27 Haziran 2010 Pazar

Kürt Açılımı Başlangıç Olamadı mı?



Yaklaşık 1 yıl kadar önce AK Parti tarafından başlatılan açılım süreci bugün ilk ortaya atıldığı güne benzer şekilde hararetle tartışılmakta. Bu kez geçtiğimiz yıl başladığı düşünülen açılımın bitip bitmediğine dair düşünceler can alıcı terör saldırılarıyla birlikte ele alınmakta. Açılım kelimesi ilk gündeme geldiği zaman umutla bunun bir başlangıç olmasını temenni etmiştik. Türkiye’nin yıllarca kanını emen terörün son ermesi, daha demokratik daha yaşanabilir bir Türkiye’ye ulaşma umudu ile demokrasi temeline oturtulmasını istediğimiz açılım sürecinin Türkiye’nin kronik sorunlarından biri olan Kürt yurttaşların talepleri doğrultusunda başlamasını da cesaretli bir adım olarak görmüştük. Bu sürecin Türkiye toplumunun değişik kesimlerinin demokratik talepleri doğrultusunda genişleyerek ve gelişerek devam edeceğini düşünmüştük. Ancak açılım kelimesi gündemimize girdiği günden bu zamana kadar maalesef elle tutulur çok az somut adım atılmakla birlikte süreç hem iktidar partisinin hazırlıksızlığı hem de bu hazırlıksızlığı koz olarak kullanan muhalefet partilerince tıkandı ve hatta bitip bitmediğinin tartışılması başlandı.

Demokratik açılım süreci başladığı zaman bu işin adının doğru konulmasını, toplumun hemen tüm kesimlerinin desteği alınarak ve etnik ve dinsel motifler kullanılmaksızın yapılması gerektiğini anlatan ve öneriler içeren bir yazıyı “Kürt Açılımı Başlangıç Olsun” başlığında kaleme almıştım. Demokratik açılım sürecinin ekonomik, siyasi, psikolojik ve uluslararası boyutları ile ne ifade edebileceğini kabataslak ele alırken yazının sonuç kısmında da umutlu bir bakış açısı ile bu kez sorunlardan nemalananların sevinmemesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin daha güçlü bir şekilde bu süreçten geçmesini temenni etmiştim. Ancak gelinen bu noktada kısır tartışmaların halen sürdüğünü görmekte ve yapılabilenin sadece meseleyi tartışmaya açmakla beraber bir iki somut adımdan başka hiçbir şey ifade etmediğini anlamaktayız.

Öncelikle süreç başlarken yara almış ve işin adı maalesef doğru saptanamamıştı. Etnik ve dinsel motif kullanarak açılım sürecine girilmesinin yanlışlığı kısa sürede anlaşılarak önce adı Kürt Açılımı olan süreç, zaman içinde sırasıyla Demokratik Açılım ve Milli Birlik Projesi olarak ad değiştirdi. Bu noktada temel hata süreci başlatan AK Parti’nin hazırlıksızlığıydı. Böylesi çetrefil bir yola girilirken toplumu rahatsız edecek her türlü işaret hesaplanabilmeli ve bu iş kuru bir heves ve cesaretle başlatılmak yerine düşünce kuruluşlarının ve işin uzmanlarının fikirleri alınıp hazırlık çalışmaları yapılarak başlatılmalıydı. İktidar Partisi’nin böyle hazırlıksız olması muhalefet partilerinin bu olumsuzlukları dile getirip sürece amiyane tabirle taşın altına elini koymaları ile elimine edilebilirdi ancak muhalefet partileri daha süreç başlarken kapılarını kapatarak bu süreçte iktidar partisini yalnız bıraktı. Muhalefet partilerinin iktidar partisini yalnız bırakması sürecin başlangıçta sakat doğmasına neden olurken, iktidar partisinin süreç ile ilgili atmaya çalıştığı her adımın yine muhalefet partilerince engellenme ve yıpratılma çabaları zaten sakat doğan sürecin olgunlaşmasını ve sağlıklı bir zemine oturmasını engelledi. Konuyu biraz somutlaştırdığımız zaman, bir ailenin içindeki sorunu çözme çabalarını eğer aile içindeki bireyler görmezden gelir ve engellemeye çalışırsa mutlaka o ailenin sorunlarını çözmesini istemeyen başka odaklar ve kişilerce bu olumsuz tablo kullanılacaktır. Türkiye’nin demokratik açılım süreci de aynı bu örnekte olduğu gibi çeşitli çevrelerce kullanılmaya çalışıldı. Gözlerden kaçan ve sürecin başka şekillerde sulandırılmasına neden olan bir mesele her yeni uygulamaya açılım adı verilmesi ve açılımlardan birisi sekteye uğradığında dolaylı olarak Demokratik Açılım’ın da sanki mesele ile ilgisi varmış gibi “Açılımlar yüzünden bu hale geldik” söylemleri olmuştur. Örneğin Ermenistan Açılımı sürecinin nispeten başarısızlığı, psikolojik anlamda Demokratik Açılımı da başarısızmış gibi göstermiştir.

