15 Ağustos 2010 Pazar

Referanduma Doğru 3

2 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilecek referandum için “12 Eylül 1982 anayasasına göre daha iyi bir yapı ve kapsamlı bir başlangıç olacağı için “evet” oyunu hak eden bir referanduma gidiyoruz” demiştim. Yapılacak anayasa değişikliklerinin can alıcı 3 tanesi olan; Anayasa Mahkemesi, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu ve Askeri Yargıtay ile ilgili kısımlarına ilişkin ise düşüncemi ise “Eğer Anayasa Mahkemesi, HSYK, Askeri Yargı gibi konularda herhangi bir değişiklik olmasaydı, bu anayasa paketi de 1982 anayasasına daha önce yapılan yamalar ile aynı etkiyi yapacaktı. Yani 1982 anayasasının darbe ve asker kokan taraflarını alıp götürmeyecekti ” ifadelerine sığdırmıştım. Bu iki ifademi birleştirdiğimde ise varmaya çalıştığım nihai yer “darbe – asker kokusu ve yargı vesayetinden arınmış kapsamlı bir başlangıç” olarak karşımıza çıkıyor. Bu başlangıcın esas adı “yepyeni sivil bir anayasa”dır. Çağımızın evrensel normları ışığında, mutlaka herkesin beğenmeyeceği ancak güçlü bir uzlaşı ile oluşturulacak, temelinde herhangi bir ideolojinin yahut ideolojiciğin olmayacağı, temelini insan hakları ve özgürlüklerin oluşturacağı bir anayasa.

Peki, gerçek niyetimiz yeni bir anayasa yazmak ise neden bugün yapılacak değişiklikleri bu kadar önemsiyoruz? Hiç değiştirme gereği duymadan oturup sil baştan yapamaz mıydık? Maalesef yapamadık, yaptırmadılar, yaptırmayacaklardı. Türkiye yeni bir anayasayı ilk kez bugün tartışmıyor, bir önceki yazımın sonunda da belirttiğim gibi Prof. Dr. Ergun Özbudun –Venedik Komisyonu üyesidir- başkanlığında oluşturulan komisyonca hazırlanan taslak daha ortaya çıkmadan bugün referanduma “hayır” diyecekler tarafından yok sayılmış ve AK Parti anayasası olarak ilan edilmişti. Burada yaman bir çelişkiyi de belirtmem gerekecek. Venedik Komisyonu, Avrupa Konseyi’nin anayasa hukuku konularında danışma organı niteliği taşımaktadır. Yani Venedik Komisyonu “çağdaş, modern” dünyayı önemsediğini her fırsatta dile getiren çevreler için rehber konumunda olması gereken bir yapıdır. Hatta Büyük Önder Atatürk’ün çağdaşlık hedefi noktasında rehber edilesi bir kurumdur. Prof. Dr. Ergun Özbudun ise Venedik Komisyonu’nun Türkiye’den olan tek üyesidir. Ama ne hikmetse bugün “çağdaş, modern” çizgiyi benimsediğini iddia edenler, Venedik Komisyonu üyesi bir akademisyenin başkanlığını yaptığı komisyonca hazırlanan taslak anayasaya metnini de, bugün yapılacak değişiklikleri de benimsememekteler. Yine benzer şekilde Türkiye’nin eksenini doğuya kaydıranlar, Ortadoğululaşıyoruz, Arap dünyasının bir parçası haline geliyoruz diyenler, yapılacak anayasa değişiklikleri ile ilgili “modern” Avrupa’nın yorumlarına kulaklarını tıkıyorlar. Avrupa Komisyonu'nun ve Venedik Komisyonu’nun yapılacak anayasa değişiklikleri ile ilgili yorumlarının “olumlu” yönde olduğunu biliyoruz. Hal böyle olunca referanduma “hayır” diyenlerin (siyasiler ve çıkar grupları dışındaki sıradan vatandaşı kastetmiyorum) hangi perhizle lahana turşusu yediklerini anlamak çok zor. Çelişkiler ile konuyu daha fazla dağıtmadan neden tümden değişiklik, yeni bir anayasa isterken, bu paket değişikliği benimsediğimizi tartışalım. 26 Maddelik bir değişiklik önümüze geldiğinde ortaya çıkan tabloyu düşünün ve acaba sıfırdan bir anayasa çalışması içine girilseydi neler olurdu? Yeni sivil bir anayasa yapma girişimi yaşadığımızı da unutmayın. Eğer AK Parti yeni bir anayasa yazmak için bir girişimde daha bulunsaydı acaba hangi siyasi parti buna yeşil ışık yakacaktı? Denenmiş bir süreç olduğu için bu kadar kesin konuşuyorum, biz Türkiye’nin bu kutuplaşmış ortamında yeni bir anayasayı yazmak bir kenara, tartışmayı bile beceremezdik. Türkiye kutuplaştı, anayasa yazacak ortam yok, AK Parti tek başına bu işi yapamaz, gibi savlarla Türkiye’nin Avrupa Birliği uyum sürecinden tutunda demokratikleşme ve modern dünyaya adapte olma ile ilgili olan bu sürecini durdurmalı mıyız? Neticede AK Parti’de bu ülkenin insanları tarafından seçilmiş ve tek başına iktidar olmuştur. AK Parti bu işi yapamaz demek bu partiye oy vermiş bu kadar insana bir anlamda hakaret etmek olmuyor mu? Tabii ki AK Parti dışındaki siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları bu sürece dâhil edilmelidir ve bu yol da bizzat AK Parti tarafından denenmiştir. Ancak bu girişime verilen cevaplar her defasında olumsuz olmuştur. Ana muhalefet partisi ve mecliste grubu olan tüm partiler bu sürece karşı durmuş ve anlamsız bir tavırla kendilerince bu işin nasıl olması gerektiğini dahi söylemeyerek “iktidara gelince çözeceğiz” gibi yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Böyle bir ortamda da AK Parti bir şeyler yapmak isteyen, diğerleri de birşey yapmamaktan yana tavır sergileyenler konumuna düşmektedir. Dünya hızla dönerken, ekonomik, siyasi, kültürel süreçlerin takibinin bile zorlaştığı bu ortamda hiçbir şey yapmamak üzere bir anlayışı kabul etmek imkânsıza taraf olmaktan başka bir şey değildir. O halde hiçbir şey yapmamaktansa az da olsa bir şeyleri yapabilmeye taraf olmanın daha rasyonel olduğunu düşünerek, yeni bir anayasa yazamıyorsak bile önemli değişim getiren anayasa değişiklik paketine evet diyerek az bir şey de olsa somut olarak bir şey yapabiliriz.

