29 Kasım 2010 Pazartesi

Wiki-Leaks: ABD'nin Yatak Odası ve Fantezileri

 Avustralyalı Gazeteci ve internet aktivisti Julian Assange’nin yöneticisi olduğu wikileaks internet sitesinin yayınladığı ABD Dışişleri Bakanlığı’na ait ve dış temsilciliklerden gelen kriptolu mesajları içeren belgeler tüm dünyanın olduğu gibi Türkiye’nin de gündemine oturdu.  Yayımlanan belgeler henüz tüm arşivin %3-4 lük kısmını oluşturuyor ve ilk bakışta yoğunluk olarak Türkiye ile ilgili belgelerin Irak ile ilgili olanlardan sonra ikinci sırada yer aldığını görüyoruz. Belgeler yayımlanmaya devam ettikçe bu durumda herhangi bir değişim olup olmayacağını göreceğiz ve karşımıza ne gibi sürprizler çıkacağını henüz bilmiyoruz ama şu ana kadar yayımlananlar olağanüstü denilecek kadar sürpriz bir içeriğe sahip değil. Amerikalı diplomatların gizli ibareli mesajlarının internet kanalıyla tüm dünyaya yayılması elbette ilk kez yaşanıyor ve olağanüstü bir durum ancak içerik olarak Türkiye medyasının abarttığı kadar olduğunu düşünmüyorum.
Evraklara kabaca bakıldığı zaman görülen ilk şey Amerikalı veya Yabancı Diplomatların Türkiye’deki gelişmeler ile ilgili izlenimlerinin bizim uluslararası ilişkiler uzmanlarımızdan pek de farklı olmadığı, “vay be Amerikalılar böyle düşünüyormuş” gibi şaşılacak bir tepki uyandırmadığıdır. Yaklaşımlarda mutlaka farklılıklar olmuştur, olacaktır. Ancak Dış Politika yapım süreci dediğimiz olgu da zaten bu farklılıkları görebilmek ve politikanızı buna göre dizayn etmeye çabalamak, optimum noktada buluşmaya çalışabilmektir. Dolayısıyla Türkiye’nin dış politika yapıcıları da bu faktörü göz ardı etmemekte ve attıkları adımların dışarıda nasıl algılanacağını da hesaba katmaktadırlar. Örneğin Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu ile ilgili Neo-Osmanlıcı tabirini biz ilk kez wikileaks evrakları ile öğrenmiyoruz. Yahut Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasında iki önemli güç olan Suudi Arabistan ile İran’ın yanı sıra yeni aktör olma hevesini (ve hatta artık olduğunu) bu durumun İran’ı frenleyeceği senaryosunu da birçok uzmanımızdan daha önce defalarca dinlemiştik. Ya da bir neo-con Amerikalının, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun deli ve tehlikeli (crazy – dangerous) olduğunu düşüneceğini de kestirmek çok da güç olmasa gerek. Sıfır problem diyen bir insana, dünyada savaş ekonomisinin öncülüğünü yapan birilerinin deli ve tehlikeli demesi kadar doğal bir şey olmasa gerek. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül arasında gizli bir çekişme yaşandığı iddiasını da ilk kez duymuyoruz. Mesele sadece Türkiye ile ilgili değil. Mesela İsrailli bazı yöneticilerin Türkiye’de askerin etkisinin azaldığını söyledikleri de wikileaks yokken hepimizin malumu değil miydi? Suudi yönetiminin İran’a bakış açısının hiçte naif olmadığını öğrenmek de wikileaks belgelerinin hayatımıza yaptığı bir katkı olmadı. Aslında bunları haberleştirirken “şok, flaş” gibi ibareler kullanılmasına şaşırmak gerekiyor. Çünkü bahsettiğimiz haberlerin hemen hepsini Washington’a ileten diplomat, tüm bu bilgileri Türkiye’de veya görev yaptığı ülkede gerçekleştirdiği görüşmeler ve izlenimler üzerine derleyip gönderiyor. Wikileaks ile öğrendiğimiz şeyler olmadı demek de doğru olmayacaktır. Azerbaycan lideri Aliyev’in Putin ile Medvedev hakkında konuşurken söylediği “iki kelle bir tencerede pişmez” şeklindeki Azeri deyimi ve dünya liderlerine takılan ilginç lakapları öğrenirken, diplomasinin de bir insan davranışı yansıması olduğunu gözler önüne seren dedikodu jargonuyla da yapılabildiği gerçeği gibi bazı farkındalıklara ulaşmadık değil. Wikileaks belgeleri dalgalandırıcı etkisini sürdürmeye devam edecektir. İç politika açısından etkileri de olması yüksek bir ihtimal çünkü bazı kabine üyeleri hakkında çeşitli iddialar mevcut. ABD açısından ise wikileaks ile ilgili ilk tepki Dışişleri Bakanı Clinton’ın açıklaması ile yapılarak konunun kapatıldığını söyleyebiliriz. Hillary Clinton, üzgün olduklarını, bu belgelerin ABD’nin politikalarını yansıtmadığını ancak diplomatlarının çalıştığını gösterdiğini söyleyerek, hem bakanlık personelini korudu hem de mesajların içeriklerinin Washington’u bağlamadığını iletti.
Netice itibariyle, diplomasinin devletlerin yatak odası olduğu düşünüldüğünde ve diplomatların da bu yatak odasının aktörleri gerçeği ortadayken, ABD’nin yatak odasında epey çalıştığı ve Amerikalı diplomatların da hangi fantezileri kurgulayıp yaşadıkları gözler önüne serilmiş oldu. Bu gelişmeler ile dış politika yaklaşımları, ABD’nin diğer ülkeler ile ilişkileri, Türkiye’nin pozisyonu ve benzeri şeyler de değişiklik olacağını beklemeyelim. 11 Eylül Dünya’da paradigma değiştirmiş olabilir ama wikileaks bunu yapabilecek gibi görünmüyor.

