29 Mart 2010 Pazartesi

Türkiye’de Gençlik İnisiyatifleri ve TUİÇ Platformu

Türkiye’de öğrenci inisiyatifleri içerisinde mümkün olduğunca rol almaya çalışmış biri olarak son dönemde çeşitli isimler ve ilgi alanları etrafında kümelenen ve ortak bir hedef olarak “Türkiye’yi Yönetmek” parolasını benimseyen grup ve platformları ilgi ile izliyorum. Tabii olarak bu ilginin içerisinde en önemli pay, şahsımın da benzer bir platformda kuruculuk ve halen daha yöneticilik yapıyor olmasıdır. Lisans dönemimle 4 yılı tamamladığım öğrenci hareketlenmeleri içerisinde bu yılın sonunda beşinci yılımı bitireceğim. Birçok platform kuruluş sürecini ve kurulmadan dağılışını takip ettim. Ulusal ve uluslararası alanda düzenlenen etkinliklere katılırken en çok dikkat ettiğim mesele bir oluşumun ne kadar süreklilik arz ettiğiydi. Çünkü süreklilik yakalayabilmek için öncelikle sağlam bir duruş ve çıkarsız bir yaklaşım gerekli olduğuna inanıyorum ve Machiavelli’nin insan doğası gereği kötüdür ve anarşik ortamda kendi halinde bırakıldığı zaman ancak çıkarlarını koruma güdüsü ile hareket edecektir deyişinin birçok birlikte hareket alanını daralttığını, hatta yok ettiğini biliyorum.

Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları (TUİÇ) Platformu, kurucu fikrini ortaya koyduğumuz günden itibaren mutlaka içinde tartışmalar yaşamakla birlikte, bugün çok büyük bir üst yapı haline gelmiştir. Türkiye şartlarında incelendiğinde böylesi bir projenin başladığı günden itibaren hiçbir siyasi bölüntüye ve iç hizipleşmelere kurban gitmemiş olması önemlidir. TUİÇ yapılanmasının ortaya çıkışı 2008 yılının Mayıs ayına tekabül etmektedir. Bugün baktığımızda aradan geçen yaklaşık 2 yıllık süreçte TUİÇ Platformu birçok çalkantılı süreç yaşamış ancak Türkiye üniversitelerinde ciddi bir ilgi uyandırmış, dördü yurtiçinde ve biri yurtdışında olmak üzere beş kongre düzenlemiş, nisan ayı içerisinde ve mayıs ayı başında kesinleşmiş olan üç büyük etkinliği de Bolu, Kocaeli ve Mersin’de gerçekleştirecektir. Kısacası TUİÇ Platformu, kuruluş aşamasında gerçekleştirdiği “kuruluş istişare çalıştayları” ruhu ile demokratik bir zemin oluşturma kabiliyetini nispeten gösterebilmiş ve bu uzun erimli sorun tespitleri, çözüm önerileri ve geniş tabanlara yayılma sürecinden sonra aktivite alanına girerek başarılı olduğunu göstermiştir. Bugün, TUİÇ Platformu havuzunda bulunan projeler, Azerbaycan, Sırbistan, Kosova, Makedonya, Almanya gibi kültürel ve ideolojik anlamda geniş bir yelpaze oluşturan ülkelerden alınan davetler bunun en büyük göstergesidir.

TUİÇ Platformu’nun birlikte ve diri kalmasının en önemli sebeplerinden birisi non-partizan olarak ifade ettiğimiz siyaset üstü duruşudur. Bu duruş, Türkiye içerisinde o veya bu nedenle belirli bir ideolojik kamplaşmaya sürüklenen genç neslin bir yuvarlak masa etrafında birbirinden farklı birçok görüş ve düşünceyi özgürce ifade edebilmesi ve sonuç olarak herkesin asgari müşterek olan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti çıkar ve geleceği” üzerinde uzlaşmasını sağlamaktadır. TUİÇ Platformunu başarıya ulaştıran ve ulaştıracak olan ikinci önemli sebep ise bugüne kadar gerçekleştirilmiş tüm buluşma ve çalışmalarda şüphe uyandıracak herhangi bir sponsorluk desteği veyahut lojistik desteğin olmamasıdır. Bunun bir sonucu olarak “gönüllülük” mantığı ortaya çıkmakta ve aslında farkında olmaksızın, menfaat gütmeden ülkesi için birlikte olma çabası içinde olan bir gençlik profili ortaya çıkmaktadır. Burada sorulması gereken soru TUİÇ Platformu’nun herhangi bir destek olmaksızın ne kadar ayakta durabileceği ve neleri gerçekleştirme şansının olduğudur? Bu konuda genel kanı Türkiye Cumhuriyeti Devleti kanalıyla ve proje bazlı çalışmalar yürütülerek bu mali sıkıntıların aşılması yönündedir ki bu inanış hiçbir şekilde oluşumu herhangi bir gruba veya inanışa bağlı bırakmayacaktır. Oluşumun yegâne bağı devlet ve devlet kurumları ile olacaktır. Hepimizin de takdir ettiği gibi zaman parayı verenin düdüğü çaldığı zamandır ve ülke sathında sadece ülkenin vatandaşlığına sahip olduğu için sorumluluk taşımak isteyen bireylerin, kimsenin çıkar mekanizmalarına girmemesi gereklidir. Nitekim günümüzde belediyelerden tutun da en yüksek kurumlara kadar birçok kuruluş bazı etkinlik ve aktiviteleri sırf imaj ve siyasi rant için desteklemektedir. Bu bağlamda tüm gençlik aktivitelerinin bağımsızlığı için devlet eli ve desteği elzemdir.