Demokratik Açılım sürecinin sekteye uğramasında önemli etkenlerden biri ise bu söylemle neyin hedeflendiğinin iyi anlatılamamış olmasıdır. Demokratik Açılım sürecine daha başlarken şerh koyan CHP ve MHP’nin ikna edilememiş olmasının nedenleri arasında bu iki siyasi hareketin kendine özgü koşulları bulunmaktadır. CHP her şeyden önce kendisini Atatürk’ün partisi olarak görmekte ve bugün dikkat edildiği zaman Türkiye genelinde elit ve kendine göre çağdaş kitleleri temsil etmektedir. Fakat demokratik açılım meselesi ile hedeflenen yıllardır var olan bürokrasi – yargı – asker çevrelerinin imtiyazlı durumlarının sona ermesi ve ülkede yaşayan tüm kesimlerin var olan kaynak ve menfaatlerden hep birlikte yararlanabilmesinin sağlanmasıdır. Dolayısıyla CHP yöneticilerinin bu imtiyazlı durumlarını kaybetme korkusu vardır. İnancımız o ki CHP’ye gönül veren parti tabanında bu imtiyazlı koşullara sahip olmayan kitlelerde bulunmaktadır ancak bu kitleler yılların CHP sempatizanı olarak ve yöneticilerinin de manipülasyonu ile demokratik açılım ile hedeflenenin Türkiye’nin menfaatine olduğunu görememektedir. Diğer bir tarafta yıllardır ileri düzeyde milliyetçi doktrinlerle beslenen ve vatanın bölünmezliğine inanmış tek dil olarak Türkçe’nin varlığını kabul etmiş MHP tabanının da demokratik açılım sürecine destek vermesi beklenemezdi. Çünkü MHP tabanının demokratik açılım sürecinden anladığı şey; Kürtçe’nin serbestîsi, Kürtlere imtiyaz sağlayacak haklar verilmesi ve hatta romantik bir yaklaşım ile ülkenin bölünebileceği korkusu olmuştur. Bu noktada MHP’li yöneticilerin de siyasi zeminini ülke bütünlüğü ve birliği üzerine kurgulamak kaydıyla parti tabanına verdiği mesaj ortadadır. Ayrıca MHP’nin lider odaklı hiyerarşik bir parti tabanına sahip olduğu düşünüldüğünde, demokratik açılım sürecini anlama ve idrak etme çabası yerine liderlerin söylediğinin doğrudan kabul edileceği ortadadır. Tüm bu nedenlerle demokratik açılım sürecinin aslında ülke bütünlüğü ve bölünmezliği ile doğrudan ilgili olduğu ve ülkenin bütünlüğünü daha sağlam temellere oturtacağı gerçeği MHP tabanında anlaşılamamış ve MHP yöneticileri de bunu anlatmak kaygısını hiçbir zaman taşımamışlardır. Netice itibariyle CHP ve MHP çevrelerinin demokratik açılım sürecine dahil edilememesi bir anlayış eksikliği ile birlikte bu eksikliğin parti lider ve yöneticilerinin konumunu güçlendirmesi nedeniyle parti tabanlarına anlatılmama durumunun tercih edilmesiyle ilgilidir. Bu noktada iktidar partisi süreci iyi anlatamamış olmakla hata yapmışken muhalefet partileri ise iyi anlaşılamamış süreçten fayda sağlamayı ve kendi konumlarını korumayı tercih ederek riskten uzak bir davranış sergilemişlerdir. Siyasi parti tabanlarından uzak olan sokaktaki vatandaşların da “demokratik açılım” dediğimiz süreçten hiçbir şey anlamadığı açıkça ortadadır. Oysa bu sürecin içerisinde sadece Kürt vatandaşların taleplerinin olmadığı, süreç içerisinde vatandaşın hak ve özgürlükler anlamında talepleri ile ilgili olan tüm meselelerin konuşulacağı ve tartışılacağı anlatılabilirdi. Örneğin başörtüsü meselesinin de bir demokratik talep ve hak olduğu konusu anlatılarak ve bu hakkın da süreç içerisine dahil edilmesi ile birlikte MHP tabanından gelen eleştiri ve yıpratmaların önü alınabilirdi. Benzer bir şekilde alevi yurttaşların taleplerinin de demokratik açılım sürecine dâhil olduğu anlatılarak CHP tabanı da bu sürece alıştırılabilirdi. Alevi Açılımı gibi farklı bir başlık yerine böyle bir yola gidilmesi daha uygun olabilirdi. Başörtüsü meselesi, Alevi Açılımı gibi konuların demokratik açılım süreci bütününde yer alması gerekirken, “Demokratik Açılım” salt Kürt vatandaşların talepleri, terör sorununun bitirilmesi, PKK ile mücadele gibi cümlelerin arasına sıkışmak durumunda bırakıldı. Demokratik Açılım paketinin içerisine toplumsal uzlaşıyı sağlayacak ve tüm kesimlerin yaralarına merhem olacak yukarıda bahsettiğimiz gibi maddeler eklenmesi suretiyle belki de yepyeni bir anayasaya ulaşmanın kolay yolu bulunabilirdi. (işçi hakları, sendikal haklar, siyasi partiler yasası, gençlik meseleleri v.b.)

