21 Nisan 2010 Çarşamba

Küçük Düşünmenin Avrupa için Hazin Sonu Tanınmış KKTC Olacak

KKTC’de başlayan yeni dönemin hangi gerekçeler ile başlamadan sonlandırılmak istendiğini birçok yazarçizer tarafından seçimler bittiği andan itibaren dinliyoruz. Eroğlu’nun cumhurbaşkanı olarak seçilmiş olmasını Kıbrıslı Türklere adeta hakaret edercesine Türkiye’nin Ergenekon uzantısının AKP’yi şimdi KKTC üzerinden sıkıştırmaya çalışacak olması şeklinde yorumlayanlar bile var. Biz Türklerin biraz komployu fazla sevmesinin biraz da her şeyi olağanüstü etkilere, yüksek siyasete yormasının, karşımıza bu gibi yorumları daha çok çıkaracağını düşünüyorum. Oysa KKTC’de Eroğlu’nun seçilmesi Kıbrıslı Türklerin Avrupa Birliği’ne, Kıbrıslı Rumlara ve kendilerini tecrit eden dünyaya verdikleri bir mesaj olarak algılanmalıdır. Fakat bu başlangıçları herhangi bir eyleme müsaade etmeden öldürme ve biraz da yüksek siyaset yapacağım derken küçük düşünme anlayışı sadece bizde yok.

The Guardian gazetesi yazarlarından ve esasen Başbakan Erdoğan’ı destekler mahiyetteki yazıları ile tanınan Simon Tisdall da son yazısında Kıbrıs’taki gelişmelere tek boyutlu bakanlar arasında. Tisdal yazısında “KKTC’de pazar günü yapılan başkanlık seçimini emektar milliyetçi Derviş Eroğlu’nun kazanması, adada BM aracılığıyla yürütülen yeniden birleşme görüşmeleri için muhtemelen ölümcül bir darbe.” ifadelerine yer verirken, Kıbrıs Sorunu’nun çözüm parametresini salt görüşmeler ve birleşme üzerine kurguluyor. Tisdal’ın yazısı şöyle devam ediyor “Kıbrıslı Rumların 2004’te BM’nin Annan planını reddetmesinin ardından canlanan süreç, yine yaşam desteğiyle ayakta duruyor. Çok dramatik bir gelişme yaşanmazsa ölüm kaçınılmaz görünüyor, yani günün birinde bölünme kalıcı hale gelecek. ”. Anlaşılan o ki Tisdal’a göre Rumların Annan Planını reddetmesi iyi bir şey olmuş ve süreci canlandırmış ama Eroğlu’nun cumhurbaşkanı olması Kıbrıs meselesini yaşam destek ünitesine bağlıyor ve hatta ölümü kaçınılmaz kılıyor. Bu bakış açısının sadece Avrupa Birliği perspektifine sahip olduğunu, Türkiye’nin yeni dönem dış politika anlayışına hiç dikkat edilmeden ve Kıbrıslı Türklerin seçimde verdikleri mesajı iyi okumadan yapılan bir yorum olduğunu söylemek zor değil. Tisdal’ın gözden kaçırdığı noktalardan birisi Kıbrıslı Türklerin seçimde Eroğlu’nu desteklemesinin sadece Mehmet Ali Talat’a verilen bir tepki değil aynı zamanda Annan Planına evet diyerek uluslararası toplum ile buluşmak iradesini göstermesine karşın oyalanan Kıbrıslı Türklerin Avrupa Birliği ve diğer uluslararası aktörlere verdiği bir mesaj olduğudur. Tisdal’ın yazısına başlık olarak seçtiği Kıbrıs’ta top Erdoğan’da söylemi de esasen yerini bulmamaktadır. Tisdal Erdoğan’a topu atarken Kıbrıslı Türklerin “Anavatan” ne derse o olur anlayışını yıktığını görmezden gelmektedir. Avrupa Birliği ve Batı dünyası demokrasinin beşiği olarak adlandırılırken ve demokratikleşme yolunda dünyanın geri kalanına ders verme çabasındayken Tisdal gibi bir yazarın Kıbrıslı Türklerin demokratik tercihlerini hiçe sayan bu yaklaşımı çelişki oluşturmaktadır. Tisdal’ın sadece Avrupa gözlüğü ile meseleye bakışını açıkça gösteren bir diğer yaklaşımı ise 2009’un Eylül ayında The Guardian’da “Kıbrıs Çıkmazı AB’ye Endeksli” başlığıyla yayımlanan yazısında açıkça görülüyor. Yazarın bu köşe yazısında kullandığı argümanda Kıbrıs Sorunu’nda kat edilecek mesafeyi doğrudan Avrupa Birliği’ne bağlıyor. Ancak tarihte kısa bir yolculuğa çıktığımız zaman Kıbrıs Sorunu’nun esasen Birleşmiş Milletler platformunda başladığını ve BM Güvenlik Konseyi tarafından 19, BM Genel Kurulu tarafından da 3 kararın sadece Kıbrıs Sorunu üzerine alındığını görebiliriz. Bu durum Avrupa Birliği’nin soruna taraf olmadığı anlamına gelmemekle birlikte sorunun 1990’lı yıllardan itibaren tarafı haline gelen Avrupa Birliği’nin çözüm noktasında BM parametrelerinden daha etkin olacağını düşünmek ya da sorunun çözümünü AB’ye yüklemek mantıklı değildir.