Sonuç olarak; belirtmek isterim ki bir gençlik inisiyatifi için en önemli meselelerden bazıları; süreklilik, sağlam temellere dayanan bir inanış, gündelik siyasetin aracı olmamak, kurucu ve yürütme ekibinin oluşum dışındaki herhangi bir amaca değil gönüllülere hizmet etmesi ve süreklilik sağlanırken iç çatlakları onarma kabiliyetini gösterebilme ve bu hamleleri gerçekleştirirken de içeride kalan ya da gidenlerin dikkatli bir analizi ile etik ve ahlaklı davranıp davranmadığının gözlenmesidir. Son söylediğim “dikkatli gözlemin” oluşumun sürekliliğini etkileyebilecek önemli bir faktör olduğu düşünülürse, oluşum içindeki çatlaklığın onarımında grup içinden gidecek ya da kalacak kişilerin hangi doğrultuda çaba sarf ettiği önemlidir. Siyaset hayatından örnek vermek gerekirse eğer, birçok kişi birçok kez parti değiştirmekte veya kendi partisini kurmaktadır. Ancak bunların hangi oranda başarılı oldukları ve bölünmüşlük mü yoksa zenginlik mi yarattıkları önemlidir. Nihayetinde bahsettiğimiz tüm tartışı konuları öyle ya da böyle tüm gençliği ve gençlik inisiyatiflerini ilgilendirmekte ve ilgilendirecektir. Tüm bu düşünceler ışığında TUİÇ Platformu özellikle üyeler ve üye olmayanlar açısından ciddi bir özeleştiri sürecini her zaman yaşamış ve yaşamaya devam etmektedir. Bu durum TUİÇ Platformu açısından olumlu bir kabulleniş olduğu gibi TUİÇ Platformu’nun daha sağlam adımlar ile ilerlemesi açısından pozitif bir etki yaratacaktır.

Burak YALIM
TUİÇ Genel Koordinatörü

30.03.2010

25 Mart 2010 Perşembe

Paket Değişiklik: İçindekiler ve Öneriler

Türkiye “anayasa değişikliği” meselesine kilitlenmiş durumda. İktidar partisi, muhalefet partileri, sivil toplum kuruluşları, yargı organları ve akademi camiası harıl harıl bu konuyu tartışıyor. Tartışırken aynı zamanda Türkiye’nin klasiklerinden olan; üslup kayması, etik duruşun bozulması, partizanlığın ve rantın ön plana çıkması da yaşanıyor.

Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğu fikri üzerinde genel bir uzlaşı olduğunu biliyoruz. Mevcut anayasamız olan 1982 anayasası her ne kadar üzerinde değişiklikler yapılmış olsa da yapıldığı dönemin ruhunu her haliyle üzerinde taşıdığı için günümüz şartlarını kaldıramıyor. Halen daha küçük bir kesim 1982 anayasasını savunuyor olsa bile 1982 anayasasının ne şartlarda halka sunulduğu ve referandum kavramına yakışmayan şekilde şeffaf zarflar ve renkli oy pusulalarının hem de asker gözetimi altında oy sandıklarına atılarak %92’lik bir kabul gördüğünü herkes biliyor. Anayasa dediğimiz şey aslında her şeyi düzenlemek zorunda olmayan çünkü bunu yasalara bırakan ve genel kaideleri günümüz şartlarını temel alarak ve daha ilerisini düşünerek kaleme alınan bir metindir. 1982 anayasasına baktığınız zaman gençliğin korunması ile orman ve orman köylüsüne dair ifadeler olan maddeler bulabilirsiniz. Bu gibi konuların anayasada değil de hukuk normları sıralamasında da ifade edildiği üzere anayasanın bir altında yer alan kanunlarla (yasa) açıklanması daha net ve anlaşılır bir anayasa ortaya koyabilmek için gereklidir. Ayrıca 1982 anayasası askeri darbenin hemen ardından her ne kadar bir akademik kurula yaptırıldığı söylense bile o kişileri seçenler askerler olduğu için tamamen askeri mantıkla yazılmıştır. Demokrasi teorisinin dünyayı kasıp kavurduğu ve demokratik değerlerin ulaşılması gereken bir hedef olduğu konularında hemfikir olduğumuza göre artık 1982 anayasasının hatta çok uzun zamandır gerektiği gibi ortadan kaldırılması ve yerine günümüz şartlarında geleceği hesap edebilen bir anayasa yazılması gereklidir.

Yukarıda anlattığımız nedenlerden dolayı yeni bir anayasa yapımı son dönemde sıkça gündeme gelmiş ancak yeni anayasanın yazılması konusunda bir toplumsal uzlaşı sağlanamamıştır. Toplumsal uzlaşı kelimelerinin en temel yansıması anayasadır. Anayasa, tüm toplumu kucaklayıcı ve toplumun her kesimi (etnik, dini, kültürel) tarafından kabul görmüş olmalıdır. Bugün Türkiye’de yaşanan anayasa değişikliği tartışmaları da anayasayı değiştirip değiştirmemek üzere değil, anayasa değişmeli ancak değiştirilirken belli bir zümrenin istek ve taleplerini değil, tüm halkın istek ve taleplerini karşılasın düşünceleri üzerinde cereyan etmektedir. Hatta bazı kesimler anayasa değişikliğini yeterli bulmadıkları ve anayasanın tamamen değiştirilmesini istedikleri için bu değişikliğe karşı çıkmaktadırlar.

İktidar partisi hazırladığı değişiklik paketi ile birlikte Avrupa Birliği üyelik sürecinde bizden istenen iç hukuktaki değişiklik hedeflerine ve ülkenin daha demokratikleştirilmesine atıf yapmaktadır. Muhalefet partileri ise çeşitli nedenlerle bu değişikliğe karşı durmaktadırlar. İktidar partisinin hazırladığı paket değişikliğin içinde Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısı, siyasi partileri kapatmaya ilişkin zorlaştırma, Yüksek Askeri Şura kararlarına yargı yolunun açılması, yüce divan kararları ve anayasa mahkemesinin yapısı ile ilgili hükümler bulunmakta. Yapılması öngörülen değişikliklerin demokrasinin gelişmesi ve ülkenin özellikle son dönemlerde içine girdiği krizleri önleme konusunda olumlu bir adım olduğunu söylemek yanlış olmayacak. Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısının 11’den 19 a çıkarılması ve üyelerinin 3’ünün TBMM tarafından seçilmesi, kalanlarının ise cumhurbaşkanınca atanması, üyeliklerinin 12 yıl ile sınırlandırılması, 45 yaşını dolduran ve yükseköğrenim görmüş vatandaşların da anayasa mahkemesi üyesi olabilmesinin önünün açılması gibi değişiklikler anayasa mahkemesinin yapısını daha demokratik bir hale getirecektir. Siyasi Partilerin kapatılmasının herkesçe kabul gördüğü gibi herhangi bir sonuç doğurmadığı ortadayken parti kapatmanın; “temelli” olmaması ve partilere yeniden açılabilme şansı tanınması, parti kapatma davalarının TBMM’nin iznine bağlanması ve siyasi yasakların 5 yıldan 3 yıla indirilmesi de olumlu birer adım olarak değerlendirilebilir. Yüksek Askeri Şura kararlarının askerlikle ilişik kesme konusunun yargı denetimine açılması gibi bir değişiklik ise demokratikleşme açısından son derece elzem bir harekettir. Yüce Divan kararları için de yargı yolu açılması, Anayasa Mahkemesi’nin sorgulanabilirliği ve denetlenebilirliği açısından önemli bir adım olabilecektir. HSYK yapısında gerçekleştirilmesi düşünülen değişiklik ile üye sayısı 21’e yükseltiliyor ve asıl yapılması gereken Adalet Bakanı’nın kurula başkanlık etmesinin kaldırılması ve bakanlık müsteşarının kurulun doğal üyesi olması durumunun değiştirilmesi gerçekleştirilmiyor.