Geldiğimiz bu aşamada“Demokratik Açılım” süreci Başbakan önderliğinde AK Parti hükümetince devam ettirilmek isteniyor. Son zamanlarda artan terör olayları neticesinde zor bir dönemden geçen Türkiye, ana muhalefet partisi CHP’nin lideri Kılıçdaroğlu’na göre demokratik açılım yüzünden bu zor dönemi yaşamakta ve erken seçime gidilmesi zaruri. Diğer muhalefet partisi MHP’nin lideri Bahçeli ise Demokratik Açılım sürecini terörle müzakere olarak niteliyor ve terör olaylarının yaşandığı bölgede OHAL ilan edilmesi ile birlikte CHP gibi erken seçime gidilmesini talep ediyor. Muhalefet partileri CHP-MHP Demokratik Açılım sürecinin terör saldırılarının artmasına neden olduğuna inanıyor. Eğer Demokratik Açılım ile birlikte PKK saldırıları artıyorsa bu durumda PKK terör örgütünün demokratik açılım sürecinden rahatsızlık duyarak saldırılarını şiddetlendirdiği söylenebilir. Demokratik Açılım süreci içerisinde Kürt Yurttaşların taleplerine cevap veriliyorsa ve bu noktada PKK’nın propaganda zemini yok oluyorsa doğal olarak PKK ben buradayım demek ve korku yaratmak için saldıracaktır. “Eğer PKK terör örgütü demokratik açılım süreci ile hedeflediği noktalara ulaşacak ise neden saldırıyor?” sorusu da PKK’nın demokratik açılım sürecinden rahatsız olduğunu göstermektedir. Bu basit önermelerden sonra karşımıza çıkan tabloda demokratik açılım sürecinden rahatsızlık duyanların MHP-CHP-PKK olduğunu söyleyebiliriz. Ortaya koyduğumuz bu tablo mutlaka şiddetle reddedilecektir. MHP ve CHP ile PKK terör örgütünü aynı kefeye koymak doğru da değildir ancak son yaşanan tartışmalarla birlikte MHP ve CHP demokratik açılım sürecine katkı sağlamamak bir yana sürecin tamamen bittiğini iddia ederek ve bunu da PKK saldırılarına bağlayarak iktidar partisine yükleniyorsa karşımıza böyle bir tablo çıkması normaldir. Demokratik Açılım süreci bitti tartışmalarında PKK saldırılarının referans edilmesi, OHAL ilan edilmesi çağrısı için çömelme fotoğraflarının referans edilmesi, yaşanan terör saldırılarının sorumluluğunun tamamen iktidar partisine yüklenmesi gibi örnekler yukarıda bahsettiğimiz tablonun oluşması için birer referans niteliğindedir. Türkiye’nin meselesi olan terörün salt AK Parti’nin meselesi haline dönüştürülerek bu minvalde erken seçim çağrıları ile siyaset yapan CHP ve MHP maalesef sorunun çözümünde rol edinme çabası yerine sorunu büyütme çabası sergilemektedir. Siyaset elbette rekabeti gerektirir. Siyasette rakibinizi alt etmenin yollarından biri ve meşru olanı da siyasi rakibinize vurarak değil, ondan daha iyi, daha makul ve daha ekonomik çözümler üretebilmenizdir. Mutlaka rakibinizin yanlışlarını da kullanarak puan toplayabilirsiniz. Ancak rakibinizin yanlışlarını kullanırken bir sorunu daha çetrefil hale getiriyorsanız ve bu sorundan dolayı insanlar ölmeye devam ediyorsa, burada daha büyük bir sorun, etik manada bir sorun var demektir.

