27 Şubat 2011 Pazar

Libya: From Tripoli War to Struggle Against Gaddafi

Tuesday, 22 February 2011

The outbreak of the riots in Libya just after Tunisia and Egypt (Libia is geographically between these two) makes evident that the riots in North Africa has caused domino effect. However, the situation of Libya may slightly be differentiated as compared with Tunisia and Egypt.

The Libyans have learned from the examples of Egypt and Tunisia that they must keep going on their protests until pulling down the regime and sending the leader Gaddafi away, yet having found out that the reason of the knock-down of the governments of Tunisia and Egypt was due to not taking rigorous measures, Gaddafi is now resisting and oppressing the people without caring about the reaction of the world. The allegation that he has hired special snipers from Serbia and Africa and has been paying them 10 thousand dollars per day as well as extra money for shooting the rebels is being more and more strong by the doctors declaring that the injured and the dead brought to hospitals have been shot in the head or in the heart.

We know that so far the death toll has just passed 250, that Gaddafi as well as the dissidents have the intention of taking the job until the end which may result in a significant rise in the total casualties, also that the description of Gaddafi's son Saif al-Islam came within an ace of menacing the people with civil war. Another important point in his speech was declaring it was the Turks (so one of the direct targets of the Gaddafi partisans would be Turks) and the Italians who had provoked the opposition. At short notice, Muammar Gaddafi had given Turkey’s Prime Minister Erdogan a human rights award, thus it becomes a topic of curiosity what reasons lay under such an accusation against Turks. Furthermore we should take into account that approximately 25 thousand Turkish citizens work in Libya presently, especially in the building sector.
Turkey's relationship with Libya is based on a historical depth for it was the last North African region to part with by the Ottoman Empire. Tripoli War came out while the empire was still on the Balkan War, so the Ottoman Empire was forced to ask for peace from Italy. The Ottoman province Tripoli (current Libya) was left to the Italians with the Treaty of Ushi after the Tripoli War in 1911. The supporters of Mustapha Kemal and Enver Pashas before the Treaty of Ushi within the war against the Italians were the same Arab tribes who are now revolting against Gaddafi. Clearly does the old Libyan flag with red, green and black colors on the moon-star carried by the dissidents symbolize this. It is the tribes of eastern provinces who back up Sheikh Idris, the independance leader and Libya’s first king, (overthrown by Muammar Gaddafi in 1969 while he was under treatment in Turkey) who are now leading the revolt. The tribes who had been opposing to the Italian colonialism and relying on Mustapha Kemal and Enver Pashas in 1911 were on the side of famous Omar Mukhtar after the drawing back of the Ottoman Empire from Libya. Omar Mukhtar was swung by the Italians, and it was Sheikh Idris who moved the country to independence. Today, the same tribes, starting their struggle for independance on the side of Mustapha Kemal and Enver Pashas, maintaining it with Sheikh Idris and with Omar Mukhtar are trying hard to put an end to the period of Muammar Gaddafi (of whom they were victims) so as to return to historical continuity. That’s why they are using the red-green-black colored moon-star flag instead of the green colored Libyen flag, the icon of Gaddafi. 

Under the circumstances, what does it mean the cold-blooded position of Turkey about the events in Libya in terms of reelpolitik? Turkey desires surely to see the end of 42 years of rule of Muammar Gaddafi and the beginning of a new era of tranquil, peace and stability. However we can refer to Turkish citizens over than 25000 and to investments of Turkish companies as proof of Turkey’s cold-blooded attitude. The remark of Turkish Foreign Minister as “Just like in other countries, the demands of people must be satisfied” emphasizes actually the necessity of Gaddafi’s departure without losing the deliberate manner. For there are still many Turkish citizens and also capital assets in the region and that Saif al-Islam has offically accused Turks of causing the events, it seems now very difficult for Turkish government to take forward steps at the cost of jeopardizing her citizens and businessmen.
 

BURAK YALIM,
Wise Men Center for Strategic Studies
International Relations Studies Of Turkey (IRST) Platform (www.tuicakademi.org)
General Coordinator

Translated by: Gökçe Hubar

23 Şubat 2011 Çarşamba

Libya: Trablusgarp Savaşından Kaddafi’ye Karşı Mücadeleye


Tunus ve Mısır’dan sonra coğrafi olarak bu iki ülkenin tam arasında bulunan Libya’da da halk ayaklanmalarının baş göstermesi ile Kuzey Afrika’da ayaklanmaların domino etkisi gösterdiğini söyleyebiliriz. Ancak Tunus ve Mısır’a göre Libya’da durum biraz daha farklı.

