya bu nedenler ile mevcut eskileri müdaafa etmek çabası içerisindeler. Etki tepki durumu bile denmeyecek şekilde resmen aile içerisine kadar girmiş ciddi bir tahammülsüzlük ve kavga hali ile başbaşa yaşamaktayız. Yaftalamanın bu kadar kolay olduğu bir dönem daha yaşanmış mı bilmiyorum ve açıkçası hiçbir rant ve çıkar sağlamayan insanların belli başlı siyasi oluşumları taparcasına desteklemesi veyahut savunmasının ardında yatan nedenleri merak ediyorum.

Sırasıyla AKP, CHP, MHP ve BDP mecliste grubu olan partiler olarak karşımıza çıkmakta. En keskin tartışma ve kavgaların AKP, CHP ve MHP üçlüsü arasında yaşandığı düşünüldüğünde BDP'ye pek fazla değinmemize gerek kalmayacak. Sondan başlayacak olursak eğer, TBMM'de yaşanan kavga neticesinde AKP ve MHP'nin birbirine girdiğini görüyoruz. Sağlık Eski Bakanı MHP Milletvekili Osman Durmuş'un meclis kürsüsünden yaptığı konuşma neticesinde ona cevap vermek üzere kürsüye gelen Başbakan Erdoğan'ın konuşması esnasında TBMM Genel Kurul salonu istenmeyen görüntülere sahne oldu. Yaşananların ardından süren tartışmalara baktığımızda herkes birbirini suçlamakta. Başbakan Erdoğan en son konuşmasında bu konuya yer verirken MHP'yi faşistlik ile ve geçmişinde sokaktaki kavga üslubunu şimdi meclise taşımış olmakla suçlamakta. MHP ise 2 yıl kadar önce AKP Aydın İl Başkanı'nın bir konuşmasında Başbakan Erdoğan için “İkinci Peygamber” lafını kullanmasını yeniden gündeme taşıyor ve gündemdeki Başbakan'ın eşinin GATA'ya alınmamış olması ile birleştirerek AKP'yi eleştiriyor. Bu eleştirinin yapıldığı meclis genel kurulunun gündemi Bakan Ömer Dinçer'e karşı gerçekleştirilen gensoru. Böyle bir konu ile MHP'li Osman Durmuş'un sözleri arasında herhangi bir ilinti olmadığı aşikar. Ancak Osman Durmuş'un art niyetli yaklaşımına AKP tarafından ve bilhassa Başbakan Erdoğan liderliğinde verilen refleks ise MHP'li Osman Durmuş'u art niyetine rağmen haklı duruma düşürecek kadar anlamsız. AKP saflarını iktidar budalalığının sardığı açıkça görülmekte. Başbakan'a “İkinci Peygamber” diyen il başkanları ile ilgili 2 yıldır herhangi bir işlem yapmazken, MHP'lilerin yeniden gündeme getirmesi ile adı geçen il başkanı istifasını veriyor ancak AKP'liler bu konuyla ilgili de MHP'yi suçlayacak kadar pişkinler. Hatta işi abartıp Osman Durmuş'un İslam aleminden özür dilemesini istemeye kadar getirebiliyorlar. Başbakan her zaman olduğu gibi mağdur rolü çalaraktan kendini kamuoyu nezrinde haklı göstermeye çalışıyor. Başbakan'a göre Osman Durmuş, Emine Hanım'a reva görülen muameleyi de desteklemiş. Aklı başında hangi insan yapılan konuşmaları dinlese bu anlamı çıkarır merak ediyorum. Fakat her zaman söylediğim gibi bu memlekette birileri birşeyleri ille kullanacak. Neymiş efendim, MHP'liler faşistmiş, faşist sivil darbe MHP'lilerin yaptığı gibi olurmuş. O zaman Bolu'da gerçekleştirilen Abant toplantılarında -ki siyasi toplantılardır- konuşma yapan bir valimizin orada işi nedir, orada olsa bile konuşma yapması devletin tarafsızlığı, mülki idarenin siyasetten arınmışlığı ile örtüşür mü? Bu durumda acaba demokrasi lafını ağzından düşürmeyen Sayın Başbakan son dönemde yaşanan sivil darbe mi, askeri