Terör sorunu Türkiye’nin büyük ve can yakan önemli bir sorunudur. Bu sorunun çözümünde ülke siyaseti içerisindeki bütün aktörlerin rol edinmesi gerekmektedir. PKK gibi eli kanlı ve ne yaptığını bilmez bir terör örgütüne karşı mutlaka uzman ve güçlü bir silahlı mücadele gerekmektedir. Bu anlamda atılması gereken adımlar çeşitli uzmanlarca defalarca dile getirilmiştir. Profesyonel ordu ve hatta İçişleri Bakanlığı’na bağlı özel kuvvetlerin derhal kurulması gerekmektedir. Teknolojik anlamda mevcut zaaflar giderilmeli ve dünya standartlarında var olan en ileri teknoloji bu anlamda temin edilmelidir. Gerekiyorsa sınır ötesine uzanan bir kara harekâtı düzenlenmesi kaydıyla eli kanlı teröristler etkisiz hale getirilmeli ve sindirilmelidir. Ancak tüm bu saydıklarımız terörle değil teröristle mücadele için gerekenlerdir. Terörle mücadele için ise demokratik açılım süreci eksik ve gedikleri doldurulmak ve yeni bir konsensüs aranmak koşulu ile süratle yapılandırılmalı ve sürdürülmelidir. Terörist bir sivrisinek ise terör bir bataklıktır. Bu anlamda yıllardır öldürülen sivrisinek sayısı bugün var olanların 4-5 katı kadardır ve sivrisinek öldürerek bataklığı kurutmak mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla bataklığın kurutulması için tüm kesimler güç birliği içinde olarak siyasi iktidarı -bugün AK Parti iktidarı yarın CHP/MHP iktidarı- atılması gereken adımlar konusunda desteklemelidir. Çünkü konu terördür ve terörle mücadelenin siyaseti, siyasi partisi, rengi, dini ve dili yoktur. Terörle mücadele insanlığa karşı bir borç, insan olmanın bir zorunluluğudur çünkü terörün hedefine ulaşmak için izlediği yolda zarar verdiği ve yok ettiği yegâne unsur insandır.

“Kürt Açılım Başlangıç Olsun” dediğimiz zaman adını doğru koyamamıştık. Bugün adını “Demokratik Açılım” olarak biliyoruz ve doğruluğuna inanıyoruz. Çünkü yeryüzünde insanın en özgür ve en üst refah içinde yaşayabildiği sistem yahut düzenin adı demokrasidir. Demokrasi mücadelesi kolay değildir, mutlaka büyük tartışmaları ve acıları içinde barındırmıştır. Dolayısıyla bugün tüm karamsar tabloya rağmen demokratik açılıma ihtiyaç vardır. Demokratik açılım Türkiye’nin gencecik evlatlarını bölücü teröre kurban etmesini engellemek, terörü etkisiz hale getirmek ve kendisi tartışılırken olduğu gibi her fikre değer verebilmek için, saygı duyabilmek için değerli ve gereklidir.
Burak YALIM

27 Haziran 2010 Pazar

22 Haziran 2010 Salı

Siyasi Kavga Terör Sorununu Çözemez!