9 Kasım 2010 Salı

Atatürkçülük Meselesi

Bugün tatil olacak mı? Yarım gün mü tatil yapacağız? Resmi kurumlarla işimiz var, acaba çalışıyorlar mı? … gibi soruların nedeni 10 Kasım olmamalı diye düşündüğüm için klavyenin başına geçtim bir kez daha.

Şahsen pek anlayamadığım yas şekillerimiz var. Evet, bugün Büyük Lider, Cumhuriyeti kuran kadronun orkestra şefi, Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 72. Yıldönümü ve değerli şahsiyeti rahmet ve derin bir saygı ile anıyorum. Bakıyorum sosyal paylaşım siteleri daha bugünden çeşitli video, fotoğraf ve söz yazı ile kuşatılmış durumda. Bu çok doğal ve gerekli de bir yaklaşım. Alelade bir futbol maçı ile ilgili video bombardımanına tutulurken böylesi önemli bir şahsiyetin ölüm yıldönümünde onunla ilgili paylaşımlar yapılması çok normal ve gerekli. Ancak bunun da bir sınırı olabilmeli diye düşünüyorum. İşte burada anlamsız yas tutma halleri karşımıza çıkıyor. Geçtiğimiz günlerde bir organizasyon planlaması yapılırken bir arkadaş soruyor, “10 Kasım’da acaba devlet kurumları telefonlara cevap verir mi?” Bir diğeri “belki sabahtan ulaşamazsın ama öğleden sonra mutlaka yardımcı olurlar” şeklinde cevap veriyor. Bir başka dost meclisinde ise “Atatürk keşke biraz daha yaşasaydı bak o zaman ülke bu hallerde olur muydu?” mealinde bir cümle işitiyorum. Daha bir ilginç örnek ise bugün halen daha Atatürk olsa şöyle olurdu böyle olurdu gibi konuşulması ve Atatürk üzerinden bazı betimlemeler ile mevcut siyasi ortamın ilişkilendirilmesidir.
Yukarıda söylediklerim bu yazının okurlarının büyük çoğunluğuna saçma geliyor olabilir. Hatta biraz daha işi abartıp “işte böyle Atatürk’ü belleklerden silmek istiyorlar” diyenler de çıkacaktır. Bunu anormal karşılayıp sizlere düşman falan kesilmeyeceğim. Lakin “önyargıları kırmak atomu parçalamaktan zordur” demiş Albert Einstein. Ben yılmadan usanmadan derdimi anlatmaya devam edeceğim. İnanıyorum ki Mustafa Kemal de böyle yapmıştı. Peki benim derdim ne? Ben değerli şahsiyetlerin ölümleri ile birlikte düşünceleri de öldü demiyorum. Mutlaka büyük eserler bırakan insanları sık sık anmak, geçmişten dersler de çıkarmak gerekmektedir. Ancak bu bağlılığın, bu anış halinin bir taassuba dönüşmesine tamamen karşıyım. Ülkemizde Atatürk’ü anma günlerinde heykellerinin karşısına geçilip baş sallamak vesilesi ile ona saygı duyduğunu ve onu özlediğini düşünen insanlarımıza bir çağrı yapmak istiyorum. Atatürk’ü anlamak demek 10 Kasım günlerinde hatırlamak değildir, Atatürk’ü anlamak onu tanımaya çalışmakla başlar. Bunun için de okumak araştırmak ve en nihayetinde değerlendirmek gereklidir. Bugün bu fırsatların daha çok olduğu da bir gerçektir. Çünkü bilgiye ulaşmak hem çok kolay hem de bilgiyi paylaşmak ve konuşmak da eskisi kadar ürkütücü değildir.