Yukarıdaki değişiklik paketi içeriği esasen demokrasi teorisi çerçevesinde ve olumlu adımları içinde barındırıyor. Ancak bu değişikliklerin gerçekleştirilmesi konusunda ciddi sıkıntıya neden olan ve muhalefet ile bazı kesimlerin tepkisini çeken asıl şey bu değişikliklerin içinde yer alan geçici iki maddedir. Bu maddelerden birincisi, anayasa mahkemesinde açılacak parti kapatma davalarına ilişkin ve eğer bu değişiklikler gerçekleşmeden önce bir kapatma davası açılırsa, bu kapatma davasının yapılacak değişiklikler çerçevesinde ele alınmasını öngörüyor. Somutlaştıracak olursak, bu madde ile değişiklikler gerçekleşmeden önce AKP, CHP, MHP veya BDP’ye karşı açılacak bir kapatma davasının yapılacak değişiklikler doğrultusunda -yani TBMM’den izin almak kaydı ile kapatma davası açılabileceğini- ele alınacağını öngörüyor. İkinci geçici madde ise yapılması öngörülen değişikliklerin bir bütün halinde halkoylamasına götürüleceğini söylüyor. Bu da muhalefet ile uzlaşılan maddelerin TBMM çatısı altında oylanarak ve geri kalan yani uzlaşı olmayanların ise halkoyuna sunulmasını engelliyor. Eğer muhalefet partileri bu paketin tümüne dair hemfikir olmazlarsa, paketin hepsinin birden halkoyuna sunulması hedefleniyor.

Sonuç olarak, anayasa değişiklik paketinin içeriği demokratikleşme açısından olumlu işaretlerle dolu olmasına rağmen paket içinde yer alan iki geçici madde değişikliklerin demokrasi adına yapılıp yapılmadığı konusunda şüpheler uyandırmakta. Özellikle parti kapatma konusuna ilişkin eklenen geçici madde, iktidar partisinin kendilerine karşı açılacak olası kapatma davasına karşı kendini koruma altına almak istediği düşüncesini ortaya çıkarmakta. Bir başka mesele ise değişikliğin HSYK ile ilgili kısmında karşımıza çıkıyor. Avrupa Birliği normları hedefine ulaşmak niyetiyle bu paketi öneren iktidar partisi, AB raporlarında yargı bağımsızlığı ile ilgili yer alan HSYK Başkanı’nın Adalet Bakanı olmasının sakıncalı olduğu ifadesini es geçiyor. Bir diğer sıkıntılı mesele ise bu değişikliklerin neden bugüne kadar gündeme getirilmediği ve ülkenin adeta seçim yarışına girdiği bugünlerde ortaya atıldığı sorusudur. Bu sorunun cevabı olarak “İktidar partisi kendini bir çıkmaz içine daha düşürerek ve mağdur olduğunu iddia ederek yeni bir seçim kampanyası mı hazırlıyor” düşüncesi akıllara geliyor. Türkiye’de gerçekleştirilen açılımların en zarurisi de “anayasa açılımı” olarak karşımızda durmaktadır. Anayasa açılımı ise yine diğer açılım konularında yapılması gerektiği gibi halkın asgari müştereklerde uzlaştığı ve tüm kesimlerin düşüncelerinin alındığı bir şekilde gerçekleştirilmelidir.

Burak YALIM
25.03.2010

21 Mart 2010 Pazar

Alternatif Siyaset Arayışları ve HEPAR


Türkiye siyasetinde “alternatif arayışı” çok uzun zamandır birçoğumuzca dile getiriliyor. Mevcut iktidar partisini beğenmeyenler, muhalefeti de yeterli bulmayanlar genel olarak alternatif arıyorlar. Alternatif arayan kitle ise öyle yadırganacak kadar az değil. Seçimler geldiğinde aman kötünün iyisi diyerekten oy verenler çok fazla. Bu alternatif arama deyimi veya alternatif yok deyimi çok moda olmakla birlikte aslında biraz da içi boş bir yaklaşım. Çünkü alternatif yok diyenlerin birçoğu mevcut siyasi zemini ve partileri neden eksik gördüğünü, nelerin değişmesi gerektiğini veya alternatif dedikleri şeyin nasıl olacağını da öyle bir iki cümle ile açıklamaktan öteye gidemiyor. Peki ya alternatif olacağını iddia edenler ne durumdalar? Türkiye’de TBMM çatısı altında olmayan partilerin hemen hepsi bu değişim, alternatif siyaset, çarkı yıkmak gibi kavramları kullanmaktalar. Özellikle Mustafa Sarıgül’ün Türkiye Değişim Hareketi, Abdüllatif Şener’in Türkiye Partisi ve Osman Pamukoğlu’nun Hak ve Eşitlik Partisi bu tabloda karşımıza yeni simalar olarak çıkıyor ve iddialı söylemlere sahipler. Aslında Abdüllatif Şener yeni bir sima değil ancak sıfırdan başlamak ve hiç eskisi gibi olmadığı iddiaları ile bu kategoride değerlendirilebilir.

Alternatif siyaset arayışı noktasında gençlik olarak tabir ettiğimiz üniversite öğrencilerinde de ciddi bir arayış gözlemlenmekte. Dolayısıyla siyasette alternatif olduğunu iddia edenler ve gelecek seçimlere ilişkin planlar kuranların bir ilgi odağı da gençler. Siyasete ilgili ve meraklı bir genç olarak ben de bu gelişmeleri yakından takip etmeye çalışmaktayım. Esasen alternatifin ne olduğunu anlatmak, alternatif seçenekler üretmek üzere çalışmak isterken bir yandan da kendini hasbel kader bu pozisyonda konumlandıranlara da ilgisiz kalmıyorum. Yaklaşık 3 ay kadar önce bu iddialara sahip Abdüllatif Şener ile bire bir temas kurabilme ve bazı sorularımı iletebilme şansı bulmuştum. Kendisine gençliğe her siyasetçinin önem verdiğini ancak bunun sadece lafta kaldığını ilettiğimde beni tatmin edecek herhangi bir cevap verememişti. Yine üniversitemizde verdiği konferansın akabinde sorulan soruların birçoğunu şark kurnazlığı ile cevap veriyormuş gibi yapmış ve aslında alternatif olmaya hazır olmadığını bizlere göstermişti.