vesayet mi tartışmalarında kendini haklı çıkarmak için MHP üzerinden siyasi hesaplara mı girişmektedir? Sivil darbeciler böyle olur, ama bizim üslubumuzda bunlar yok, biz bu nedenle sivil darbe ile yakından uzaktan ilgili değiliz mi demeye çalışmaktadır. Peki o zaman anlamsız kadrolaşmaları, polis teşkilatının yapısındaki enteresan değişmeleri, alakasız bir zamanda dillendirilen ve kaldırılan EMASYA protokolünü, 3 yıl sonra eşinin GATA'ya türbanı nedeniyle alınmayışını dillendirmesini ve üzerine ekleme yaparak “dillendirilemeyecek neler yaşadık” diyerek ortalığı merağa bürümesini ne ile açıklayacak? Peki Sayın Başbakan, “Balyoz” iddiaları ile ilgili olsun diğer darbe iddiaları ile ilgili olsun ve Ergenekon davası ile ilgili olsun neden önceden bazı bilgilere sahip olmasına rağmen susmuştur? Neden askerin hataları kurumlar arasında diyalog ile halledilmek yerine halkın önünde seviyesizce tartışılarak çözümlenmeye çalışılmaktadır? Daha dün kurulan bir gazeteye bavul bavul belgeler nasıl ve nerelerden gelmektedir? Bunun ardını araştırmak gerekli değil midir? Bu sorular birbiri ardına sorulmak kaydı ile sürdürülebilir ve cevaplarını bulmak için çok da derin düşünmeye gerek yoktur. Ama biz yine de iktidar partisini bu kadar körü körüne destekleyen, başbakanı adeta “ikinci peygamber” ilan etmeye kadar varan patavatsızlık seviyesinde ardında duran herkese ve özellikle bu durumdan bir kuruş veya bir nebze fayda sağlamayanlara sormak isteriz. Bu soruların ardından çıkacak cevaplar eminim ki çeşitli kılıflara uydurulabilir. Aynı şekilde birazdan soracağım soruların cevapları da bir takım kılıflara uydurulacaktır.

Şimdi salımızı akıntının tersine doğru götürmeye çalışalım. TBMM'de yaşanan tartışmadan yola çıkmak kaydıyla MHP ve CHP'ye bir takım sorular soralım. Ömer Dinçer'e gensoru için toplanan genel kurulda “ikinci peygamber” vakasının konuşulması acaba iktidar partisi üzerine gidilecek başka bir konu kalmamasından dolayı mıdır? Sizlerin basiretsizliği, politika üretemez köhne yapılarınız neticesinde mi Türkiye bu trajikomik sahneleri yaşamaktadır? Acaba balyozdan başlamak suretiyle “kafes-eldiven-ayışığı-sarıkız...vb.” gibi isimler uydurmaca mıdır? Bu isimlerle anılan darbeler salt senaryodan ibaret midir? Eğer böyleyse neden Genelkurmay Başkanlığı da bavul bavul belge ile aksini iddia ve ispat edememektedir? Parti Logosunda Osmanlı Bayrağındaki üç hilali taşıyan MHP niçin Türk kelimesine bu kadar takılmakta ve diğer etnik kimlikleri tanımakta tanımlamakta güçlük çekmektedir? MHP ırkçı değildir ve bu nedenle Kürt vatandaşlarımız ile ilgili iyi bir bakış açısına sahip olmak zorundadır, o halde neden MHP'nin doğu ve güneydoğu anadolu bölgelerinde herhangi bir varlığı yoktur? Ebced hesabı yapmak kaydı ile iktidar parolası oluşturmak hangi aklın eseridir ve ciddi bir siyasi geçmiş ve geleneğe sahip MHP'nin genel başkanı bu komik ebced hesabını nasıl meydanlarda bağırmaktadır? MHP'nin kongreleri neden tek adaylı geçmektedir ve acaba MHP'de demokrasi geleneği nerelerdedir? Türkiye'nin öncelikli meselelerinde MHP neleri önermekte ve MHP halka kendini ne kadar anlatabilmektedir? Halen daha kamuoyunda hakim