Eksikler dile getiriliyor. Neden YÖK ile ilgili herhangi bir adım atılmadığı, dokunulmazlıkların neden paket de yer almadığı, seçim barajının neden düşürülmediği sorgulanıyor. Demokrat bir kimlikle hepsinin eksiklik olduğunu mutlak surette kabul ediyorum. Hatta çok daha kapsamlı işler yapılabilmeli. Mesela laik olduğunu iddia ettiğimiz bir ülkede neden diyanet işleri başkanlığı var? Eğer olacaksa neden sadece suni müslümanlık odağında çalışıyor? Seçim barajı kadar önemli bir diğer sorunumuz da siyasi partiler kanunu değil mi? Parti içi demokrasinin esamisinin okunmadığı bir gerçek değil mi? Başörtülü gençlerimizin üniversitelere halen daha giremeyişi bir vebal değil mi? … Bu soruları ve sorunları uzatabiliriz. Mutlaka çok eksiğimiz var ve temennimiz kısa vadede hepsinin çözümünü gerçekleştirebilmektir. Ancak iktidarda kalmaması için türlü oyunun yapıldığı bir AK Parti gerçeği ortadayken, bu partinin kendi konumunu zayıflatacak adımları atabilmesinin zorluğunu da görebilmeliyiz. Tabii ki iktidarda güç bela tutunan bir AK Parti gerçeği ile birlikte Türkiye’nin sorunlarını konuşmaktan uzak, taşın altına elini sokmaktan çekingen diğer tüm odakların da sorumluluğunu hatırlatmalıyız. 12 Eylül 2010 Pazar günü sandıktan çıkacak %58-62 dolaylarında “evet” oyu ile birlikte tüm eksiklerimizi, tüm sorunlarımızı daha kolay çözebilmek adına güçlü bir adım atmış olacağız.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Referanduma Doğru 2