Alternatif olacağına inanan bir başka isim Osman Pamukoğlu ve kendisi 21 Mart 2010 tarihinde il başkanlığını açmak üzere Çanakkale’ye geldi. Bir arkadaşımız vesilesi ile bizde akşam saatlerinde partililer ile buluşacağı yemeğe katıldık. Gün içinde yaptığı konuşmayı kaçırdığımız için uzun soluklu bir konuşma yaparsa niyetini anlarız diye ümit ederken kendisi kürsüye geldi ve on dakikalık bir konuşma yaparak yerine oturdu. Niyetini anlamak istiyordum çünkü siyasete olan merakım neticesinde Osman Pamukoğlu ve partisi HEPAR hakkında sorulara maruz kalıyor ancak herhangi bir bilgi sahibi olmadığım için (geniş anlamda) kısa cevaplar vermekle yetiniyordum. Ümit ettiğimiz uzun konuşma olmayınca bir hal yolunu bulup protokol masasına gitmemiz gerekiyordu ve o esnada elimde karıştırdığım parti programı hakkında bir iki soru sormalıydık. Parti programı her siyasi partide olduğu gibi genel ve makul cümlelerle doluydu ancak bahsedilen vaatlerin nasıl yapılacağına dair herhangi bir emare yoktu. İkincisi ise kendi ilgi alanım olan Uluslararası İlişkiler (parti kitapçığında dış siyaset olarak yazılıydı) ile ilgili sadece iki sayfalık bir düşünce demeti bulunmasıydı. Bir başka konu da Türkiye gibi jeopolitik konumu ve tarihi kültürel mirasları neticesinde bölgesinde birçok soruna ve meseleye yakından ilgi duyan bir ülkenin sorunsallarının, sadece Ermeni Meselesi, Kıbrıs Sorunu ve Avrupa Birliği ile ilişkiler ile sınırlı tutuluyor olmasıydı. Masanın kalabalıktan arınması ile birlikte bir hamle ile Osman Pamukoğlu’na bu soruları yöneltmek üzere yaklaştık. Klasik merhabalaşma faslından sonra kendisine, siyasi parti programında uluslararası ilişkilerin sadece iki sayfa ve beli konular üzere şekillenmesini doğru bulmadığımı ilettim ve bu konuda herhangi bir akademik destek alıp almadıklarını sordum. Aldığım cevap beni hiç şaşırtmadı. Osman Pamukoğlu çok başarılı bir askerdir ve memleketimize çok emeği geçmiştir ancak “akademisyenleri sevmiyorum” şeklinde cevap vermesi çok vahimdi. Askerlerin her şeyi biz biliriz yaklaşımını bir kere daha canlı bir şekilde görüyordum. Aramızda geçen diyaloga devam edelim. Daha sonra bana ne istiyorsun, neyi merak ediyorsun dedi ve ben de kendisine bir emekli asker olarak Türkiye – NATO ilişkilerini neden yorumlamadıklarını bu konuda ne düşündüğünü sordum. Bana tekrar, “ne istiyorsun evladım” diye sordu. Ben o esnada boşta bulunarak “bağımsız Türkiye” dedim. Parti programını elimden aldı, bir sayfayı açtı ve orada yazan “siyasi ve ekonomik bağımsızlık” kısmını bana gösterdi. Ben de hiç durmadan “peki nasıl olacak” diye ekledim. “Onu kaptana, bana bırakacaksın” şeklinde bir cevap aldım. Ağzımı kapamak pek huyum olmadığı için ben de yine ekledim, “biz gençler bir şey yapmayacağız ve bekleyecek miyiz, ben daha aktif olmamız gerektiğine inanıyorum” dedim. “Sen kaç tane akademi bitirdin, ben 4 akademi bitirdim, bir şey yapmak konuşmak değildir, pratiktir” şeklinde bir cevap aldım. Herhalde aramızda geçen konuşmaları daha fazla anlatmama gerek yok.

Şimdi HEPAR ve Osman Pamukoğlu ile ilgili çok daha net konuşma şansını yakaladığım için yemeğe davet eden arkadaşıma teşekkür ederim. Yukarıda geçen diyalogun benim açımdan yorumu şöyledir. Biz biliriz, biz en iyisini biliriz, sizin bilmenize ve düşünmenize gerek yoktur, siz sadece seçim günü geldiğinde bize oy verin. Ve böyle bir yorumun ardından da mevcut siyasi ortamın alternatif üretme çabasındakilerin resmettiğine göre çok daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Osman Pamukoğlu “orasını kaptana bırakacaksın” derken demokrasi kültürünü, kendi partilerinin adı olan hak ve eşitliği nereye koyuyordu? Alternatif olmak, yüzde bilmem kaç oy almak için çabalamak yerine halka ve düşüncelerine önem vermek, yarınları inşa etmek için oy talep ederken ülkenin yarınları olan gençlere değer vermek olmalıdır. Hepimizin bildiği bir laf vardır, “yiğidi öldür ama hakkını yeme”. Ben de Osman Pamukoğlu ve partisi HEPAR hakkında olumsuz eleştirilerimi dile getirirken kendisiyle yaşadığım diyalogdan sonra beni işaret ederek “On numara Türk genci” dediğini de söylemek zorundayım. Ve buradan da anlaşılıyor ki aslında kendisi bazı şeyleri görmek konusunda isteksiz değil ama herhalde henüz yıkamadığı “ben bilirim” tabuları onu engellemekte.

Hâsılı, Türkiye’de alternatif siyaseti bulmak konusunda sanırım çok çalışmamız gerekecek. Osman Pamukoğlu’na kızmaya çok da hakkım olmadığını da düşünmüyor değilim. Acaba kaçımız parti programlarını okuyor, partilerin hangi çıkarımıza hizmet edeceğinden çok ülkeye ne vereceğini düşünüyoruz? Evet, hepimiz farklıyız ve çıkarlarımız da farklı olabilir, peki hiç mi ortak çıkarımız yok? Hepimizin farklı olduğu ama eşit olması gereken nokta “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” ve ortak çıkarlarımızın aranması gereken yer de burası.