Türkiye gündemi doğal olarak teröre kilitlenmiş durumda. Basın yayın kanallarında son dakika haberleri üzerinden aldığımız şehit haberleri ile her yeni günde bir önceki acıyı dindirmeden yenilerini yüreğimizde hissetmekteyiz. Resmi kanallardan yapılan açıklamalar belki acıya uzak çevreleri telkin ve teskin ediyor olabilir ancak tahmin ediyorum ki ateş düştüğü yeri yakmaya devam ediyor. Yıllarca gözünden sakındığı evladını gönderdiği vatan görevinden tabut içinde teslim alıyor olmak acısını herhalde yaşamadan anlamamız ve idrak etmemiz mümkün olmayacaktır. Ve inanıyorum ki yakınları şehit olan insanlar, özellikle evlatları şehit olan ana ve babalar bu acının düşmanlarının başına gelmesini istememektedir. O halde bu acılar ne zaman duracak, bu acıların bitmesini kim veya ne sağlayacak soruları gündeme gelmektedir. Fakat basın yayın üzerinden görüşlerini izleyip dinlediğimiz devletlü zatlarımız bu konuda bir mutabakata, bir hep birlikte yol alma niyetine bürünmüş değillerdir.

Hakkâri’de 11 vatan evladını kaybettiğimizi basından öğrenirken aynı anda muhalefet partilerinden gelen açıklamaları hayretler içerisinde karşıladım. Sn. Bahçeli bu elim saldırılardan siyasi iktidarı sorumlu tutarken çiçeği burnunda muhalefet lideri Sn. Kılıçdaroğlu “açılım açılım dediler bu hallere geldik” diyerek Sn. Bahçeli ile aynı çizgide iktidar partisine yükleniyordu. Başbakan Erdoğan ise muhalefet liderlerine yanıt verirken, gelin hep birlikte yapalım çağrısını yineliyor ama bir yandan da siz bu işlerden anlamazsınız mesajını en sert üslubu ile yineliyordu. Dolayısıyla bu tablodan ortaya çıkan sonuç iktidarı ve muhalefeti ile Türkiye’nin ortak bir mücadele anlayışına sahip olamadığıdır. Aynı farklılıklar maalesef akademik çevrelere de tezahür etmiş durumdadır. Bazı akademisyenler meselenin sadece askeri boyutlarla çözümüne inanırken bazıları ise demokratik açılım sürecinin aklıselim ile değerlendirilip sürdürülmesinden yana tavır alıyorlar. Doğal olarak bu tabloda maalesef kazanan yine ve her zaman olduğu gibi bölücü terör ve bölücü terörü destekleyerek rant sağlayan çevreler oluyor. Beklentimiz herkesin aynı fikir etrafında kümelenmesi ve farklı bakış açılarının yok edilmesi değildir ancak terör örgütü ile ve terör ile mücadele ediliyorsa bu mücadelenin konunun uzmanı tüm taraflarca ve dünyadaki örnekleri de göz önüne alınarak değerlendirilmeye çalışılmasıdır.

Muhalefet ve muhalefet ağzı ile konuşan çevrelerin sanki terör sadece AK Parti iktidarı döneminde can yakmaya başlamış gibi yaklaşarak sadece siyasi iradeyi suçlaması ve iktidar partisinin de bu suçlamalar karşısında -aslında eşyanın tabiatı gereğince- kendini savunurken üslubunu haddinden fazla sertleştirerek muhalefeti bu süreçte katkı sağlamaya (zaten niyeti yokken) daha da uzaklaştırıcı ve dışlayıcı tavır takınması doğal olarak sokaktaki vatandaşın da terörün biteceğine dair umutlarını yok etmektedir. Terör meselesi ile ilgili hasbelkader teorik ve pratik anlamda çalışan hemen herkes bilmektedir ki terörle mücadelede en önemli üstünlük psikolojik üstünlüktür ve bu noktada halkın psikolojik desteği en önemli unsurlardan birini oluşturmaktadır. Bu noktada siyasilerin bir masa etrafında buluşamaması büyük sorun oluştururken diğer ve en önemli unsur ise medyanın rolüdür. Çeşitli uzmanlarca da dile getirildiği gibi maalesef medya bu konuda ciddi bir süreci başarısızlık ile sürdürmektedir. Haber verme özgürlüğü hakkı saklı kalmak kaydı ile televizyonlara yansıyan görüntüler ve gazetelerdeki fotoğraf ve yorumlar ciddi bir süzgeçten geçirilmelidir. Bu anlamda özellikle son saldırılarla birlikte televizyona yansıyan görüntülerden halkın psikolojisi olumsuz anlamda etkilenmekte ve ortaya çıkan algı terörü bile aşarak bir savaş halini yansıtmaktadır. Netice itibariyle bu algının yarar sağladığı tek yer yine terör örgütü ve terörün insanların psikolojisini olumsuz etkilemesinden nemalananlardır.