“Kıbrıs’ta top Erdoğan’ın Sahasında” başlıklı yazısında Tisdal’ın düştüğü bir diğer yanlış ise adada çözüm için Türkiye’ye yaptığı önerinin anlamsızlığıdır. Tisdal yazısının son paragrafında Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın yılsonuna kadar çözüm hedefine işaret ederek adadaki Türk Askerlerinin aşamalı olarak geri çekilmesinin iyi bir başlangıç olacağı önerisinde bulunuyor. Bu noktada askerlerin geri çekilmemesi veya çekilmesi meselesi yerine neden ilk adımın Türk tarafından beklendiği merak konusu. Oysa 2004 yılında Annan Planı’na evet oyu vererek ada Türkleri ve bu planı destekleyen garantör Türkiye birleşme ve çözüm yönünde iyi niyetini göstermişti. Tisdal’ın gözden kaçırdığı nokta Avrupa Birliği üyesi yapılan Rumların şımarıklığı ve ellerine geçen 2 fırsatı da değerlendirmemiş olmasıdır. 2004 yılında lehlerine olduğunu düşündüğüm Annan Planı’na hayır diyen Rumlar, 2005 yılında karşılaşabilecekleri en yumuşak müzakereci Talat’ı ve Talat’ın tüm tavizkar tutumunu da ellerinin tersi ile itmişlerdir. Gelinen bu aşamada eğer adada birleşme yönünde bir çözüm istiyorlarsa, AB yetkililerinin ve diğer aktörlerin Kıbrıslı Rumlara telkinlerde bulunması ve sürecin tıkanıklığının sebebini Rum tarafında araması beklenmelidir. Aksi takdirde nasıl BM’nin 1244 sayılı kararının Kosova’nın bağımsızlığı önünde engel olmadığına inanmışlarsa, 540 ve 541 sayılı BM kararlarının da KKTC’nin bağımsızlığı için engel teşkil etmeyeceğine inanmak durumunda kalabilirler. Bu noktada da Başbakan Erdoğan’ın Annan Raporunu BM Güvenlik Konseyinde veto eden Vladimir Putin ile samimi diyalogunu ilerletmesi gerekli olacaktır. Annan Raporu’nu BM Güvenlik Konseyi’nden geçirdikten sonra Türkiye’nin Bm Güvenlik Konseyi’nce alınan 540 ve 541 sayılı kararları tartışmaya açması gerekecektir.

*bu yazı ilk olarak www.caspianweekly.org adresinde yayınlanmıştır

19 Nisan 2010 Pazartesi

Kıbrıs Sorunu’nda Yeni Dönem

KKTC’de Dr. Derviş Eroğlu’nun zaferi ile sonuçlanan cumhurbaşkanlığı seçimleri propaganda sürecinde uluslararası toplum tarafından büyük bir ilgi ile izlenmişti. Seçimlerden önce uluslararası toplum tarafından ısrarla vurgulanan, Eroğlu’nun seçimi kazanması halinde Kıbrıs Sorunu’nda müzakere süreci ile devam eden çözüm arayışlarının sekteye uğrayacağı ve olası çözümün gerçekleşmeyeceği yönündeydi. Bu durum dolaylı yoldan eski Cumhurbaşkanı ve müzakereci Mehmet Ali Talat’a destek sağladığı gibi Kıbrıslı Türklere de eğer çözüm istiyorsanız Eroğlu’nu değil Talat’ı seçin mesajı veriyordu. Uzun zamandır Kıbrıs adasına gelmeyen Birleşmiş Milletler Sekreteri Ban’ın seçimlere çok az bir süre kala adaya gelmesi, Mehmet Ali Talat ve Hristofyas’ın müzakere sürecini seçimlere çok az bir zaman kalana kadar hızla ve ısrarla sürdürmesi ve adadaki duruma ilişkin çeşitli aktörlerin yaptıkları açıklamalar bunun en açık göstergeleriydi. Kıbrıs Sorunu’nun önemli bir tarafı olan Türkiye’de de eşit mesafeli bir duruş sergilenmeye çalışılsa bile görünen ruh halinin yansıması KKTC’de mevcut yönetimin sürmesi ve müzakerelerin aynı ekiple devam ettirilmesi yönündeydi. Uluslararası aktörler, Kıbrıs Rum Yönetimi, Yunanistan ve hatta Türkiye KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin demokratik ortamda geçmesi temennilerini iletirken bir yandan da Talat’ın kazanmasının süreci normal seyrinde ilerletecek olduğunu dolaylı yollarla ifade ediyordu. Peki, uluslararası toplum ve adı geçen tarafların Talat’ı destekler mahiyette tutumlarının sebebi neydi? Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi açısından bakıldığında müzakere sürecinde Talat’ın çözümü kotarmak adına tavizkar bir tutum sergiliyor oluşu önemliydi. Uluslararası aktörler -ki burada önemli olan Avrupa Birliği ve ABD’nin tutumlarıdır- ise Mehmet Ali Talat gibi uyumlu ve tabiri caizse bir denileni iki etmeyen bir liderle muhatap olmayı daha makul görmekteydiler. Türkiye ise Avrupa Birliği sürecinde kendisi için önemli bir kilometre taşı olan Kıbrıs Sorunu’nun biran önce çözülebilmesi için hali hazırda müzakereleri yürüten ve önceki müzakerecilere oranla daha ılımlı olan Talat’ı, çözüm parametrelerini değiştirmesi olası görünen Eroğlu’na tercih etmekteydi. Fakat Türkiye açısından bakıldığında tek ihtimalin federasyon temelli bir çözüm ve 1960 şartlarına dönüş olarak görülmesi, 1974 yılında gerçekleştirilen Barış Harekâtı’nı anlamsız kıldığı gibi Kıbrıs Rum tarafının tıpkı 1963’te yaptığı gibi kurulacak bir antlaşmayı sulandırarak Kıbrıs Türk halkını azınlık statüsüne düşürme ihtimalini yok saymak düşüncesini akıllara getirmektedir. Diğer bir ifade ile Türkiye’nin Avrupa Birliği müzakere sürecinde kapatılan başlıkları açmasının yolu, federasyon temelli bir çözümden başka seçenekleri de içinde barındırabilir ve bu anlamda Talat’ın çözüm için tek ihtimal olarak algılanarak Eroğlu’na karşı dolaylı yoldan desteklenmesi manasız olduğu gibi AK Parti hükümetinin bir bakıma iç tutarsızlığını göstermiştir. Çünkü AK Parti hükümeti Türkiye siyasetinde edindiği rol itibariyle demokrasi vurgusunu en çok yapan, çeşitli engellemelere rağmen halk iradesinin tecellisi ile iktidarını koruyan bir siyasi hareket olarak karşımıza çıkmaktadır. Ergenekon iddianamesi etrafında hukuki süreci devam eden darbe planları, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde karşılaşılan 367 engeli, Anayasa Mahkemesi tarafından yetki aşımı yapılarak yasama organı üzerinde etki oluşturulması durumları ile karşılaşan AK Parti’nin bu durumlarda en büyük vurgusu her zaman demokrasi ve halk iradesi olmuştur. Bu anlamda AK Parti Hükümeti’nin KKTC seçimleri bağlamında yaptığı açıklamalar her ne kadar bu vurguları içerse bile herkesin de takdir ettiği üzere dolaylı bir etkileme ve Talat’ın destekçisi pozisyonunda konumlanma durumu yaşanmıştır. Bunun en bariz örneklerinden biri de seçimler sonuçlanmış olmasına rağmen Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın Dr. Derviş Eroğlu’nu ilk fırsatta aramamış olması ve tebrik mesajlarını geciktirmesidir.