12 Eylül 2010 tarihli referandum için 1982 anayasasından daha ileri bir yapı getireceği ve kapsamlı bir başlangıç ifade edeceği için “evet” oyunu hak ediyor demiştim. Bu yazımda da bahsi geçen “ileri yapı” ve “kapsamlı başlangıç” söylemleri ile ne anlatmak istediğimi “kamusal yarar” temelinde ele alarak “evet” oyu vermek için hangi gerekçelere sahip olduğumu anlatmaya çalışacağım. Anayasa değişiklik paketi ile ilgili tartışmaların siyasi mülahazalardan ziyade vatandaşa sağlayacağı faydalar -kamusal yarar- etrafında gelişmesi gerekiyor. Kamusal yarar ise kabaca; vatandaşın yönetime daha aktif katılabilmesini sağlayabilmek, bireyin birey olmasından ileri gelen haklarını hukuk ile güvence altına almak, 21. yüzyıl dünyasının koşulları gereğince bireyi alabildiğine özgürleştirmek ve devlet için birey mantığı yerine birey için devlet anlayışını oturtabilmekle ilgilidir. Tüm bu saydıklarımız ise devletin demokratikliği ile doğrudan ilgilidir. İşte bu noktada yapılacak referandumdaki değişikliklerin Türkiye demokrasisinin daha ileriye götürüp götürmeyeceği önem kazanıyor. Önümüzdeki referandumda oylanacak anayasa değişiklikleri ile nelerin değiştiği bu noktada önemli. Bu yazının esas hedefi olmadığı için hangi maddede ne değişiyor kısmını yazmayacağım. Merak edenler karşılaştırmalı bir analizi Ak Parti’nin internet sitesinde bulabilirler. Akıllara neden Ak Parti sitesini önerdiğim sorusu gelmemesi için belirtmeliyim ki Ak Parti’den başka herhangi bir siyasi parti böyle bir çalışma yapmamış. Yapılacak değişikliklerin şahım adına en önemlileri üzerinde duracağım ve bunların “kamu yararı” adına neler ifade ettiğini anlatmaya çalışacağım.

Anayasa Mahkemesi ile ilgili yapılacak değişiklikler ile mahkemenin hem yapısı hem de işleyişinde vatandaş lehine değişikliklere gidildiğine inanıyorum. Üye sayısı 11’den 19 a çıkarılıyor ve bu üyeliklere yükseköğrenimini tamamlamış 2 vatandaş da seçilebilecek. Ayrıca seçilen üyelerin görev süreleri 12 yıl ile sınırlandırılıyor ve bir kişinin 45 yaşından başlayarak 65 yaşına kadar 20 yıl gibi uzun bir süre için Anayasa Mahkemesi üyesi olması durumu sona eriyor. Üye seçilebilme yaşı yine 45 ancak görev süresi 12 yıl olarak tespit ediliyor ve bir kişi ikinci kez seçilemiyor. Böylelikle anayasa mahkemesi üyeleri neredeyse bir nesil boyunca aynı kalmayacak. Diğer önemli bir husus ise Türkiye’ye ciddi anlamda zarar veren bir uygulamanın önünü kesmek için yapılıyor. Böylelikle her vatandaş anayasal haklarının kamu gücü tarafından ihlal edildiği savı ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmek yerine önce Anayasa Mahkemesine başvuracak. Anayasa Mahkemesi ile ilgili önemli bir gelişme de üye sayısındaki artış ile birlikte TBMM’nin de 3 üye atamasında doğrudan etkili olabilmesidir. Demokratik teamüller işleyecekse, halkın iradesi yasamaya da yansıyacaksa, bu dolaylı yoldan da olsa parlamento tarafından 3 üye belirlenmesi ile yeni paketin getirdiği önemli bir husustur. Bilindiği gibi Anayasa Mahkemesi mevcut yapısı ile yetkilerini aşan kararlar verdiği gibi, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” felsefesini hiçe sayarak TBMM’den üst bir otorite konumuna gelmişti. Yapılacak değişiklikler ile milletin iradesinin yüksek mahkemeye daha çok yansıyacağı düşünüldüğünde bu değişikliğin “kamu yararına” olduğunu söyleyebiliriz.

Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu ile ilgili referandumda oylayacağımız değişiklik ile birlikte HSYK’nın üye sayısı 21’e yükseliyor. Mevcut yapıda üyeler Cumhurbaşkanı tarafından Yargıtay’dan 3 üye ve Danıştaydan 2 üye olarak atanıyordu. Dolayısıyla Hakim ve Savcıların kaderi sadece Yargıtay ve Danıştaydan atanmış üyelerin Adalet Bakanı ve Müsteşarının da doğal üyesi olduğu bir yapı ile belirleniyordu. Yeni düzenleme ile birlikte kaderleri belirlenecek hakim ve savcıların kendi aralarında yapacakları seçim ile gönderekleri 10 üye de HSYK’da yer alacak. Bunların dışındaki üyeler de Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay içerisinden kendi belirleyecekleri kişilerden oluşacak. Dolayısıyla HSYK’nın yeni yapısında Cumhurbaşkanı’nın nihai belirleyici olma ve üyelerinin sadece Danıştay ile Yargıtay’dan seçilme durumu sona ermiş olacak. Bu değişiklik de hakim ve savcılar üzerinde belli bir otorite olması yerine daha katılımcı, daha demokratik bir yapının görev almasını sağlamış olacak. Ayrıca kurulun meslekten çıkarma ile ilgili kararları da yargı denetimine açık olacak.

Anayasa Mahkemesi ve HSYK yapısı ile ilgili değişiklerin “kamu yararı” içeren bir boyutu da toplumun tüm kesimlerinden bireylerin bu iki önemli kurumda yer alabilme şansının ve yolunun açılmış olmasıdır. Türkiye’de özellikle son dönemde ortaya çıkan senin yargıcın benim mahkemem durumlarının sona ermesi, daha sağlıklı ve katılımcı bir yargı mekanizması kurulması açısından her iki kurumun da yapısında gerçekleşecek değişiklikler “kamu yararı” yönündedir. Özellikle Anayasa Mahkemesi tarafından çoğunluğu Müslüman bir ülkede yaşam tarzı olarak “başörtüsü yahut türbanı” kendisinin ayrılmaz bir parçası hisseden insanların üniversitelere özgürce girebilmesini içeren kanunun engellendiği düşünüldüğünde, mevcut yapının toplumun tümünü kucaklayamadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Bunun nedeni de Anayasa Mahkemesi’nin belli bir yaşam tarzına karşı olan bireylerden oluşması ve netice itibariyle ayrıcalıklı bir yapı oluşturmalarıdır.

Türkiye’nin demokratikleşmesi ve sivil siyasetin etkin hale getirilerek seçilmişlerin üstünlüğünün sağlanması adına bir başka gelişme ise Askeri Yargıtay ve Askeri Mahkemelerle ilgili anayasa değişikliğidir. Askeri Yargıtay’ın kuruluş, işleyiş ve üyelerinin özlük haklarına ilişkin düzenlemeleri konusunda mevcut metinde yer alan “askerlik hizmetinin gereklerine göre” ifadesi çıkarılarak, sadece mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı gözetilerek gerçekleştirilmesi öngörülmektedir. Buradan anlamamız gereken sivil mahkemeler ile askeri mahkemeler ve işleyişleri arasında herhangi bir ayrım gözetilemeyeceği ve Askeri Yargıtay dahi olsa onun da bağımsız mahkemeler ve hakimlik teminatı ile düzenlenebileceği gerçeğidir. Kısacası bu madde ile kendi kendini kendi kuralına göre yargılama keyfiyeti sona erecektir. İkinci bir düzenleme de Askeri Yargı başlığı altındaki 145. maddede yapılarak sivillerin askeri mahkemelerde savaş halleri haricinde yargılanmasının engellenmesidir. Aynı madde içerisine, “Devletin güvenligine, anayasal düzene ve bu düzenin isleyişine karsı suçlara ait davalar her halde adliye mahkemelerinde görülür.” İbaresi eklenerek askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının da önü açılmaktadır. Peki, bu değişikliklerin “kamu yararı” ile ilgisi nedir? Bu değişiklikler ile birlikte asker ile sivil arasında tam bir eşitlik sağlanmakla birlikte Türkiye tarihinin acı gerçeği olan askerin yönetime el koyması ve ayrıcalıklı pozisyonunu koruması engellenmek istenmektedir. Özellikle son dönemde yaşanan gelişmeler göz önünde tutulduğunda herkesin kanun önünde eşit olması gerekliliği ve devletin bağımsız mahkemelerinde yargılanabilmesi, çağırıldığında mahkeme karşısına çıkması zorunluluğu bu değişiklikler ile bir nevi teminat altına alınmak istenmektedir. Demokratik bir ülkede herkes kanun önünde eşit olabilmeli ve hesap verebilmelidir. Sokaktaki vatandaş ile Genelkurmay başkanı yahut Başbakan arasında T.C. Vatandaşlığı noktasında eşitlik olduğu unutulmamalı ve her vatandaş kanun önünde hesap verebilmelidir. Bu anlamda yapılacak değişiklikler içerisinde yer alan Genelkurmay Başkanı’nın yüce divanda yargılanabilmesi gelişmesi çok önemlidir. Mevcut durumda Genelkurmay Başkanı’nı yargılayabilecek herhangi bir mercii bulunmamaktadır. Başbakan ve Bakanlar Yüce Divan’da yargılanabilirken Genelkurmay Başkanı kendisinde üst rütbeli bir subayın olmaması teamülü ile yargılanamamaktadır. Yapılan değişiklikler ile Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve Meclis Başkanı da Yüce Divan’da yargılanabilecektir. Dolayısıyla kanun önünde seçilmişler de atanmışlar da aynı yerde yer alabilecekler. Bunun da demokratikleşme ve dolayısıyla kamu yararı açısından önemli bir gelişme olduğunu düşünüyorum.