Netice itibariyle Türkiye zor bir süreçten geçmektedir. Bu zor süreç içerisinde iktidar muhalefet kavgasına kimsenin tahammülü kalmamıştır. Bundan önce anayasa değişiklikleri, özelleştirme meseleleri, yargısal meseleler v.b. konularda yaşanan kavgaların geri dönüşü mümkün olan meseleler olduğu ortadadır ancak terörle mücadelede kaybedilen canları geri getirecek hiçbir mekanizma bulunmamaktadır. Diğer yandan kaybedilen vatan evlatları her zaman söylediğimiz üzere milletvekili, bürokrat v.b. çocuğu da değildir. Bu durumun rahatlığı ile kendi siyasi gelecekleri açısından terör üzerinden kavga eden siyasilerin de terör sorununun çözümünü sulandırdıkları ve en ağır ifade ile memlekete ihanet ettiklerini belirtmek gerekmektedir. Sorunlar mutlaka konuşularak ve tartışarak çözülecektir ancak bu tartışmaların çözümü hedefleyen, sağduyuyu içinde barındıran tartışmalar olması çok önemlidir. Herhangi bir siyasetçiye mikrofon uzatılıp terör sorunu nasıl çözülür diye sorulduğunda, verdiği demecin siyasi rakip olduğu partiyi suçlamaktan öteye geçebilmesi ve somut öneriler içerebilmesi terör sorununu çözme niyetini taşıyıp taşımadığı yahut bu sorundan canının yanıp yanmadığını turnusol kâğıdı gibi bizlere göstermektedir. Milletimizin bu noktada, irade teslim ettiği siyasilerin hamasi söylemlerinden çok halkın çözüme dair umutlarını yeşertecek önerilere ve bu noktada sergileyecekleri inanca ihtiyacı vardır.

Terör gündemimize bugün girmemiştir. PKK terör örgütünün ilk gerçekleştirdiği Eruh saldırısından bu zamana kadar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yöneten siyasi iktidarlardan tutunda askeri yetkililere kadar herkes bu yükün altında kendini hissetmek zorundadır. Yaşanan maddi kayıplar belki tazmin edilecektir ancak yiten canların tazmini söz konusu olamayacaktır. Önemli olan bugünden sonra neler yapılacağının süratle tespit edilmesi ve yeni kayıpların yaşanmasının engellenebilmesidir. Bu bağlamda sorumluluk yetkililerdedir demek yeterli olmayacaktır. Terör sorunundan sadece canı yananların değil, bir bütün halinde tüm halkın, yetkilerini devrettiği makamları sorgulaması, baskı altına alması ve sorunun çözümü için ellerindeki imkânlar ölçütünde bu sürece katkı sağlaması gerekmektedir. Bu süreçte unutulmaması gereken önemli noktalardan birisi ise sürecin zor ve uzun olduğu ve yüksek sabır gerektirdiğidir. Çünkü terör bugün ortaya çıkmamıştır ve yıllar içinde karmaşık ve çok boyutlu ilişkiler kurmuştur. Dolayısıyla bu karmaşık ve çok boyutlu sorunun çözümünü de kısa vadede alabilmek pek mümkün değildir.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Eksen Kayması mı İktidar Kavgası mı?



Türkiye’nin Ürdün-Lübnan-Suriye ile serbest ticaret ve serbest vize uygulamasını öngören protokolün imzalanması ile birlikte alevlenen eksen kayması tartışmaları ile birlikte “Avrupa Birliği yerine Arap/Ortadoğu Birliği mi?” sorusu sorulmaya başlandı. Türk Dış Politikası’nda eksen kaymasına ilişkin tartışmalar daha öncede hararetle yapılmış ve bu konuda Dışişleri Bakanlığı’ndan tutunda Cumhurbaşkanı’na kadar yetkili tüm ağızlardan “eksen kayması” yaklaşımını doğru bulmayan ve böyle bir meselenin olmadığını belirten yorumlar yapılmıştı .