Maybe Annem

Seçim sonuçlarının Eroğlu’nu saraya taşıması uluslararası aktörlerin ve hatta Türkiye’nin dolaylı ve doğrudan müdahalelerine rağmen Kıbrıs Türk halkının demokrasi mücadelesinden başı dik çıktığını açıkça göstermiştir. Dr. Derviş Eroğlu, karşısında kurulan tüm kampanyalara rağmen seçimden zaferle çıkmıştır. Ancak burada önemle üzerinde durulması gereken nokta dün “Yes be annem” diyerek Annan Planı’na destek arayanların bugün kaybedişlerinin “No be annem” manası taşımadığıdır. Kıbrıs Türk Halkı Eroğlu’na verdiği destek ile ne kendini dünyadan izole edecek ve çözümsüzlüğü sürdürecek bir anlayışı ne de daha önce Talat cephesince gerçekleştirilen omurgasız müzakere sürecini istememektedir. Kıbrıs Türk Halkı bu kez “Maybe annem” diyerek ne dünyaya kendini kapatmak ne de dünyaya açılmak uğruna toptan evetçi olmak arasında bir çizgi belirlemiştir.

Seçim Sonuçlarına Tepkiler

Seçimlerin sonuçlanmasından sonra uluslararası medya kuruluşlarına düşen haberleri incelediğimizde haberlerin ortak noktalarından birinin müstakbel Cumhurbaşkanı Eroğlu’nu aşırı sağcı bir çizgide tanımlamaları olduğunu söyleyebiliriz. Bu tanımlama elbette Eroğlu’nun partisi ve siyasi hayatı boyunca izlediği politikalar ile ilişkilendirilebilir ancak aşırı sağcı ve çözümden uzak lider tanımlamaları, Eroğlu’nu daha müzakere masasına oturmadan dünya kamuoyu önünde çözüm istemeyen bir lider olarak angaje etmek çabasında olan Kıbrıslı Rumları mutlu etmektedir. Dış basında çıkan haberlerde kullanılan ifadelerin yanı sıra seçimlerin nihayete ermesi ile birlikte gerek Kıbrıs Rum Yönetimi gerekse Yunanistan medyası tarafından yapılan olumsuz açıklamalar yeni cumhurbaşkanı Eroğlu’nun önümüzdeki süreçte müzakere masasında muhatapları tarafından ne şekilde algılanacağını göstermektedir. Yunanistan ve Rum medyalarının Eroğlu’nun seçimi kazanmasını kaygı verici olarak yorumlaması, Eroğlu’nu Rauf Denktaş’a benzeterek “seçimleri yeni Denktaş kazandı” şeklinde ifadeler kullanması, Yunanistan’da çıkan Apoyevmatini gazetesinin “çözüm isteyen tek lider Talat kaybetti” şeklinde haber yapması, Kıbrıs Sorunu’nda karşı taraf olarak nitelendirebileceğimiz Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın KKTC’de başlayan yeni döneme ilişkin ilk reflekslerini göstermektedir. Yunan ve Rum medyalarının seçim sonuçlarına ilişkin ilk reflekslerinden anlaşılacağı üzere Eroğlu’nun federasyon yerine konfederasyon isteyen yaklaşımı ve belki de ilerleyen döneme ilişkin daha radikal yaklaşımlar ile birlikte KKTC’nin tanınması yolunda yapılacak girişimler, Rumları ve Yunanlıları ürkütmektedir.

Kıbrıs Sorunu’na Eroğlu Çözüm Modeli

KKTC’de yaşanan yönetim değişikliği ile birlikte yeni cumhurbaşkanı Eroğlu müzakerelere devam mesajı vermiş olsa bile müzakerelerin eski seyrinde devam etmesi çok da mümkün görünmemektedir. Eroğlu müzakere masasına oturacağım derken aynı zamanda 1974 şartlarından geriye dönüş olmayacağını da vurgulamaktadır. Talat ile Hristofyas’ın müzakere masasında ulaşmaya çalıştıkları çözüm siyasi eşitliğe sahip iki toplumun oluşturacağı tek bir devlet olarak federasyonu öngörüyordu. Dolayısıyla bahsi geçen çözüm Ağustos 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne geri dönüşü işaret ediyordu. Müzakerelere devam edeceğini her fırsatta dile getiren yeni cumhurbaşkanı Eroğlu’nun çözüm öngörüsü ise 1974’ten geriye gitmeyen ve iki devlet tarafından kurulması öngörülen konfederal bir yapıya vurgu yapıyor. Kıbrıs Rum yönetiminin ise bu argümanlarla karşılarına gelecek olan Eroğlu ile müzakere masasına oturması pek mümkün görünmüyor. Çünkü Kıbrıslı Rumlar halihazırda adanın tamamını temsil eden Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında Avrupa Birliği üyesi olmuş durumdalar ve Kıbrıslı Rumların çözüm yolunda Kıbrıslı Türklere karşı böyle bir moral üstünlük ve rahatlığı söz konusu.