Bir de müzmin çelişkilerimize değinmek gerekiyor. Mesela Atatürkçü olduğunu söyleyip sabahtan akşama kadar Türkçeyi bile doğru düzgün konuşmayı beceremeyen, genellikle sosyal paylaşım alanlarında kendilerine göre jargon üretenlere ne demeli? Şimdi bu zat-ı muhteremler(!) iki video paylaşıp bir Atatürk fotoğrafı ile kendilerini süslediklerinde Atatürkçü olacaklar mı? Başka bir boyutu ile düşünelim. Ülkenin emanet edildiği gençliğe bakalım. Kahır ekseriyeti kendini Atatürkçü olarak tanımlayacaktır. Peki, Atatürkçü olmak demek lafla peynir gemisi yürütmek demek mi? Şahsen bu konuda tevazu gösteremeyeceğim. Elimize aldığımız iş ne olmuşsa mümkün mertebe yerine getirmek için çabaladık. Bugün uluslararası ilişkiler çalışmaları üzerine odakladığımız gençlik platformumuz TUİÇ, başarılı çalışmalarını sürdürmeye devam ediyor. Fakat her ne hikmetse her fırsatta Atatürkçü düşünceye bağlılık yahut Atatürk’ü sevmek ya da sevmemek üzere sorgulanıyoruz. İşin komik boyutu, Atatürkçü olduklarını iddia edip bizlerin Atatürk sevgisini sorgulayanların Atatürkçülük üzere bilgileri de fena halde eksik, yaşam içerisinde edindikleri tavırlar da bir o kadar şahsiyetsiz. Bir başka mesele de Atatürk’ü sevmek yahut sevmemek üzere kısır tartışmalara maruz bırakılmak. Kimse kimseyi sevmek zorunda değildir, saygı ise zaruridir diye kırk bin kere söylesek de bunu değiştirmek, bu kısır ve anlamsız tartışmalardan uzaklaşmak konusunda muvaffak olabilmiş değiliz.  
Evet, bugün 10 Kasım, Atatürk’ün ölümünün 72. Yıldönümü ve Türkiye Cumhuriyeti yıllardır dillere pelesenk olmuş “Cumhuriyet elden gidiyor” sloganına rağmen dimdik ayakta. Kimileri bu fikrime malum iktidar partisi nedeniyle katılmayabilir ancak iktidar dediğimiz şey Mustafa Kemal’in de söylediği gibi kayıtsız şartsız millete aitse, başka seçeneğimiz yok arkadaşlar. Cumhuriyet elden gidecek paranoyasına sarılmaktansa alternatif politikalar geliştirmek gerekiyor, cumhuriyet düşmanları deyip birilerini işaret etmek yerine cumhuriyet için çalışmak, üretmek ve en önemlisi cumhura yani halka güvenmek gerekiyor. Son söz olarak belirtmek istiyorum, Mustafa Kemal Atatürk’ü rahmet ve saygıyla anıyoruz. Yetmez mi, ille şekille mi olmalı. O zaman vakti zamanında yaptığımız bir Anıtkabir ziyareti fotoğrafımızı da yayımlayalım.      
2008 Anıtkabir Resmi Ziyareti - ÇOMÜ UİT Başkanı Burak YALIM

4 Kasım 2010 Perşembe

Savaşma Konuş, Konuşarak Barış!