19 Mart 2010 Cuma

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Yaşanan Gelişmeler

Ahlaksız Demokrasi – Hayali Çözüm Tacirleri – Uluslararası Etkiler

Türkiye gündemi o kadar yoğun, o kadar karmaşık ki bir türlü kafanızı kaldırıp dışarıya bakma imkanı bulamıyorsunuz. Özellikle genel seçimlere daha çokça zaman olmasına rağmen bugünden yarışın başlaması ile birlikte dışarıya bakmak için bir fırsat bulmak ancak içerideki yüksek tansiyondan sıkılmak ile mümkün olabiliyor. Yeni bir anayasa olacak-olmayacak tartışması, nevruz ile birlikte demokratik (kürt) açılım meselesinin yeniden ısınması, Başbakan’ın medya ile atışmaları, roman açılımı, muhalefetin muhalefetsizliği… gibi birçok meseleden sıkılınca ve şöyle bir etrafa bakınca Irak’ta gerçekleşen seçimler ve Kıbrıs’ta yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri gözümüze çarpıyor.

Kıbrıs Sorunu hepimizin bildiği uluslararası mahiyetinde yarım asırdan uzun bir süredir sorun halinden çıkamadığı için adeta “Ermeni Soykırımı İddiaları” gibi temcit pilavı hikayesine dönüştü ve dönüp ardımıza baktığımızda çözüm önerileri mezarlığından başka bir şey göremiyoruz. 1960 yılında Kıbrıs Türkleri ve Kıbrıs Rumları kendilerinin iradesi çok önemsenmeden birlikte yaşayacakları bir devlet kurdular. Sonra 1963 yılında Kıbrıs Rumları anayasal değişiklikler yapmak yoluyla Kıbrıs Türklerini devre dışı bırakarak devleti tekellerine geçirmek isteyince esas sorun başladı diyebiliriz. Türkiye’nin 1974 yılında garantörlük haklarından doğan ve haklı müdahalesi ile birlikte Kıbrıs Adası fiilen ikiye bölündü. Bugünden 36 yıl önce ikiye bölünen ada birçok barış ve çözüm planı ile birlikte Birleşmiş Milletler Genel sekreterlerini eskitti ama henüz bir neticeye ulaşılmış değil. Bu çözüm önerilerine karşı çıktığı, statükoyu kıramadığı için suçlanan ve Kıbrıs tarihi içinde efsaneleşen cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, 17 Nisan 2005 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde koltuğunu statükoyu kıracağını, Kıbrıs Adasının ikiye bölünmesine izin vermeyeceğini ve çözümü getireceğini iddia eden mevcut cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a devretti. Zaten en son çözüm planı olarak ilk kez referanduma götürülen “Annan Planı”na “evet” kampanyası yürüterek Kıbrıs’ın birleşik bir şekilde Avrupa Birliğine girmesinin sağlanacağı düşüncesiyle hareket eden de o zaman Başbakan koltuğunda oturan Mehmet Ali Talat’tı.

KKTC’de 19 Nisan 2010 tarihinde cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday olan isimlere baktığımızda son 7 yıldır Kıbrıs Sorunu’nu çözme vaatleri ile birlikte Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı makamında oturan Mehmet Ali Talat’ın tekrardan aday olduğunu görüyoruz. 19 Nisan 2009’da gerçekleştirilen genel seçimlerde büyük bir yükseliş ile tek başına iktidara gelen Ulusal Birlik Partisi’nin cumhurbaşkanı adayı ise Başbakan Derviş Eroğlu. Talat ve Eroğlu dışında cumhurbaşkanlığı makamına talip 6 isim daha var. Bu isimler arasından bir tanesi ise KKTC gündemine bomba gibi düşen adaylık açıklaması ile Tahsin Ertuğruloğlu. Tahsin Ertuğruloğlu Ulusal Birlik Partisi Lefkoşa milletvekili ve Başbakan Derviş Eroğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylık dilekçesinde imzası bulunmakta. Son dakikaya kadar herhangi bir girişimde bulunmayan Ertuğruloğlu, Türkiye’ye gerçekleştirdiği ziyarette Türkiye Başbakanı ve Cumhurbaşkanı ile görüştükten sonra KKTC’ye dönüp partisinin genel başkanı ve cumhurbaşkanı adayı KKTC Başbakanı Derviş Eroğlu ile görüştükten sonra adaylığını açıkladı. Ertuğruloğlu’nun adaylığına ilişkin bir çok değişik fikir değişik isimlerce ortaya atılmakta. Ancak görünen o ki Ertuğruloğlu kendi iradesi ile aday olmuş değildir. Kendi iradesi ile cumhurbaşkanlığı makamına aday olacak birinin başka bir adayın, dolayısıyla rakibinin adaylık dilekçesinde destek mahiyetinde imzası bulunması büyük manasızlıktır. Doğal olarak Ertuğruloğlu hakkında ortaya atılan dedikodulara itibar göstermemek mümkün değildir. Ertuğruloğlu’nun Derviş Eroğlu’na yaptığı hamlenin Eroğlu’nun potansiyel rakibi Talat tarafından organize edildiğini düşünmek, Ertuğruloğlu’nun aday olmadan önce gerçekleştirdiği Türkiye ziyareti ve Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül görüşmeleri üzerine düşünceler, Ertuğruloğlu’nun demokrasi kisvesi ardına sığınılan adaylığını lekelemektedir. Peki Ertuğruloğlu bu etik dışı hareket ile cumhurbaşkanlığına aday olurken ilk adımda kaybetmiş olmuyor mu? Ertuğruloğlu cumhurbaşkanı olmayı istese böyle bir ahlaksızlık ile yarışa bir adım geride başlar mıydı? Bu sorular Ertuğruloğlu’nun cumhurbaşkanlığı için değil, etik dışı hamle yaparak ihanet ettiği Eroğlu’nun cumhurbaşkanı olması ihtimalini zayıflatmak istemektedir.