Eksen kayması tartışmalarının yapılmasının akademik üslubu geliştirmek ve yaşanan gelişmeleri tekraren analiz ederek anlaşılır kılınmasını sağlamak açısından yararlı olduğu kanaatindeyim. Türk Dış Politikası yapım süreci ve uygulama aşaması, farklı bakış açılarına sahip uzman ve akademisyenler tarafından mutlaka sorgulanmalı ve olumlu/olumsuz eleştirilerle desteklenmelidir. Ancak Türkiye’de yaşanan tartışmalara bakıldığında meselenin üzüm yemekten ziyade bağcı dövmek anlayışı etrafında geliştiği görülmektedir. Türkiye’nin Ortadoğu ile ilgili yaptığı her yeni hamlede “Arap Birliği” başlığı altında uzayıp giden tartışmalardan, “Türkiye’nin Filistin’de ne işi var?” gibi sorulara kadar artan eleştiriler gerçeği yansıtmamakla birlikte “eksen kayması” kavramı etrafında akıllara başka bir soruyu getirmektedir. Acaba “eksen kayması” var diyerek Türk Dış Politikası üzerinden iktidar partisine karşı farklı bir cephe açmak isteyenler mi var ve bu kişilerin “eksenleri” ile iktidar partisinin “ekseni” mi farklı? Şüphesiz iktidar partisine karşı cephe açanların eksenleri ile iktidar partisinin ekseni bir değildir ancak biraz içeriye dönerek meseleye somut örneklerle baktığımız zaman ortada kocaman bir çelişki olduğunu görebiliriz.

Türkiye’nin temel dış politika karakteristiği “batıcılık ve statükoculuk” üzere kurulmuştur. Batıcılık hedefi noktasında Türkiye ikinci dünya savaşının sonunda batılı örgütlere (NATO, IMF) üye olmuş ve akabinde Avrupa Birliği serüvenine başlamıştır . Bugün bakıldığında Avrupa Birliği ile ilişkilerde en yüksek ivmeyi yakalayan AK parti iktidarı olmuştur. Avrupa Birliği üyeliği konusunda müzakere tarihi alan ve bugün müzakereleri inişli çıkışlı yürüten AK Partidir. Bugün AK Parti’yi Türkiye’nin eksenini doğuya kaydırmakla eleştiren ve hatta suçlayan çevrelerin Türkiye’nin çağdaşlaşma ve modernleşme konusunda en hassas çevreleri olduğu gerçeği karşımızda dururken bu çevrelerin AK Parti’nin Avrupa Birliği üyeliği sürecinde attığı adımları görmemesi ilginçtir. Aynı şekilde AK Parti’ye bugün “oynak dış politika”, “omurgasız dış politika” söylemleri üzerinden cephe açan çevrelerin Atatürkçülük ve laiklik konusundaki hassasiyetleri hepimizin malumudur . Peki, bu çevreler cumhuriyetin kuruş yıllarında ve akabinde Mustafa Kemal Atatürk tarafından gerçekleştirilen Balkan Antantı (1934) ve Sadabat Paktı (1937) için ne düşünmektedirler? Bilindiği gibi Balkan Antantı; Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya arasında, Sadabat Paktı ise yine Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında imzalanmış antlaşmalardır. Bu durumda Atatürk dönemi dış politika anlayışımızda “oynak ve omurgasız” bir zemine mi oturmaktadır? Meselenin bir başka boyutu ise bugün iktidar partisini dış politikada eksen kayması üzerinden eleştirenlerle daha dün Türkiye’nin yönü “Çin-Rusya-İran” eksenli bir Avrasyacılık olmalıdır diyenlerin kurumsal ilişkileridir. Türkiye’ye Avrasyacı bir politika önerenlerin kısa bir zaman öncesinde NATO ve ABD ittifakına olan bağlılıkları da bir başka çelişki oluşturmaktadır. Bu önermelerden çıkan sonuç ise “biz yaparsak iyidir onlar yaparsa olmaz” anlayışından başka bir şeyi yansıtmamaktadır. Peki, bugün Türk Dış Politikası’nda yaşanan gelişmeler nelerdir?