KKTC’nin Tanınması Olasılığı ve Türkiye’nin Politikaları

Çözümün Türkiye açısından değerlendirmesi ise doğrudan Avrupa Birliği parametreleri ile ilgili. Bilindiği gibi Avrupa Birliği müzakere sürecinde Kıbrıs Sorunu Türkiye’nin elini kolunu bağlamış durumda. Tüm bu olumsuzluğa rağmen Türkiye’nin son dönemde izlediği proaktif dış politikanın dengeleyiciliği ve 2004 Annan Planı’na %65 oranında evet oyu vererek çözümsüzlüğü Rumlara yıkan moral üstünlük doğru kullanılabilirse, bunun yanı sıra geçtiğimiz 5 yıllık süreçte Avrupa Birliği’nin vaat ettiği izolasyonların kaldırılması, KKTC’ye mali yardım gibi konularda herhangi bir ilerleme olmamasının bugünkü seçim sonuçlarını doğurduğu göz önünde bulundurulursa, Türkiye Kıbrıs Sorunu’nda olumlu istikamette mesafe kaydedebilir. Nihayetinde Talat’ın cumhurbaşkanlığı döneminde ve Kıbrıs Sorunu’nun uluslararası hale geldiği günden bu zamana kadar adada yaşayan iki kesimin talep ve ihtiyaçlarının uluslararası aktörler tarafından eşit seviyede değerlendirilmediği açık bir gerçektir. Geldiğimiz bu aşamada müzakerelerden kaçmayan bir tavır ile sabırlı ve stratejik bir politika izlenerek KKTC’nin tanınması da sağlanabilir. Türkiye’nin uzun bir dönemdir sıkça dillendirdiği “Kıbrıs Sorunu’nun çözümü Birleşmiş Milletler parametreleri etrafında gerçekleşmeli” tezi ile birlikte Kosova’yı bağımsızlığa götüren süreç örnek alınabilir. Hatırlanacağı üzere Kosova’nın bağımsızlığı da Birleşmiş Milletler zemininde sabırla yürütülen müzakerelerin sonucunda gerçekleşmişti. Türkiye, Kosova’yı tanıyan bir ülke ve ABD’nin stratejik müttefiki olması özelliğini kullanıp, her geçen gün Rusya ile ilişkilerinin seviyesini olumlu yönde arttıran bir ülke özelliğini de değerlendirerek ilerleyen dönemde Güney Osetya’yı da tanımak ihtimali dahil KKTC’yi tanıtacak politikalar izleyebilir. Bu denklemde Türkiye çok yönlü dış politika anlayışını kullanabilmelidir. KKTC’nin tanınmasının Kıbrıs Sorunu’na çözümü daha kısa yoldan getireceğini söylemek de mümkündür. Kabul edilmesi gerekir ki Kıbrıs Adasında yaşayan iki halk vardır ve bunlar arasında gerçekleştirilecek çözüm ancak eşitliğe dayalı olmalıdır. Hali hazırda tanınan bir Rum Devleti varken KKTC’nin de tanınması olası konfederal çözümü kolaylaştıracaktır.

*bu yazı ilk olarak www.caspianweekly.org adresinde yayınlanmıştır.

18 Nisan 2010 Pazar

DERVİŞ EROĞLU: KKTC’DE YENİ DÖNEM

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde cumhurbaşkanlığı seçimleri ilk turda tamamlandı ve Ulusal Birlik Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Dr. Derviş Eroğlu oyların % 50.38’lik kısmını alarak KKTC’nin 3. Cumhurbaşkanı oldu. Seçim sonucunda; seçim sürecinde cumhurbaşkanlığının en kuvvetli adaylarından biri olarak görülen KKTC 2. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat %42.85, seçim süreci içerisinde Derviş Eroğlu’nun adaylık dilekçesinde imza atıp daha sonra kendisi bağımsız aday olan ve bu davranışı ile ciddi eleştiriler yöneltilen Tahsin Ertuğruloğlu %3.81 oranında oy aldılar. Demokratik teamüller içerisinde gerçekleşen seçimlerin neticesi, seçim sürecinde gerçekleştirilen anketlere ve beklentilere yönelik olduğu gibi ilk turda Eroğlu’nun cumhurbaşkanı seçileceği öngörüsünde bulunanları da haklı çıkardı.

Perşembenin Gelişi Çarşambadan Belliydi
Bilindiği üzere Nisan 2009’da KKTC’de gerçekleştirilen genel seçimlerde Ulusal Birlik Partisi almış olduğu oylarla tek başına iktidara gelmişti. Aslında 2009 yılında gerçekleşen seçimlerin sonucu yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ne şekilde sonuçlanacağına dair emareler gösteriyordu. 2003 ve 2005 yıllarında gerçekleşen Genel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ciddi bir yükseliş gösteren Cumhuriyetçi Türk Partisi, 2009 yılında gerçekleşen seçimlerle oylarında yaşanan ciddi düşüş ile birlikte Kıbrıs Türklerinden ciddi bir mesaj almıştı. Kıbrıs Türkleri 2003 yılında yapılan genel seçimlerde CTP’yi iktidara taşırken Mehmet Ali Talat Başbakanlık koltuğuna oturmuştu. 2005 yılında ise yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CTP’nin adayı Mehmet Ali Talat cumhurbaşkanı seçilmişti. Mehmet Ali Talat ve partisi CTP’yi 2003 yılında iktidara ve Mehmet Ali Talat’ı 2005’te Cumhurbaşkanlığı koltuğuna taşıyan seçimlerde, Kıbrıs Türkleri yılların çözümsüzlük statükosunu ve dünyaya entegre olma hayallerini CTP ve Mehmet Ali Talat’ın politikalarında görerek oy kullanmışlardı. 2003 yılından 2005 yılına kadar Başbakanlık ve 2005’ten günümüze Cumhurbaşkanlığı görevlerini yürüten Mehmet Ali Talat’ın vaat ettiği çözümün ve dünyaya entegrasyon projesinin gerçekleşmesi yönünde en basit izolasyonların dahi kalkmış olmaması, Avrupa Adalet Divanı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bünyesinde Kıbrıs Türklerinin umut ve gururunu inciten kararların alınması ve son olarak Kıbrıs Rum Yönetimi Liderliğine Hristofyas’ın seçilmesi ile pompalanan “çözüm artık daha kolay” anlayışı ile birlikte ardı arkası kesilmeyen müzakere sürecinden olumlu yönde somut bir sonucun çıkmaması, Kıbrıslı Türklerin 2009 Nisan’ında CTP’den ve 2010 Nisan’ında ise Mehmet Ali Talat’tan vazgeçişini beraberinde getirdi. Özetle, Derviş Eroğlu’nun partisi UBP’nin Nisan 2009’da oyların büyük çoğunlunu alarak tek başına iktidara gelmesi aslında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonucunda Saray’da da bir değişimin olacağını bizlere göstermişti. Kısaca söylemek gerekirse perşembenin gelişi çarşambadan belli olmuştu.