“Hayır” cephesinin en çok önem verdiği ve bu maddeleri çıkarın “evet” diyelim dediği hassas konularla ilgili düşüncelerimi belirtmeye çalıştım. Ne demiştik, 12 Eylül 1982 anayasasına göre daha iyi bir yapı ve kapsamlı bir başlangıç olacağı için “evet” oyunu hak eden bir referanduma gidiyoruz. Eğer Anayasa Mahkemesi, HSYK, Askeri Yargı gibi konularda herhangi bir değişiklik olmasaydı, bu anayasa paketi de 1982 anayasasına daha önce yapılan yamalar ile aynı etkiyi yapacaktı. Yani 1982 anayasasının darbe ve asker kokan taraflarını alıp götürmeyecekti. O nedenle bu değişiklikleri yeni bir anayasa için kapsamlı bir başlangıç olarak görüyorum. Daha önce Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki komisyonca yepyeni bir anayasa yazmaya kalktığımızda “hayır” diyenler ile bugün “hayır diyenler aynı. Yepyeni ve sivil bir anayasa yapamadık diye bugün bizi daha ileri taşıyacak ve aslında Türkiye’nin 50 yılı aşkın devlet politikası olan Avrupa Birliği üyeliği konusunda önemli bir adım olacak değişikliklere “hayır” diyemiyorum. Yeni bir anayasa yazabilecek ortamı oluşturacağına inandığım için, eksiklerine rağmen 12 Eylül 2010’da “evet” diyeceğim. Eksik kısımlarını ise bir sonraki yazıda ele alalım.