Bu durumda Ertuğruloğlu’nun ekmeğine yağ sürdüğü kişi Mehmet Ali Talat’tır çünkü hali hazırda çözümsüzlük statükosunu kırmak vaatleriyle oturduğu koltuğu yeniden kazanmak için Talat’ın elinde herhangi bir argüman kalmamıştır. Kıbrıs Türklerinin içinde bulunduğu dünyadan dışlanmışlık ruh hali üzerinden izolasyonları kaldırmak, Kıbrıs Türklerine dünyanın kapısını aralamak vaatleriyle cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Mehmet Ali Talat, geçen 5 yıllık süreçte yapılan görüşmeler ile hiçbir şey kazanamamıştır. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken müzakereleri hızlandırma girişimleri ve somut bir netice almak çabası sırf bu yüzdendir ve esasen etik değildir. Etik olan seçim sürecinin tamamlanmasını beklemek ve sonrasında müzakerelere devam etmeyi tercih etmektir. Fakat Mehmet Ali Talat cumhurbaşkanlığı makamını terk etmemek pahasına etik davranmamakta ve hatta müzakerelerden hiçbir sonuç çıkmayacağını öngörerek Derviş Eroğlu’nu engelleyebilmek adına Ertuğruloğlu’nun adaylığına sevinerek destek vermektedir. Mehmet Ali Talat’ın statükoyu yıkmak ve Kıbrıs Sorununu çözüme bağlayan kişi olmak hayali pek mümkün görünmemektedir. 2009 yılında Kıbrıslı Türklerin Derviş Eroğlu’na verdiği yüksek temsil hakkı ve CTP’nin (Talat’ın partisidir) büyük düşüşü bugünkü cumhurbaşkanlığı seçimleri için, perşembenin gelişi çarşambadan belli olur deyişini akıllara getirmektedir.

KKTC’de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçları mutlaka Kıbrıs Sorunu’na dolaylı ve doğrudan olan tüm aktörleri ilgilendirmektedir. Türkiye ısrarla Kıbrıs Türklerinin iradesine saygı duyduğunu ifade ediyor olsa bile Tahsin Ertuğruloğlu’nun adaylık sürecindeki Türkiye görüşmeleri bu savı yıkmaktadır. Uluslararası aktörlerde aynı ifadeyi kullanıyor olsa bile Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban-Ki Moon’un seçime çok az kala adayı ziyaret etmesi ve çözüme yönelik çabaların arttırılması yaklaşımları resmen Mehmet Ali Talat’ın desteklendiğini göstermektedir. Mehmet Ali Talat’ın statükoyu bitirmek vaatleri ile yeni bir statüko mu yaratmak istediği sorusu ile birlikte, Kıbrıs Adasında mevcut İngiliz üsleri ile ABD’nin üs talepleri düşünüldüğünde, Kıbrıs Sorunu yine Kıbrıs Türklerinin iradesi dışında birileri (!) tarafından çözümsüzlüğe mahkum ediliyor yorumuna ulaşmak çok zor değil. Kıbrıs’ta çözüm olmaması Kıbrıslı Rumları ilgilendirmiyor çünkü Kıbrıs Rumları hali hazırda ve fiilen ortada olmayan “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında Avrupa Birliği üyesi oldular. Ancak Kıbrıs Türkleri kalkacağı vaad edilmesine rağmen halen daha izolasyonlar altında ezilmektedir. Zaten uluslararası toplumun da istediği izolasyonlar altında ezilen Kıbrıs Türklerine sadece umut tacirliği yapmak ve ötesine geçmemektir. Dolayısıyla Batı’nın adayı bu tacirliği yıllardır sürdüren Mehmet Ali Talat’tır. Aksi takdirde cumhurbaşkanı olacak Eroğlu ile bazı gerçeklerin ön plana çıkması ve KKTC’nin saygın bir devlet olarak uluslararası topluma dahil olması ihtimali adada üsleri bulunan İngilizleri ve üs talepleri olan ABD’yi rahatsız edecektir. Çünkü mevcut umut tacirliği ve ardı arkası kesilmeyen müzakere sürecinin yarattığı ruh hali ile Kıbrıs Sorunu salt iki toplumun uzlaşamamasından ibaret olarak gösterilmek istenmektedir.

2 Mart 2010 Salı

Safları Sıklaştıralım Ama Hangi İstikamette?

Türkiye gündemi puslu bir havaya büründü ve izleyebilene aşk olsun. Erzurum-Erzincan hattındaki gelişmelerde kimin haklı olduğu ve olması gerekenin ne olduğuna karar vermek mümkün değil. Köşe yazarları başta olmak üzere bilim insanları ve hemen herkes bir tarafgirlik içerisinde meselelere yaklaşıyor. Anlaşılan o ki bu kavgaya taraf olmamak için çok sabırlı olmak lazım. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi tarafsızlığın bir taraf olabilme ihtimali çok hassas bir süreç içerisinde incecik bir çizgide ilerliyor. Türkiye'nin Avrupa meselelerinde doğulu, Ortadoğu meselelerinde ise batılı olarak algılanması gibi bireyler de doğru olanı anlatana kadar veya seçene kadar ya ondan ya da bundan olmak zorunda kalıyor. Sistematik bir şekilde ikiye ayrılmak isteniyoruz ve her geçen gün ittifaklar saflarını sıklaştırmakta. Ankara'da gerçekleştirilen iki etkinlikte gözüme çarpan en önemli şey daha dün birbirine kurşun sıkanların bir ortak düşman bularak şimdi tüm kurşunları birlikte o düşmana sıkma isteğidir. Daha açık bir ifade ile 1980 darbesi öncesinde yaşanan iç çatışma ortamında birbirine kurşun sıkan ideolojiler ve siyasi yapılanmalar kısmen de olsa saflarını bir tutmak çabası içine girmiş görünüyorlar. Özellikle sosyal demokrat kimlik ve sol argümanlardan bahseden CHP'nin adeta kızıl elma koalisyonu içine girmesi ve sol fragsiyonların son dönemde yaşanan sivil-asker geriliminde sınıfta kalarak eleştirel bir yaklaşıma sahip olamaması düşündürücüdür. Prof. Dr. Ahmet İnsel öncülüğünde gerçekleştirilmeye çalışılan yeni sol söylemi bu keşmekeş arasında yeterli ilgiyi görememektedir. Konuyu dağıtmadan bu saf sıklaştırma durumunun üzerinde durmak gerekliliğine inanıyorum.