Talat’ın Yerine Neden Eroğlu?
Kıbrıslı Türkler yukarıda bahsettiğimiz üzere çözüm vaatlerine rağmen herhangi somut bir gelişme olmamasından sıkıldıkları gibi AAD ve AİHM bünyesinde alınan kararlar neticesinde var olan umutlarını yitirmişlerdi. Elbette Kıbrıslı Türkler ve tüm taraflar çözümden başka çare olmadığını ve KKTC’nin dünyadan izole olmuş bir şekilde yaşamasının mümkün olmadığının bilincindeler. Ancak unutulmaması gereken diğer bir nokta ise bugün Kıbrıslı Türklerin neredeyse tamamının -diğer tüm aktörlerin olmadığı bir ortam düşünüldüğünde- KKTC’nin onurlu bir devlet olarak tanınmasından ve Kıbrıs Rumları ile birlikte yaşamak zorunda kalmayacakları bir çözümden yana tavır alacaklardır. Kıbrıslı Türkler 1974’te gerçekleşen müdahale öncesinde yaşananları unutmamakta ve 1974’ten sonra elde ettikleri kazanımları kaybetmek istememektedir. Bu yaklaşım uluslararası hukuk ve BM kararları bünyesinde her ne kadar imkansız ve romantik gözüküyor olsa bile bu anlayışın dışında gerçekleştirilmek istenen “çözüm” sürecini de yaşadıkları ve herhangi olumlu bir adım göremedikleri için de Mehmet Ali Talat ve CTP’den yüz çevirmişlerdir. Uluslararası bir sorun olarak Kıbrıs meselesinin çözümü mutlaka çok boyutlu ve çetrefilli bir süreçtir. Ancak Mehmet Ali Talat’ın desteklediği kampanya ile Annan Planı’na “evet” diyen Kıbrıslı Türkler hiçbir şekilde ileriye dönük mesafe kat edilmediğini gördükleri gibi Kıbrıslı Rumların AB üyeliği ile birlikte elde ettikleri moral üstünlük karşılığında kendilerini bir kere daha ikinci plana atılmış hissetmişlerdir. Bugün Cumhurbaşkanı seçilen Dr. Derviş Eroğlu’nun Ulusal Birlik Partisi’nin savunduğu ise yine müzakere masasında olmak ancak Kıbrıslı Türklerin daha ciddiye alınacağı ve bazı hassas noktalarda taviz vermenin mümkün olmayacağı bir çözüm önerisiydi. Bu hassas noktalardan biri ise 1974 öncesine dönmemek ve Avrupa Birliği üyeliği ile adeta Kıbrıs Adası’nın tek temsilcisi olarak görülen Kıbrıslı Rumlara karşı eşit egemen ve dik duruşlu bir anlayış sergilemekti. Seçim sürecinde ise Dr. Derviş Eroğlu ve destekçileri politikalarını anlatırken rakiplerine karşı dışlayıcı bir üslup takınmadıkları gibi Kıbrıslı Türklerin birlikte olarak seslerini hep birlikte çıkararak daha dikkatli bir şekilde muhatap alınacaklarını öne sürmüştür. Mehmet Ali Talat ve destekçilerinin, Dr. Derviş Eroğlu’nun seçim kampanyasının aksine, Eroğlu’nu müzakere sürecini bitirecek olmak ve Kıbrıslı Türkleri 30 yıl öncesine götürecek olmak ile itham etmesi ve süreç içerisinde dış mihrakların Talat ve kampanyasına dolaylı ve doğrudan sağladığı desteklerin Kıbrıslı Türklerin iradesini etkilemeye çalışması, kendilerine puan kaybettirmiştir. Seçim sürecinde gerçekleşen Tahsin Ertuğruloğlu adaylığı da Kıbrıslı Türklerin hâlihazırda müzakerelerden yorgun düşen Talat ve ekibinden çektikleri desteğin Eroğlu’na yansımasını kuvvetlendirmiştir.

Yeni Dönem - Eroğlu’nun Stratejisi - Öngörüler
KKTC’de artık yeni bir dönemin başladığı bir gerçektir. Cumhurbaşkanı olarak müzakereleri yürütme başkanlığına seçilen Eroğlu’nun izleyeceği strateji bu yeni dönemde Kıbrıs Sorunu ve Türkiye’nin Avrupa Birliği ilişkileri açısından önemli gelişmeler yaşatabilir. Öncelikle seçim sürecinde uzlaşmaz olacağı ve müzakereleri sürdürmeyeceği yönünde ithamlara uğrayan Eroğlu’nun seçim sonuçlarının belli olması ile “müzakerelere devam edeceğiz” mesajı ve Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın sonuçlara ilişkin “müzakerelerin devam etmesi” temennisini içeren mesajı önemlidir. Kıbrıs Rum Yönetimi Hükümet Sözcüsü Stefanu’nun Eroğlu’nun seçilmesini olumsuz bir gelişme olarak nitelendirmesi ise doğru kullanıldığı takdirde Kıbrıs Türk tarafı için önemli bir fırsat olabilir. Müzakerelere devam edilmesi noktasında irade beyan eden Eroğlu, Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından yapılan bu açıklamanın daha masaya oturmadan şahsına yönelik psikolojik bir yaklaşım ve Rum Yönetimi’nin uzlaşmaz tavrının bir parçası olduğunu vurgulamalıdır. İkinci olarak söylenmesi gereken ise seçimlerde Mehmet Ali Talat’ın aldığı oy oranının iyi okunması gerektiği ve seçim süreci içerisinde Kıbrıslı Türklerin birlikte olarak moral üstünlük kazanacağını iddia eden Eroğlu’nun %42.85 oranında oy alan Talat’a sırt çevirmemesi gerekliliğidir. Her ne kadar müzakerelerde somut bir adım atılamamış olsa da müzakerecilik bilgisi ve tecrübesi olan Talat’ın yeni dönem içerisinde müzakere heyeti içerisinde değerlendirilmesi veya söylemlerinin ciddiye alınması gerekmektedir. Kıbrıslı Türklerin Eroğlu’nu cumhurbaşkanlığı makamına taşırken asgari beklentileri uluslararası toplumun Kıbrıslı Türk varlığına saygı göstermesinin sağlanmasıdır. Bu anlamda Eroğlu’nun seçim sonuçlarını Annan Planı’nın bir rövanşı niteliğinde değerlendirmemesi ve Annan Planı çerçevesinde kazanılan pozisyonu Türkiye’nin de desteği ile somut verilere çevirebilmesi önemlidir. Talat’a verilen oylar Kıbrıslı Türklerin “dışarıya kapanmamak” mesajını içerirken Eroğlu’nun aldığı oylar ise “dik duruş ve çözüm tacirliğine son” mesajını içinde barındırmaktadır. Eroğlu’ndan beklenen ise bu iki mesajın birlikte değerlendirilmesi olmalıdır.