Son dönemde “Kürt Sorunu” ile ilgili önemli gelişmeler yaşanıyor. Radikal Gazetesi’nin başlattığı  “Savaşma Konuş! Diyen beş yüz bin Radikal Aranıyor”* kampanyası bu anlamda önem verilmesi gereken bir tavır. Radikal Gazetesi gerek bu kampanya gerekse yayımladığı yazılar ile sürece pozitif yönde katkı sunmak ve çözüme ulaşmak yolunda bir kilometre taşı olmak için büyük çaba sarf ediyor. Bu çaba tek başına anlamlı olmakla birlikte eksik kaldığını belirtmek gerekir. Zaten Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can Sağlık da kampanya ile ilgili Ankara’nın (iktidar, muhalefet, cumhurbaşkanlığı, diğer siyasi partiler) nabzını yokluyor ve görüşmeler gerçekleştiriyor.
Demokratik Açılım başladığında olumsuz manada önemli refleksler ile karşılaştık. Fakat bu reflekslere rağmen Türkiye’de “Kürt Sorunu”  konusunda algı, üslup ve yaklaşım inanılmaz şekilde değişti. Ancak halen daha CHP ve MHP’nin konuya ilişkin tavırlarında bir değişme yahut netlik bulunmamakta. Bu durum meselenin halli için önemli bir sorun oluşturuyor. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu eğer Önder Sav kliğini aşarsa konu ile ilgili daha yumuşak, daha yapıcı bir tavır sergileyebilecektir belki ama MHP’nin tutumunda bir değişiklik olmaması sürecin nihayete ermesi hususunda kaygı veriyor. Çünkü Kürt Sorunu çözülecekse, Türk Milliyetçiliği ve Kürt Milliyetçiliği kaybedecektir. Geçtiğimiz günlerde İzmir’de gerçekleştirilen TUİÇ İzmir Kongresinde MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural da konuşmacıydı. Vural konuşmasında biz milliyetçi bir partiyiz ve Türkiye’nin belirleyeceği politikalarda “asli unsur” göz ardı edilmemelidir diyordu. Sayın Vural’ın “asli unsur” ile kastettiği sanıyorum ki Türk etnik kimliğidir. Milliyetçi bir partiyiz ve asli unsura önem veririz ifadeleri yan yana geldiğinde anlaşılması gereken Türk Milliyetçiliğidir. Türk Milliyetçiliği refleksi ile kürt sorununa yaklaştığımızda çözüme ilişkin değerlendirme ve tespitlerde bir ötekileştirme söz konusu oluyor. Her ne kadar bu ülkenin her vatandaşı bizim için eşittir önemlidir gibi cümleler kursanız da kendinizi konumlandırdığınız pozisyon ile diğerleri arasında fark yaratan bir üslupla konuştukça ötekileştirme ve ayrıştırmadan sıyrılmanız mümkün değil. Şahsen ben de kendimi milliyetçi olarak tanımlıyorum. Ancak benim milliyetçiliğim “Türkiye Milliyetçiliği”. Türkiye milliyetçiliği yapıyorum çünkü Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığını ortak bir kimlik olarak görüyorum ve birleştirici olduğuna inanıyorum. Neticede sadece etnik anlamda değil, bir sürü farklı konuda insanlar kendi kimliklerini oluşturabiliyor. Kimisi Beşiktaşlı kimisi bir başka takımlı, kimisi rakçı kimisi popçu, kimisi işçi kimisi patron… Bu liste farklı şekillerde uzatılabilir. Fakat baktığınız zaman bunları kapsayacak bir ortak kimlik Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığıdır ki bunu da öteleyen Dünya Vatandaşlığı gibi kavramlar tartışı konusu haline gelmiştir.