Türk Dış Politikası içinde bulunduğumuz yaz sıcağından daha sıcak gelişmelerin içerisinde bulunmaktadır. Brezilya ile Türkiye’nin diplomasi zaferi olarak tüm dünya medyasına yansıyan İran’la gerçekleştirilen protokol, İsrail’in Mavi Marmara filosuna saldırısı, Türk - Arap forumu, Asya’da İşbirliği ve Güven Arttırıcı Önlemler Konferansı (AİGK/CICA), İran’a yeni yaptırımlar öngören BM Güvenlik Konseyi Kararı ve Kırgızistan’da yaşanan etnik çatışmalar… Tüm bu gelişmeler bir ay kadar kısa bir zaman içerisinde yaşanan ve Türk Dış Politikası’nın doğrudan ilgilendiği meseleler. Bunların dışında kurumsallaştırılmaya çalışılan Afrika ülkeleri ile ilişkiler, Latin Amerika açılımı ve elbette devlet politikası halinde süregelen Avrupa Birliği ile ilişkiler… Kuş bakışı bakıldığında Türk Dış Politikası’nın dünya üzerinde ilgilenmediği noktalar kalmıyor gibi bir durumu görebilirsiniz. Bunu daha da somutlaştıracak bir veri olarak dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nun son bir yılda gerçekleştirdiği ziyaretlerin istatistiklerine bakmakta yarar var. Sayın Bakan, 83 kez yurtdışına çıkmış, 100 ülke ziyaret etmiş. Yurtdışında bir yıl içinde ikili görüşme sayısı 520, Türkiye’de kabul edip görüştüğü heyet sayısı 443. Geçen

hafta beş gün içinde 60 saati aşkın süre havada kalmış. Seyahatlerinin 46’sı Avrupa’ya gerçekleşmiş. Bu 46’ının 18’i Balkanlar. İran dahil Ortadoğu seyahatlerinin sayısı 27. ABD’ye sekiz, Latin Amerika’ya iki seyahati var. Kafkasya’ya beş kez gitmiş, Rusya ve Ukrayna’yı da dahil ederek Asya seyahatleri dokuz. Üç de KKTC seyahati . Tüm bu istatistiklerden çıkan netice Türkiye’nin ekseninin herhangi bir yere kaymadığını açıkça göstermektedir. Dış Politika yapımında ve uygulamasında en önemli ve birincil kurum dışişleri bakanlığı ve dışişleri bakanı olduğu gerçeğini bir kenara koyduğumuzda, sayın bakanın dünyanın hemen her yerine gerçekleştirdiği ziyaretler ile “eksenimiz Ankara ekseni, ufkumuz 360 derece” söylemi tutarlılık göstermektedir.

Sonuç olarak Türkiye’nin dış politikası nereye gidiyor, eksen mi kayıyor gibi soruların çok da yerinde veya iyi bir arka plana sahip olduğu söylenemez. Türk dış politikası parametreleri mutlaka değişmiştir ve bunun en önemli nedeni iktidarda AK Parti’nin olması değil, küresel sistemde yaşanan değişim ve gelişmelerdir. Ortadoğu coğrafyasında bir güç boşluğu olmadığı sürece Türkiye’nin orada rol alması, daha etkin olması beklenemezdi ki bu süreç soğuk savaşın bitişi ile başlamış ve ABD’nin Irak bataklığına saplanması ile belirgin bir hale gelmiştir. Bugün Ortadoğu’da mevcut sorunların çözümü için küresel liderliğini tartışmalı hale getirmek istemeyen ABD’nin en önemli müttefiki Türkiye olabilir. Çünkü Türkiye Ortadoğu bölgesine gerek tarihsel gerekse kültürel anlamda en yakın ve bu yakınlığına rağmen batılı demokrasilere entegre olabilmiş, laik ve Avrupa Birliği sürecinde insan hakları ve özgürlükleri konusunda nispeten gelişmiş bir ülke olarak hem batıyı anlayabilen hem de doğuya örnek olabilen bir ülke konumundadır. Doğulu ve batılı özelliklerini kullanarak bölgeyi çatışmalardan ziyade bir barış havzasına dönüştürebilecek tek aktör Türkiye’dir ve bu özellikleri oranında Ortadoğu coğrafyasında etkinliği artmaktadır. Benzer şekilde Türkiye Kafkaslarda ve Balkanlarda da roller üstlenmektedir. Dolayısıyla Türkiye yeni dünya sistemi üzerinde daha aktif ve büyük bir rol üstlenmektedir. Bu rolün adını eksen kayması olarak niteleyenler ise henüz soğuk savaş algısının hakim olduğu ve maalesef içerideki iktidar mücadelesine dış politikayı da dahil eden çevrelerdir.