Sonuç olarak KKTC cumhurbaşkanlığı seçimleri demokratik bir ortamda gerçekleştirilmiş ve Kıbrıslı Türklerin iradesi tecelli ederek Dr. Derviş Eroğlu KKTC’nin 3. Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Eroğlu’nun cumhurbaşkanı seçilmesi ile birlikte Kıbrıs Sorunu yeni bir sürece girmiş olduğu gibi Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinde de yeni dinamiklerin oluşması beklenebilir. Sayın Eroğlu’nun önümüzdeki süreçte cumhurbaşkanı olarak müzakere masasında izleyeceği politikaların, Kıbrıs Sorunu’nda bir çözüme ulaşılması açısından çeşitli ihtimaller doğuracağını söyleyebiliriz. Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın NTV’de gerçekleştirilen programda KKTC seçim sonuçlarına ilişkin soruları yanıtlarken söylediği gibi “kabul etseler de etmeseler de orada bir KKTC devleti var” sözünü de dikkate alarak KKTC’nin onurlu bir devlet olarak tanınması ihtimalini de unutmamak gerekir. KKTC seçim sonuçlarının önümüzdeki süreçte çeşitli ihtimaller ve gelişmeler yaratacağı beklenmelidir.

*bu yazı ilk olarak www.caspianweekly.org adresinde yayımlanmıştır.

9 Nisan 2010 Cuma

Srebrenica Katiamının Kınanması Kararı ve Türkiye’nin Stratejik Derinlik Rolü

Türkiye’nin yeni dış politika vizyonu doğrultusunda attığı adımlar sadece Ortadoğu coğrafyasına ithaf edilerek bu yaklaşımın da mevcut iktidar partisinin ideolojik yaklaşımları ile ilgili olduğu düşüncesi sadece Türkiye’de değil, batı medyasında da tartışılmıştır. Hatta son dönemde Türkiye’nin dış politika ekseninde bir kaymanın söz konusu olduğu dahi düşünülmüştür. Özellikle Türkiye – İsrail ilişkilerinde yaşanan gerginliklerin, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin İslamcı kimliği neticesinde Filistin sorununa yönelik duygusal yaklaşımından dolayı oluştuğu kanısı oluşmuştur. Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun stratejik derinlik kavramı ile ifade edilen yeni dış politika yaklaşımının salt Ortadoğu bölgesine yönelik algılanması doğru değildir. Türkiye’nin bir kriz üçgeni niteliği oluşturan Balkanlar – Kafkasya – Ortadoğu bölgeleri ile olan komşuluğu ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan tarihi – kültürel mirası düşünüldüğünde sadece Ortadoğu bölgesi ile ılımlı ilişkiler kurma çabası içinde olmasının yeterli olmayacağı açıkça görülmektedir. Dış Politika yapımı nasıl uzun ve meşakkatli bir süreç ise dış politikada gerçekleştirilen hamlelerin vereceği sonuçlar da en az o kadar zaman alacaktır. Bu konu ile ilgili yaşanan son örnek Sırbistan parlamentosunun 1995 yılında Srebrenica’da Boşnaklara karşı yapılan soykırıma ilişkin aldığı özür dileme kararıdır.

Sırpları Özür Dilemeye İten Sebepler

Sırbistan parlamentosu 12 saat süren tartışmalar neticesinde 31 Mart 2010 Çarşamba gecesi oturuma katılan 250 milletvekilinin 127 kabul oyu ile Bosna Savaşın’da 8000 Srebrenica’lının katledilmesi nedeniyle özür diledi. Söz konusu tasarı metninde “Sırbistan Parlamentosu 2009’da Avrupa Birliği nezdinde ve 2007’de BM Uluslararası Adalet Divanı kararının da öngördüğü şekilde, Temmuz 1995’te Müslüman Boşnak nüfusa karşı işlenen suçu güçlü biçimde kınamaktadır” dendi. Sırbistan Parlamentosu’ndan bu şekilde geçen kararda “soykırım” ifadesi kullanılmaktan kaçınıldı. 1995 yılından bu zamana kadar geçen 15 yıllık süreçte Sırbistan’ın böyle bir suçu inkar etmesi ve ancak bugün soykırım ifadesi olmasa bile yaşananları kınama kararı almasını sağlayan nedenlerin başında Sırbistan’ın Avrupa Birliği üyelik hedefi bulunmaktadır. Kararın alınmasında başrolü oynayan Demokrat Parti önderliğinde kurulan “Avrupalı bir Sırbistan İçin” çatı hareketi lideri Nada Kolundzija tasarının kabul edilmesinde oynadıkları role ilişkin bir soru üzerine “Ancak bu sayede tarihin, trajik bir sayfasını geride bırakabileceğiz ve yeni ufuklara doğru yelken açabileceğiz. Boşnak kurbanların anısına saygı sunarak, bu suçu lanetleyerek, gelecek nesillerin üzerinden vicdani yükü kaldırmış oluyoruz. Ayrıca, uluslararası alanda artık savaş ve şiddetle adımızın anılmasını istemiyoruz. Tasarının onaylanması, dünyadaki itibarımızı arttıracak, imajımızı düzeltecek” şeklinde yanıt verirken meselenin tarihle yüzleşmek olduğunu ve Sırbistan’ın uluslararası kamuoyu nezdinde imajını düzeltmek maksadıyla böyle bir karar aldıklarını ifade ediyordu. Kararın arka planında ise Avrupa Birliği’nin Sırbistan’ın AB üyeliği sürecinde önüne koyduğu engellerin bulunduğunu belirtmek gerekir. Bugün Sırbistan’ın genç nüfusunun neredeyse tamamı Avrupa Birliği hedefi noktasında birleşmişlerdir. Tarihi ile yüzleşmek isteyen Sırbistan’ın bunu bugün gerçekleştirmesinin sebebi, Sırp Gençlerin ve kamuoyunun Avrupa Birliği hedefi noktasındaki baskısıdır. Bugün Sırbistan’da birçok insanın Kosovo demekten vazgeçmiş olması ve Kosova Cumhuriyeti’nin geri döndürülmeyecek bir realite olduğuna inanıyor oluşu da milliyetçilikleri ile tanınan Sırpların imajlarını değiştirdiği gerçeğini göstermektedir. Yugoslavya’nın dağılışı ile birlikte yaşanan çatışma ve savaşlardan sonra Batı Balkan coğrafyasında en büyük devlet olan Sırbistan, son dönemde Hırvatistan’ın AB adaylık statüsü kazanması, Makedonya’nın AB hedefi doğrultusunda attığı adımlar ve henüz bağımsızlığının 2. yılında olmasına rağmen Kosova Cumhuriyeti’nin bile AB üyeliği vizyonu ile ilerlemesi neticesinde çevresinden tamamen izole edilme endişesi taşımaktadır. Bunun yanı sıra Sırpların daha kaliteli, daha özgür ve daha yaşanılası bir hayat talepleri ve özellikle gençlerin bu konuda oynadıkları rol ile eski lider Miloseviç’in devrilmesi, Sırp politikacıları tarihi gerçekle yüzleşmek pahasına da olsa Avrupa Birliği hedefine tutunmakta mecbur bırakmıştır.