Milliyetçi Hareket Partisi’nde de son günlerde önemli gelişmeler olmuyor değil. Genel Başkan Bahçeli küskünleri, eski diye tabir edilen ülkücüleri, MHP ve Ülkücü Düşünceye hizmet etmiş herkesi birleşmeye bütünleşmeye davet ediyor. Bu gelişmeyi olumlu bulmakla birlikte birleşen, bütünleşen MHP’nin daha birleştirici bir üsluba, Türk Milliyetçiliği söylemi yerine Türkiye Milliyetçiliği söylemine evirilmesi mümkün olabilir mi diye düşünüyorum. Böyle bir yaklaşımın MHP tarafından benimsenmesi, bugün kamuoyunda “artık yeter barış istiyoruz” diyen, Radikal Gazetesi’nin “Savaşma Konuş!” kampanyasına destek veren kitlelerce dikkat çekici bir yaklaşım olabilir. Bu üslupla konuşan, bu birleştiricilik ile soruna yaklaşan MHP’nin kendi kaygı ve endişelerini anlatması daha kolay olacaktır. Aksi takdirde MHP’nin politikaları bölünme paranoyaklığı olarak değerlendirilmektedir. Değişen dünya ile birlikte Türkiye’de değişmekte ve en son CHP örneğinde olduğu gibi siyasi partiler de bu değişime ayak uydurmak zorunluluğundadır. Eğer Milliyetçi Hareket Partisi de bu değişimi okuyabilir, gerekli noktalarda kendini revize edebilirse Türkiye’nin bir numaralı sorunlarından biri olan “Kürt Sorunu” konusunda çözüme yönelik güçlü bir hamle yapılmış olacaktır. Çünkü Kürt Milliyetçiliği ile Türk Milliyetçiliği sorunun düğüm noktasıdır. Sırf bu etnik milliyetçilik Yugoslavya’nın dağılma sürecinde katalizör görevi üstlenmiştir. (Burada sorun sadece Türk Milliyetçiliği gibi algılanmamalıdır. Aynı etki Kürt Milliyetçiliğinde de vardır ve MHP için yapılan öneriler Kürt Milliyetçileri için de geçerlidir.)
Sonuç olarak Türkiye’de Kürt Sorunu noktasında çözüme yönelik algılar ve atmosfer umut vericidir. Mutlaka süreci provoke edenler (son yaşanan taksim saldırısı) olacaktır. Bu noktada devletin güvenlik güçleri tedbiri elden bırakmamalı ve tüm güvenlik önlemleri uygulanmalıdır. Demokratik Açılım sürecinin hatalarından alınan derslerle, ihtiyatlı bir şekilde yola devam edilmelidir. Ne kadar çok konuşabilir, ne kadar diyaloğa önem verirsek bu olumlu tablo daha çok çözüme yaklaşacaktır. Radikal Gazetesi’nin kampanya sloganında işaret ettiği gibi “SAVAŞMAYIP KONUŞMAYI” becerebilmeliyiz. Bu konuda da en önemli iki noktadan biri Kürt Milliyetçiliği ve Türk Milliyetçiliği söylemlerine sahip kitlelerin de konuşmasıdır. İkinci önemli nokta ise bu iki kitlenin BARIŞ dili ile konuşmayı becerebilmesidir. Belki de Radikal’in kampanyasına ek olarak “Savaşma Konuş, Konuşarak Barış” gibi bir slogan da dillendirilmelidir. Çünkü keskin üsluplar, savaşı özendiren söylemler, gerginliği körükleyen ve hislerle duyguları harekete geçiren konuşmalar da bir işe yaramayacaktır.
*Kampanyanın internet sitesine ulaşıp siz de bir imza koyabilir ve görüşlerinizi duyurabilirsiniz. http://www.500binradikal.com/#/galeri   