görüş “MHP, teröristbaşı APO'yu asamadı” şeklindedir ve bunun böyle olmadığı niçin halka anlatılamamıştır? Buraya kadar akıntının tersinde ilk girdabı inceledik. Şimdi ikinci girdaba dair sorularımızı dillendirelim. CHP kendini cumhuriyetin bekçisi olarak mı, sol parti olarak mı, sosyal demokrat olarak mı tanımlamaktadır? Kısacası CHP nedir ve hedef kitlesi kimlerdir? Kemalizm üzerinden 1930'lu yılların özlemini çekiyor olmak CHP'nin geleneği midir, yoksa CHP'de dünyayı okuyan bir siyasi anlayışa sahip olacak mıdır? CHP halk ile ne kadar yakındır, elitist, jakoben anlayış denildiğinde neden akla ilk önce CHP gelmektedir? Deniz Baykal ölmeden CHP Genel Başkanı değişebilecek midir? Atatürk'ün partisi olmak üzerinden nemalanmak ve Atatürk'ün değerlerini koruduğunu iddia etmek CHP'ye ne kazandırmıştır? Ergenekon davasında avukatlık yapmak CHP'nin işi midir? İktidar partisine kızdığı için TSK'yı göreve çağırmak CHP için bir zorunluluk mudur ve CHP siyaset üreterek mi iktidar hedefler yoksa hep muhalefet olmak kaydıyla cumhuriyet bekçiliğimi yapmak ister? Buna benzer sorular çoğaltılabilir. Anlatmak istediğim nehrin akmadığı yöne doğru gittiğimiz zaman da içinde boğulacağımız girdaplar olduğunu göstermektir.

Sonuç olarak, nehrin aktığı yönde de, akmadığı yönde de ciddi sıkıntılar bulunmaktadır. Dolayısıyla hazır bir yöne akıyor en azından sorunlu da olsa aksın demek birilerinin işine gelmektedir. Ancak burada düşülen büyük bir hata vardır. Hata akıntıya kapılıp topyekün alabora olabilmek tehlikesini görememektir. Aslında bu hatanın bir benzeri de akıntıyı kesmeye çalışan ve akıntının tersine kürek çekenlerdedir. Onlarda geri gitmekle herşeyi düzelteceklerine inanmaktadır. Oysa ters istikamette kürek çekmek hem daha yorucudur hem de geçmiş olduğumuz girdapların içine yeniden girmek tehlikesi ile karşı karşıya kalmak demektir. O zaman AKP, CHP ve MHP diye dillendirdiğimiz tüm siyasi partiler sorunludur (ki bu işin doğası gereğidir). Mükemmel olanı bulmak pek mümkün olmadığı için biz de kötünün iyisine yönelmek durumunda hissederiz kendimizi. Peki ya kötünün iyisinden daha iyisini oluşturmak gayretini neden gösteremiyoruz? Neden tüm kuvvetimizle birini desteklemek veya savunmak zorunda hissediyoruz kendimizi? Bu ülkede Erdoğan, Baykal ve Bahçeli isimlerinden başka “yeni söz” söyleyecek cesaretli, kimliğini bilen, kendine güvenen kimsecikler yok mu? Haydi diyelim “yeni söz” söylemek için birileri çıktı ama olmadı, peki bu zatı-muhteremlere hatalarını söyleyecek olan ve bunu yaparken hepsine eşit mesafede durabilecek insanlar yok mu? Sizi dinlemiyorlar mı? O zaman siz de onları dinlemeyin! Sizi muhatap almıyorlar mı? O zaman siz de onları muhatap almayın! Ne yapacağız mı diyorsunuz? Gerçek bir sivil darbe yapın! Sokaklara dökülün, isyan edin ve devleti devlet gibi olmaya ve vatandaşına adam gibi hizmet etmeye çağırın! Yok yapamaz mısınız? O zaman sizin de bir şekilde bu çarktan çıkarınız var demektir, o zaman siz de zat-ı muhteremlerin yarattığı kaotik durumdan nemalanıyorsunuz demektir. Yok öyle de değilse, demek ki siz kimliğinizi, şuurunuzu ve öz güveninizi yitirmişsiniz!!!

06/02/10 Burak YALIM