Sırbistan’ın Bosnalı Müslümanlara yönelik yaşanan katliamları kınama kararı almasında diğer önemli baskı unsuru ise Türkiye’dir. Hatırlanacağı üzere Türkiye Cumhuriyeti 28 yıllık bir aradan sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül nezdinde Belgrad’a ziyaret gerçekleştirmişti. Yaşanan ziyarette Türkiye heyetine uygulanan protokolün Sırpların ezeli müttefiki Rusya ile eş değer tutulması ve Kosova’yı tanıyan bir ülke olmasına rağmen Türkiye’ye büyük ilgi gösterilmesi dikkatlerden kaçmamıştı. Bu ilgi ve alaka Türkiye’nin Balkan açılımı yapıyor oluşu ve Balkanlar’ı yeniden birleştiren ülke konumunda olduğu şeklinde yorumlanmıştı. Bunun yanı sıra Bosna – Hersek ile Sırbistan’ın ilişkilerini normalleştirmesi hususunda Sırbistan ve Bosna – Hersek dışişleri bakanları Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu girişimi ile geçtiğimiz altı aylık süreç içerisinde tam beş kez buluştu. Bu girişimin ilk olumlu sonucu Bosna – Hersek’in Sırbistan’a büyükelçi göndermesi oldu. Diğer önemli bir gelişme ise Bosna – Hersek’in NATO üyeliği konusunda destek mahiyetinde kurulan “Bosna – Hersek’in Dostları” adlı yapının kurulmasıdır. Türkiye tüm bu çabaları ile birlikte Bosna-Hersek’i dünya kamuoyuna taşıyarak bir yandan da Sırbistan’ı tarihte yaşananlar doğrultusunda bir adım atmaya zorladı.

Sonuç olarak Türkiye’nin “stratejik derinlik” vizyonu zaman içerisinde meyvelerini vermektedir ve bunun en son örneği Sırbistan Parlamentosu’nun aldığı karardır. Her ne kadar Avrupa Birliği hedefi doğrultusunda alınan bir karar olarak gözükse bile bu süreç içerisinde Türkiye’nin oynadığı rol tartışmasız bir gerçektir. Daha 2009’un sonlarında Bosna – Hersek dağılıyor mu, Hırvatlar ve Sırplar Bosna – Hersek’ten ayrılıyor mu soruları etrafında ciddi bir kriz ihtimali ortadayken Türkiye’nin ciddi girişimleri ile bu kriz yatıştırılmış ve yapıcı adımlar yine Türkiye’nin samimi yaklaşımları ile atılabilmiştir. Bu girişimlerin ve yapıcı rolün arkasındaki en büyük etken ise Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun stratejik derinlik vizyonu doğrultusunda Türk Dış Politikası’nın geçirdiği evrimdir.

Burak YALIM
02.04.2010

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=968099
http://www.haberler.com/sirp-meclisi-bosnak-ailelerinden-ozur-diledi-haberi/
http://www.taraf.com.tr/haber/48213.htm

http://www.samanyoluhaber.com/s_324268_cumhurbaskani-gul-sirbistanda.html
http://www.usakgundem.com/yazar/1292/‘balkan-açılımı’-karlofça’da-tadiç-gül-buluşması.html
http://www.tumgazeteler.com/?a=5949952

http://www.hurriyet.de/haberler/gundem/542650/disislerinden-abd-gezisi-aciklamasi



2 Nisan 2010 Cuma

Kıbrıs’ta Statüko (Talat) mı Değişim (Eroğlu) mi?