3 Kasım 2010 Çarşamba

Türkiye Dinazorlar Partisi


     Türkiye siyasetinin en renkli siyasi partisini kurmak için sanırım elimizde güzel bir fırsat oluştu. Güniz Sokaktaki evinden Süleyman Demirel de iştirak ederse eğer Necmettin Erbakan, Önder Sav ve Hüsamettin Cindoruk’la birlikte 4’lü eş başkanlık sistemine dayanan Türkiye Dinazorlar Partisi’ni kurabileceğiz. Çok mu ağır konuşuyorum diye düşünüyorum ama artık zurnanın zırt dediği yerde olduğumuzu da görmemiz gerekmiyor mu? Türkiye Dinazorlar Partisi’nin vizyon ve misyonuna sonra dönmek koşulu ile bu partiyi kurma fikrine nereden geldiğimi biraz anlatmam lazım.
     CHP’de yaşanan son gelişmeleri TV başında izlerken Sayın Önder Sav’ın basın açıklamasını da dinledim. Sanki daha dün Kemal Kılıçdaroğlu’na omuz veren kendisi değilmiş gibi (dikkat buyurun Erbakan-Kurtulmuş, Demirel-Çiller vakalarıyla çok benzeşir) Genel Başkan Kılıçdaroğlu’na bayrak açıyor ve “CHP’yi değiştiremeyeceksin, yeni CHP diye bir şey yok” diyordu. Klasik jargonla Laiklik, Kemalizm vurgusu yapıyor ve bu partiye 53 sene hizmet ettim, odamı taşımak için kamyon lazım mealinde konuşuyordu. Bu değişime direnme telaşını oldum olası anlayabilmiş değilim. Daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi “Berlin Duvarı Yıkılmış” olduğuna göre hangi duvarın sağlam kalacağına inanıyorsunuz? Maksadımız yıkmak, düşürmek, devirmek falan değil. Değişimin karşısına dikilen duvarları (dinazorları) yıkmak. Bu dünya kimseye kalmadı kalmaz Sultan Süleyman’a kalmamış ise… şarkısını da hiç dinlememiş mi bu değişim ve statüko yanlıları?
Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibini göreve geldikleri ilk günden bu zamana kadar ilk kez can-ı gönülden tebrik etmek gerekiyor. Ancak henüz kavga sonuçlanmış değil, sonucu kestirmek de pek kolay olmayacak. Önder Sav’ın parti meclisinde ve il örgütlerindeki konumu ve gücü yadsınamayacak kadar çok. Sonuç bugün olmasa da yarın Önder Sav’ın yenilgisi olacaktır bunu biliyoruz ama yaklaşan genel seçimler öncesinde ve Türkiye’de iktidar partisine sıkı ve sağlam muhalefet yapacak bir siyasi anlayışa ihtiyaç varken bu sürecin uzamasını da şahsen istemiyorum. Bu durumda Deniz Baykal’a başvurmak ne kadar ürkütücü görünse de Kılıçdaroğlu açısından belki hayırlara vesile olabilecektir. Aksi takdirde Kılıçdaroğlu’nun geldiği eller ile gönderilmesi ihtimali de söz konusu olabilir.
     Kısa bir durum değerlendirmesinden sonra işin eğlenceli kısmına geri dönebiliriz. Ne demiştik, Türkiye Dinazorlar Partisi! Kısaltmasını yazınca TDP oluyor ve ortadaki “D” yi “demokrasi” diye de yutturabiliriz. Ne de olsa ülkemizde “demokrasi” amaç yerine araç olabiliyor! (referandum sonrasında daha güçlü demokratikleşme adımları bekliyorduk). Bu son gelişmeler bana garip bir yorum yapma fırsatı verdi. Eğer Erbakan ile Sav aynı kutunun içine girebiliyorsa, Türkiye’nin sorunu dindarlık-laiklik falan değil de otokratlık sorunudur diyebiliriz. Netice itibariyle “yeniliği” kaldıramayan, koltuklarını bırakamayan, hep söz benim olsun diyen ve bu sözlerin ardına utanmadan biz gençliği çok önemsiyoruz gibi kocaman bir yalanı ekleyen siyasetçi, bürokrat, akademisyen, gazeteci, v.b. ne varsa hepsine sesleniyorum. “Çekin ellerinizi üzerimizden”! Bir gelecek yaşanacaksa, bir gelecek kurgulanacaksa ve bir gelecek hayali varsa, o geleceği, yaşayacak olanların da içinde bulunduğu süreçler ile projelendirmek bu kadar zor olmamalı!

Türkiye Dinazorlar Partisi ile eğlenmeye devam edeceğiz.

AK Parti Başarılıdır Çünkü...