Türkiye'de safların sıklaşması aslında değişik dönemlerde değişik gruplarca gerçekleştirilmiş ve nihayetinde refleksif bazı hareketlerin ortaya çıkması ile birlikte bu durumdan en büyük zararı yine Türkiye görmüştür. Kısaca bir iki örnek vermek gerekirse eğer, tek partili dönem içinde (ki tek parti diktasıdır) Cumhuriyet Halk Fırkası'nın safları sıklaştırırken temel referans olarak gördüğü Kemalizm maalesef tüm ülkeyi kucaklayamamış ve bazı inanç grupları ile etnik kesimleri baskı altına alarak antitezin doğmasına zemin hazırlamıştır. Çok partili hayata geçiş ile birlikte -ki bu da bakir bir doğum olarak CHP'nin içinden bir DP oluşturmaktır- özellikle batının baskıları ile dış dünyaya uyum çalışmaları etrafında liberal politikaların izlenmek istendiği dönem 27 Mayıs 1960 darbesi ile noktalanarak tek partili dönemin koşulları yeniden yaratılmak istenmiş ve bugün halen daha geniş kitlelerce en özgür anayasa kabul edilen 1961 anayasası hazırlanmış ancak yargı mekanizmaları yine bir takım insanlarca güç odağı olarak kullanılmak için şekillendirilmiştir. İlerleyen dönemde ise temel olarak sağ-sol çatışması algısı etrafında yaşanan iç gerilimler yine Türkiye'nin dışarıya dönük bir çok fırsatı ıskalamasına neden olmuştur. Sağ safların ve sol safların sıklaştırılması da bir şekilde Türkiye'nin aleyhine olmuş ve bütün fırsatların dışında ülke genç ve eğitimli nüfusunun büyük kısmını bu gerilim içerisinde yitirmiştir. Tüm bu süreçlerin içerisinde kendini her zaman dışlanmış ve hakkını aramaktan men edilmiş hisseden bazı tarikat ve cemaat oluşumları bugün anladığımız kadarıyla intikam gününü beklemiştir. Ve nihayet 12 Eylül'de enteresandır askerin postalı ile bu yapılanmaların önüne büyük bir siyasi manevra alanı yaratılmıştır. Dikkat edildiğinde bugünün iktidarının palazlanma süreci 1980'li yılların başlarıdır. 12 Eylül darbesinin sağ ve sol cenahta yarattığı yıkım ve psikolojik tahribat ile birlikte bugün adını sıkça andığımız cemaat yapılanması kendini hazırlamak ve geliştirmek için büyük bir fırsat yakalamıştır. Cemaat yapılanmasının yakaladığı fırsat ile birlikte saflarını sıklaştırması ve bu sürecin sonunda büyük bir güç haline gelmesi ile birlikte bu kez yazının başında da değindimiz eski düşmanlar yeni bir ortak düşmana karşı saf sıklaştırma çabası içerisine girmiştir. Ancak burada da ya farkedilmeyen yahut çok da önemsenmeyen Türkiye devleti ve bu devleti oluşturan halkın bu durumdan gördüğü zarardır. Çünkü bu karşılıklı saf sıklaştırma çabaları Türkiye'de insanları germekten ziyade temellerini doğru prensiplere oturtabilmiş değildir. Demokratikleşme, insan haklarına saygı, ekonomik kalkınmışlık v.b. evrensel değerlerin önemsenmesi ve her yeni günde güçlendirilerek benimsenmesi maalesef tüm bu safların (gruplar) eksik kaldığı ortak noktadır.

Evrensel değerlerin benimsenmesi ve geliştirilmesi noktasında yaşanan eksikliğin temel nedenlerinden bir tanesi, senin adamın benim adamım kavgasının ve siyaset kurumunun bir güç gösterisi olarak kullanılmak istenmesinin doğurduğu sonuç olan iktidar hırsıdır. İktidar olmanın ve ayrıcalıklı olmanın insan doğasında yarattığı istenç ne yazık ki Türkiye'de tüm kesimler için değil belli değerleri benimsemiş olan gruplar için geçerlidir. Dolayısıyla iktidar araçlarını eline geçiren her grup bu araçlardan maksimum derecede yararlanmak ve bunu yaparken kendine düşman veya rakip olarak gördüğü diğerlerini bu güç sayesinde elde edilecek faydadan men etmek istemektedir. Daha net ifadeler ile anlatmak gerekirse, Türkiye'de kuruluşundan bugüne kadar – dikkat buyurun kuruluş yılları dahil- iktidarı eline geçiren her kesim -ki çeşitli değildir- kendi adamlarını iktidardan nemalandırmış ve bu haraket ile iktidarını güçlendirerek tek hakim konumunda olmak istemiştir. Bunun somut örneği 1921 – 1924 – 1961 – 1982 anayasalarında karşımıza çıkmaktadır. Anayasalar incelendiğinde her biri kendine özgü ayrıcalıklara sahiptir. Maalesef bizim ülkemizde anayasa hiçbir zaman demokratik zemine oturmamıştır. Yapılan yeni anayasa bir öncekini ılga ederken, fiili gücü elinde bulunduranlar tarafından kimseye sorulmadan ve kendi çıkarlarını korumak üzere yazılmıştır.

Konuyu çok dallandırmadan sonuca bağlamak gerekirse, Türkiye'de yine bir saf sıklaştırma durumu ile karşı karşıyayız. Bu kez çok alışık olmadığımız bir güçlü oluştu. Bu durum birçokları tarafından halen daha büyük bir hezimet olarak algılanmakta. Tarafgirlik yaparak meseleye yaklaştığımız zaman mutlaka bir kısmımız bu saf sıklaştırmasından memnun olacak, bir kısmımız ise bu durumu lanetleyecektir. Ancak unutulmaması gereken bir mesele var ki, o da zamanın akıp gittiği ve dünyada yaşanan meselelerin her yeni günde farklı boyut kazandığıdır. Özellikle küreselleşmiş dünya arenasında içeriye dönük iktidar mücadeleleri ve senin adamın benim adamım anlayışı sadece hepimize kaybettirmektedir. Altını çizerek bir kez daha söyluyorum bu saf sıklaştırma eğer bir kez daha intikam hırsı, iktidar budalalığına kurban giderse kaybeden yine ve yeniden HEPİMİZ olacağız. Doğal olarak bugün içinde yaşadığımız sürecin çok dikkatli analiz edilmesi gerekmektedir. Bu analiz yapılırken de tarafgirlik bir kenara bırakılmalı ve taraf olunacak meseleler iyi tesbit edilmelidir. Gerçek bir demokrasi, insan hak ve özgürlüklerinin olabildiğine genişletilebilmesi, bağımsız bir yargı, küresel krize rağmen ekonomik büyümenin gözetilebilmesi, istihdamın arttırılabilmesi ve genç işsizlik tehditine karşı önlemler ve en önemlisi de içerideki tansiyonun azaltılabilmesi ve gerçek gündemin belirlenebilmesi ile birlikte içeride biriktirilecek enerjinin küçük kavgalar yerine dış sahada daha verimli kullanılabilmesi... İşte tüm bunlar taraf olabileceğimiz meselelerdir. Bunların dışında kalan sen-ben kavgasına artık tahammülümüz kalmamıştır.