3 Ağustos 2010 Salı

Referanduma Doğru 1

12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak referanduma yaklaşık 1 ay kadar var. Maalesef henüz birçok insan neyi neden oylayacağını tam olarak anlayabilmiş değil. Bunun en önemli sebebi yapılacak referandumun siyasi partiler ve medya üzerinden halka anlatılmaya çalışılması yerine “evet” ve “hayır” cephelerini oluşturup adeta büyük bir savaşa hazırlanılıyor izlenimi verilmesidir. Her gün televizyonlarda çeşitli tartışma programlarında birçok aydın, siyasetçi, akademisyen, yazar, kanaat önderi v.b. referanduma ilişkin görüşlerini ifade etmekteler. Küçük bir kısmı hariç genelindeki hakim hava; nesnellikten uzak siyasi bölünmüşlüğü körükleyen ve toplumu geren açıklamalar ile içinde bulundukları cepheye katkı sağlama eğiliminde. Kamu yararını ilk amaç olarak taşıması gereken medya bile siyasi partilerden daha fazla siyasi propaganda yapmakta. Maalesef reyting kamusal yarara tercih edilmiş durumda ve Erkan Yolaç’ın 80’li yıllarda çok popüler olan evet – hayır yarışmasını izler gibiyiz. Herkesi daha fazla geren ve zaten var olan toplumsal bölünmüşlüğü körükleyen “mutlak evet ya da mutlak hayır” cevabına sıkıştırılmış durumdayız. Nasıl ki bir zamanlar “Ergenekon Örgütü var” diyen AKP’li, “Ergenekon Örgütü yok” diyen CHP’li ise şimdi de “evet” diyenler ve “hayır” diyenler arasında böyle bir fişleme yapılmakta. Dışarıdan izleyen birisi bu tartışmaları herhangi bir genel seçim öncesi yaşanan tartışmalara benzetebilir. Oysa 12 Eylül 2010’da oy kullanacağımız referandumun başta siyasi partiler olmak üzere, medya, kanaat önderleri, akademik çevreler ve sivil toplum kuruluşları açısından temel tartışı alanı “kamu yararına olup olmadığı” olmalıydı. Peki, kamu yararını ne belirleyecekti? Zaten temel sorun da burada diyebiliriz. Türkiye’de egemen siyasi kültür ve Türkiye elitlerinin tartıştıkları nadir zamanlar dışında hep kendi çıkar ve menfaatleri olmuştur. Kamu yararı dediğimiz, halkın menfaatini ilgilendiren tartışmalar ülkemizde çok nadir yapıldığı için, bugün de referandumu siyasi bölünmüşlük üzerinden tartışmaya mahkûm edilmiş durumdayız. Dolayısıyla “evet”, “hayır” ve küçük olmakla birlikte “boykot” cephelerinden birine ait olduğunuzu düşünmeseniz bile bu seçeneklerden herhangi birini işaretlemekten başka şansınız olmadığı için siz de cephelerden birine ait edileceksiniz. Vatandaştaki sıkıntı ve ne yapacağını bilememe hali de sırf bu nedenden ileri gelmekte. İçerik olarak anayasa değişikliğini benimseyebilecek herhangi birisi AKP’li olmakla itham edilmekten de rahatsızlık duyabileceği için tartışmayı, konuşmayı bile kendisine zul saymakta. Aynı durum değişikliklere “hayır” demek konusunda kendini ikna etmiş ancak CHP veya MHP ile anılmak istemeyen vatandaş için de geçerli. Hal böyle olunca demokrasilerin olmazsa olmazı “istişare”, “fikir ve ifade özgürlüğü” herhangi bir kuralla yahut tehdit ile engellenmiş olmasa bile psikolojik olarak ciddi anlamda ortadan kalkmaktadır. Hali hazırda demokratik kültüre tam anlamıyla entegre olamamış, entegre olma yolunda özellikle son yıllarda ciddi adımlar atmaya çalışan Türkiye’de demokrasiyi iyileştirme yolunda bir adım olarak gördüğüm değişiklikler de partizan söylemlere ve kutuplaşmaya kurban ediliyor. Elbette herkes fikrini ifade etmekte hür ancak özellikle eş-dost akraba ilişkilerinin ve duygusallığın hakim olduğu ülkemizde referandumu tartışmak bile fazlasıyla gerginliğe neden olabiliyor.

Referandum süreci yukarıda bahsi geçen koşullar altında devam etmekte. Her şeye rağmen düne göre daha çok ifade özgürlüğü ve daha çok kendini ifade etme şansına sahibiz. Türkiye toplumsal ve siyasal kutuplaşma içerisinde demokrasisini de geliştiriyor. Artık bir evin içerisinden çok farklı ses ve değişik oylar çıkabiliyor. İletişim kanallarının muazzam gelişmesi ile birlikte her ne kadar provokasyonlar kolaylaşsa da insanların bilgiye ulaşımı da aynı oranda hızlanıyor ve böylelikle gerginlikten medet umanlar ile gerçek bilgiye kıymet verip kamu yararını önemseyenler arasındaki psikolojik savaş şiddetleniyor. Değişim sürecini bir türk filmine de benzetebiliriz. Önce kötü adamlar kazanacakmış zannedebiliyoruz, film başladığı dakikalarda kötü adam daha çok mesafe kaydediyor ama her ne olursa olsun filmin sonunda iyi adam, iyiler kazanıyor. Türkiye’deki değişim de darbelerle, provokasyonlarla baltalanmaya çalışılıyor ancak filmin sonunda kazanan Türkiye olacak. Önümüzdeki referandum da filmin kırılma noktalarından biri olarak tarihteki yerini alacaktır. En azından 1982 anayasasından daha ileri bir yapı getireceği, önemli ve kapsamlı bir başlangıç olacağı için “evet” i hak eden ama asla yeterli olmayan bir değişiklik ile karşı karşıyayız. Şahsi kanaatim “evet” yönünde, neden evet dediğimin detaylarını ise bir sonraki yazıya bırakalım.