Türkiye Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı ile tanıştığı 3 Kasım 2002 tarihinin 8. yıldönümünde ve eğer olağanüstü bir şeyler yaşanmazsa 2011’in Haziran-Temmuz aylarında gerçekleştirilecek seçimlerle AK Parti iktidarı devam edecek gibi görünüyor. AK Parti’nin 8 yıllık iktidarı farklı konu başlıkları altında çeşitli değerlendirmelere tabi tutulabilir. Ancak şöyle bir gerçek var ortada, AK Parti Türkiye halkının teveccühünü elde etmiştir. Eğer dış politika meselelerini de göz önünde bulundurursak AK Parti sevgisi Türkiye ile sınırlı kalmamış, Ortadoğu’dan Balkanlara kadar uzanan bir coğrafyada özellikle Başbakan Erdoğan nezrinde AK Parti büyük bir ilgi ve desteğe mazhar olmuştur. Tabii ki AK Parti’ye sabahtan akşama kadar galiz küfürler savuranlar, sırf AK Parti yaptığı için “olumlu” bulduğu bir şeyi reddedenler de azımsanmayacak kadar çoktur. Takdir edersiniz ki herkesin destek olduğu bir siyasi parti olması da mümkün değildir.
Sevilir yahut sevilmez, desteklenir yahut desteklenmez ama saygı duyulması gereken bir siyasi başarı ile 8 yıldır iktidarda kalan bir AK Parti gerçeği karşımızda durmaktadır. Neticede siyaset kitlelerin oylarını alarak iktidarı elde etme mücadelesidir ve AK Parti bunu öyle ya da böyle becermiştir. AK Parti’nin siyasi başarısını alternatifinin olmamasına bağlamak AK Parti mensuplarına büyük bir haksızlık olacaktır. Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu başta olmak üzere, Ali Babacan, Mehmet Şimşek, Recep Akdağ, Hüseyin Çelik, Yaşar Yakış gibi alanlarında gayet donanımlı ve Cemil Çiçek, Bülent Arınç, Abdülkadir Aksu, Salih Kapusuz, Nafiz Özak gibi siyasete yıllarını vermiş kimliklerin birleşiminden oluşan bir kadro çalışmasını görmeden, AK Parti’nin başarısını eksik değerlendirmiş oluruz. Bu isimlere daha bir sürü ekleme yapılabilir. Tüm bu başarılı ve tecrübe sahibi insanların Recep Tayyip Erdoğan gibi bir hitabet ustası ve çekirdekten siyasetçinin başkanlığında (koordinatörlüğü demek daha doğru olur) ahenkle çalışması da ayrıca önemlidir. Bugün Cumhurbaşkanlığı makamında oturuyor olsa da AK Parti’nin ilk hükümetinde Başbakanlık, devamında Dışişleri Bakanlığı görevlerini üstlenen Abdullah Gül’ün de bu başarı da büyük katkısı olduğunu belirtmek gerekir.
AK Parti’nin başarısı bir tesadüf değildir. Dış faktörler, iç faktörler, alternatifin olmayışı, 2001 krizinden sonraki fırsatı değerlendirmesi v.s. gibi bir sürü sebebin yanına sağlam bir ekip ve bu ekibi iyi koordine eden gerçek bir lider faktörünü eklemezsek haksızlık etmiş oluruz. Unutmamak gerekir ki AK Parti sadece muhalefet partileri ile mücadele etmemiştir. Kimileri kabul etmese de AK Parti’nin karşısına illegal örgütlenmeler ve anlamsız da bir kapatılma davası çıkmıştır. Fakat tüm bunlara rağmen AK Parti siyasetin, halkın oyu ile iktidara gelmek sanatı olduğu bilinciyle hareket etmiş ve tüm bu karşı atakları bertaraf etmesini bilmiştir. Tüm değerlendirmelerin, olumlu olumsuz eleştirilerin dışında AK Parti’nin 8 yıllık iktidarı Türkiye’de önemli bir dönüm noktası ve gelecekte Siyasi Tarihte sıkça ve üzerinde önemle durulacak bir konu olarak kayıtlara geçmiştir. Sonuç olarak ne getirip ne götürdüğü açısından değil de bir siyasi partinin amaç ve vizyonunu gerçekleştirmek noktasından hareket ettiğimizde AK Parti 8 yıllık bir süreçte tek başına iktidar kalabilmişse, bu durum AK Parti’yi başarılı kılmaktadır. Ve unutulmamalıdır ki bugünkü siyasi konjonktürden baktığımızda, gelecek seçimlerde de AK Parti’nin büyük bir başarı sağlaması yüksek ihtimaldir.