Değişim Rüzgarı

Türkiye'nin 21. yüzyıl ile birlikte ciddi bir değişim içerisinden geçtiği sürekli vurgulanmaktadır. Yazılı ve görsel medyada sürekli yer alan bu “değişim” kavramı bazen ekonomik, bazen kültürel, bazen ise siyasal değişime işaret etmektedir. Peki tüm bu kurum ve kavramların arkasına eklenen ve artık sokaktaki insanın da ağzına dolaşan “değişim” kelimesini hayatımıza bu kadar yerleştiren etmenler nelerdir? Bu soruya verilen klasik yanıtlardan biri “dünya değişiyor dolayısıyla biz de değişiyoruz” şeklindedir. Sorunun biraz daha üzerine gitmek cesaretini gösterdiğimiz zaman “peki dünyada ne değişiyor” sorusu ile karşılaşıyoruz. Dünya değişiyor, Türkiye değişiyor ve dolayısıyla biz de değişiyoruz fakat ne şekilde değişiyoruz ve bu değişikliğin temel nedenleri nelerdir?

Öncelikle değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Bu gerçeklik üzerinden hareket edersek son zamanlarda neden aslında her zaman varlığını koruyan değişimi daha sık vurgular hale geldiğimizi anlayabiliriz. Değişimin bu kadar çok vurgulanmasının en büyük nedenlerinden birisi artık hızına erişemiyor oluşumuz mu yoksa değişimin gerçekten çok belirgin hissediliyor oluşu mu?Aslında bu iki etmen, yani değişimin hızı ve belirginliği bizlerin değişim sloganı ile çok daha haşır neşir olmamızı sağladı. Küreselleşme denilen ve özellikle 1980'lerden sonra dünyayı kasıp kavurmaya başlayan akımın bu hızlılık ve belirginlik üzerinde etkisi birincildir. Çünkü küreselleşme kavramı ile birlikte bilgi akışının hızı artmış ve bu bilgi akışı kontrol edilemez hale gelmiştir. Bilginin hem hızlı hem de kontrolsüzce dolaşması insanların dünyaya bakış açısını değiştirmiştir. Düşündüğümüz zaman artık Türkiye'de bile birçok köyde internet hizmeti verilmektedir. Böylelikle daha önce bilginin en son girdiği yer olan köyde bile bir tıklama ile dünyanın en ücra yerine ulaşmak imkanı doğmuştur.

Bilginin hızla ve kontrolsüzce dolaşımı ile birlikte bireyin önemi eskisine oranla çok fazla artmıştır. Artık birey sadece yemek – içmek ve günü kurtarmak ile yetinmemektedir. Bilgiye ulaşan ve dolayısıyla Francis Bacon'un “bilgi güçtür” sloganından hareketle daha güçlü olup otorite karşısında daha kuvvetli durabilen konuma gelmiştir. Tabiki güçlü bireyin bu yeni konumu realizmin ışığında güç-çıkar ilişkilerini alt-üst etmiştir. Nichola Machiavelli'nin insan doğası gereği kötüdür ve bencildir yaklaşımını bir kenarda tutarak güçlü insan mı daha bencil ve kötüdür sorusunu yönelttiğimizde, anlaşılan o ki birey artık daha güçlü olduğu için daha çok kendi çıkarını korumak ve gözetmek istemektedir. Birey tarafından gerçekleştirilen bu talep artışı ile birlikte doğal yaşamın anarşik yapısında pasta paylaşımı -ki buna çıkar paylaşımı demek daha doğru olacaktır- daha çetin bir hal aldığı gibi bu durum, eski düzenin sallantıya girmesi ile birlikte önceleri bilgiyi elinde bulunduran ve bu nedenle doğal kaotik ortamdan daha büyük çıkar sağlayan otoriteleri /baronları tehdit edecektir. Günümüzde Türkiye'de yaşanan karmaşanın da birincil nedenlerinden biri budur. Eskinin efendilerinin yukarıda sayılan nedenlerden ötürü ellerindeki gücü ve dolayısıyla rantlarını yitirme telaşı ile birlikte şuan ellerinde kalan tüm gücü mevcut düzenin değişmemesi adına kullanmaları ve olayın diğer boyutunda artık gerçekleri görebilen ve bu gerçekler ile birlikte aslında kendilerine bugüne kadar haksızlık edildiğini düşünen bir grup bulunmaktadır. İşte bu grup yeni dünya düzeni denilen ve küreselleşme kavramı ile açıklanan 21. yüzyılın güçlü bireyleridir.

Yukarıda anılan gruplar arasındaki güç-çıkar dağılımı ve doğal olarak güç dengesinin değişimi, Türkiye özelinde gecikmeli ve sancılı bir şekilde yaklaşık 10 yıldır devam etmektedir. Gecikmeli bir şekilde devam etmektedir çünkü Türkiye yıllarca sunni sorunlar ile oyalanmış ve bu değişimin gerçekleşmesini istemeyen güç odaklarının çabaları ile birlikte “büyük değişim” süreci geciktirilmiştir. Aslında dünya üzerinde büyük kırılma Sovyetler Birliği'nin yıkılması ile yaşanmış ve “soğuk savaş” döneminin sona ermesi ile birlikte -glasnost ve perestroyka bknz.- değişim süreci ağır aksak gidişatını hızlandırmıştır.

Değişim olgusunun çok yönlü olduğunu kabul ederek, başlangıcının insanın (birey) değişmesi ile olduğunu not etmeliyiz. İnsanda yaşanan bu değişimi ise bilgiye ulaşmanın her yeni günde kolaylaşması ve bu bilgilerin de iletişim kanalları ile birlikte insanların gözünün içine sokulması ile açıklayabiliriz. Evet bilgi güçtür ve bilgiye ulaşan birey daha güçlü hale gelmektedir. Doğal olarak da kara düzen ortadan kalkmakta ve bireyi önceliği olarak görmek zorunda olan devlet örgütlenmesi cazip görülmektedir. Türkiye özelinde bugün yaşanan gerilimin tamamen “değişim” olduğunu iddia edemeyebiliriz ancak şu bir gerçek ki, değişen insanın düşünceleri de değişiyor ve değişen bireyler sosyal hayatta aktifleşerek demokrasi kültürünün tabana inmesine yardımcı oluyor. Bu değişimi beğenmek ya da beğenmemek sizin elinizde, ama durdurmak mümkün değil!