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde seçimlere 15 gün kadar kısa bir zaman kaldı. Anketler halen daha Dr. Derviş Eroğlu’nu önde göstermekte ve Eroğlu’nun seçimleri birinci turdan kazanması bekleniyor. Yarışın en önemli iki isminden biri olan Mehmet Ali Talat ise oylarını yükseltme çabası ile en son müzakere sürecine ilişkin ilerleme kaydedildiği mesajını vermişti. Sanırsınız ki KKTC’de seçimi Talat kazansa adadaki sorunlar çözülecek ve birleşme sağlanacak. Talat’ın konuşmaları ve seçim propagandası adeta bu havada sürdürülüyor. Bilindiği gibi Mehmet Ali Talat KKTC’de yeni bir isim olmadığı gibi icra makamına da yeni gelmiş değildir. Geçtiğimiz 5 yıllık süre içerisinde Talat cumhurbaşkanlığı makamında müzakereleri yürütmekteydi. Talat bu makama gelmeden önce de KKTC Başbakanlığını yürütüyordu. 13 Ocak 2004 tarihinde yapılan seçimlerde Başbakanlık koltuğuna oturan Talat 24 Nisan 2004 yılında Annan Planı hakkında yapılan referandumda “evet” kanadında yer almış ve bu tavrı ile 20 Nisan 2005’te gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmıştı. Talat’ın Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı makamlarına gelmesinde belirleyici olan seçimlerde, Kıbrıslı Türkler çeyrek asırdan uzun süren statükonun kırılması ve KKTC’nin dünyadan izole edilmişliğinin son bulması ümidiyle oy kullanmıştı. Talat’ın 2004 yılından itibaren statükoyu kırmaya yönelik umutlarının herhangi bir netice vermemesi, 19 Nisan 2009’da gerçekleştirilen yerel seçimlerin sonunda Talat’ın partisine yönelik Kıbrıs Türkleri’nin büyük tepkisini gösteriyor ve Ulusal Birlik Partisi’ni iktidara taşıyordu. Kıbrıs Türk’ü vaat edilen çözümü göremediği gibi “evet” oyu kullandığı Annan Planı neticesinde Kıbrıslı Rumların Avrupa Birliğine alınmasını da sindirmek zorunda kalıyordu. Ayrıca Avrupa Birliği vaat ettiği izolasyonları kaldırmayı gerçekleştirmediği gibi Kıbrıs Rumlarını adanın tüm temsilcisi sayılacak şekilde Uluslararası Hukuka aykırı davranarak birlik üyeliğine kabul ediyordu.

15 gün sonra Kıbrıslı Türkler yine sandık başına gidecek ve yeni KKTC cumhurbaşkanını belirleyecek. Bu seçimlerde Kıbrıs Türklerinin geçen 6 yıllık süreçte Mehmet Ali Talat’ın yaptıkları veya yapamadıklarını oylayacağını söylemek zorlama bir yorum olmayacaktır. Seçimlere ilişkin yapılan anketlere bakıldığında Derviş Eroğlu’nun oyların %52,9’unu alacağı öngörülmekte ve bunun karşılığında Mehmet Ali Talat’ın desteği %42,1 olarak görülmekte.1 Farklı zamanlarda yapılan anketler incelendiğinde ise seçim sürecinde yapılan manevraların etkisi açıkça ortaya çıkmakta. Yılın başında yapılan anketlerde Derviş Eroğlu’nun bugün %52,9 olarak görünen desteği %51,3 iken Mehmet Ali Talat’ın desteği bugün görünenin çok uzağında %22 olarak öne çıkıyordu.2 Mehmet Ali Talat’ın oylarındaki bu büyük değişimin ardında yatan nedenlerin başında uluslararası toplumun desteği vardır. Avrupa Birliği, ABD, BM, Yunanistan ve Kıbrıslı Rum yetkililer yaklaşan seçimlerde Mehmet Ali Talat’ın kaybetmesinin Kıbrıs Çözüm sürecine büyük zarar vereceğini çeşitli vesileler ile açıklamaktan geri durmamaktadır. Tüm bu tarafların tezine göre Mehmet Ali Talat’ın 5 yıllık müzakere tecrübesinin önümüzdeki sürece de pozitif etki edeceği ve seçimleri kazanma ihtimali olan Derviş Eroğlu’nun eğer cumhurbaşkanı olursa müzakereleri bitirmek, durdurmak şeklinde bir pozisyon belirleyeceğidir. Anlaşılan o ki uluslararası toplum Kıbrıslı Türklerin aklını yeni bir umut tacirliği ile çelmeyi hedeflemektedir. Eğer Mehmet Ali Talat’ın müzakere tecrübesi önemli ise bugüne kadar gerçekleştirilen görüşmelerin ve müzakerelerin hangi sonucu doğurduğu, ne yönde olumlu bir adım atıldığı açıklanmalıdır. Derviş Eroğlu’nun müzakereleri bitireceğiz şeklinde herhangi bir açıklaması olmadığı gibi kendisi her fırsatta müzakereleri sürdürmekten yana tavır alacaklarını ifade etmiştir.3

Gelinen bu aşamada Kıbrıslı Türklerin 18 Nisan günü sandıkta ne yönde tavır belirleyeceği merak konusu olduğu gibi Kıbrıs’ta yeni bir statükonun yaratılıp yaratılamayacağı sorusunun cevabı da seçimler ile birlikte alınacaktır. Çözümsüzlüğün kırılması umudu ile Mehmet Ali Talat’a yetki veren Kıbrıslı Türkler, Talat yönetiminde süren 5 yıllık müzakerelerden hiçbir olumlu netice çıkmadığının farkındalar. Uluslararası toplumun desteklediği Mehmet Ali Talat’ın yanında yer alanlar ise başta Avrupa Birliği olmak üzere uluslararası toplumun adaya gönderdiği fonlardan istifade edenlerdir. Çünkü Avrupa Birliği kanadından gelen son açıklama “KKTC Dış Politikası’nın mevcut hali ile sürdürülmesi ve bu hali ile sürdürülürse 2 yıl içinde çözüme ulaşılacağı yönünde” ve bu açıklamaya benzer söylemleri seçim propagandası yapanlarda Mehmet Ali Talat’ı destekleyenlerdir.4 Kıbrıs’ta iyi müzakerecilik yapmak ve çözüm istemek üzerinden yürütülen politikanın aslı Mehmet Ali Talat’ı cumhurbaşkanı yapmak ve Kıbrıslı Türkleri yine ardı arkası kesilmeyen sonuçsuz müzakere sürecine terk etmektir. Bize göre yapılması gereken, Kıbrıs Adasında egemen İngiliz Askeri Üs varlığının sorgulanması, Kıbrıslı Türklerin 2004 Annan referandumunda “evet” demelerini sağlayan izolasyonların kaldırılması vaadinin yerine getirilmesi ve her şeyden önce Birleşmiş Milletler platformunda başlayan Kıbrıs Sorunu’nun çözümünün bu parametreler etrafında konuşulmasıdır.

Dipnotlar:
1-http://www.webhaber.com/yapilan-anketlere-gore-eroglu-onde-haberi
2-http://www.dha.com.tr/n.php?n=441712a7-2010_01_15
3-http://www.usakgundem.com/haber/51112/kktc-başbakanı-derviş-eroğlu-39-nun-usak-konuşmasının-tam-metni.html
4-http://www.yeniduzen.com/detay.asp?a=18888&z=19