Libyalılar Mısır ve Tunus örneklerinden rejimi yıkana ve rejim lideri Kaddafi’yi gönderene kadar protestoları sürdürmeyi öğrendi ancak Libya lideri Kaddafi de Mısır ve Tunus’ta sert önlemler alınmamasının iktidarı zayıflatıp sonucun tamamen devrilmek olduğunu biliyor. İşte bu nedenle Kaddafi tüm dünyanın tepkisini çeken akıl almaz yöntemlerle halka karşı direnç gösterip baskı uyguluyor. Düşünün ki Sırbistan ve Afrika’nın bazı yerlerinden özel keskin nişancılar tuttuğu ve bunlara günlük 10 bin dolar ve ayrıca her vurduğu eylemci başına paralar ödediği iddia ediliyor ki bu iddiaları hastanelere gelen yaralı ve ölülerin baş ve kalp bölgelerinden vurulduğunu söyleyen doktorlar kuvvetlendiriyor.

Şu ana kadar ölü sayısının 250’yi geçtiği ve hem Kaddafi’nin hem de muhaliflerin bu işi sonuna kadar götürmeye niyetli oldukları için bu rakamın yükselebileceği ve hatta Kaddafi’nin oğlu Seyfülislam’a yaptırdığı açıklama ile halkını adeta tehdit ederek iç savaş çıkar dedirttiğini biliyoruz. Seyfülislam Kaddafi’nin yaptığı konuşmada bir diğer önemli nokta ise muhalifleri Türkler ve İtalyanların kışkırttığını söylemesi ve Kaddafi yanlılarına Türkleri doğrudan hedef olarak göstermesidir. Muammer Kaddafi’nin kısa bir zaman önce Başbakan Erdoğan’a insan hakları ödülü verdiği gerçeğini düşününce Türklere karşı böyle bir suçlamanın altında hangi nedenlerin yattığı merak konusu oluyor. Aynı zamanda bugün itibariyle yaklaşık 25 bin Türkiye vatandaşının da Libya’da özellikle inşaat sektöründe Türk firmaları ile birlikte çalıştığını da not etmeliyiz.
Türkiye’nin Libya ile ilişkisi tarihi bir derinliğe dayanıyor diyebiliriz. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika coğrafyasında en son elinden çıkardığı yer Libya’dır. Trablusgarp Savaşı devam ederken Balkan Savaşı'nın çıkması üzerine, Osmanlı Devleti İtalya'dan barış istemek zorunda kalmıştı.  1911 yılında İtalyan’lara karşı verilen Trablusgarp savaşından sonra Uşi antlaşması ile o günkü Trablusgarp vilayeti bugünün Libya’sı İtalyanlara bırakılmıştı. Uşi anlaşmasından önce İtalyanlara karşı girişilen ayaklanma ve savaşta Mustafa Kemal ile Enver Paşa’yı destekleyen Arap aşiretleri bugün Kaddafi’ye bayrak açanların ta kendisidir. Libya’da muhaliflerin taşıdıkları kırmızı yeşil siyah renkler üzerinde ay-yıldız bulunan eski Libya bayrağı bunu açıkça simgelemektedir. 1969 yılında Muammer Kaddafi tarafından Türkiye’de tedavide olduğu bir dönem içerisinde devrilen ülkenin bağımsızlık lideri ve ilk kralı Şeyh İdris’i destekleyen doğu illeri aşiretleri bugün isyanın başını çekiyorlar. 1911’de Mustafa Kemal ve Enver Paşa’yı destekleyip İtalyan sömürgesine karşı çıkan aşiretler Osmanlı İmparatorluğu Libya’dan çekildikten sonra tarihe geçen Ömer Muhtar’ın da yanında yer almışlardı. Ömer Muhtar sonrasında İtalyanlar tarafından idam edilmiş ve 1951’de Şeyh İdris ülkeyi bağımsızlığa taşımıştı. Bugün aynı aşiretler Mustafa Kemal ve Enver Paşa ile başlayan Ömer Muhtar ile devam eden ve Şeyh İdris ile bağımsızlığa uzanan mücadelelerinde yenik düştükleri Muammer Kaddafi dönemine son verip tarihi sürekliliğe dönmenin mücadelesini veriyorlar. Bu mücadelede de simge olarak Kaddafi’nin yeşil zeminli Libya bayrağı yerine Kaddafi öncesinin kırmızı-siyah-yeşil zemin üzerindeki ay-yıldızlı bayrağı kullanıyorlar.

Peki, Türkiye’nin reel politik açısından Libya’da yaşanan gelişmelere karşı soğukkanlı davranması ne anlam ifade ediyor? Mutlaka Türkiye’de Muammer Kaddafi’nin 42 yıllık iktidarının son bulmasını ve ülkede huzur, barış ve istikrarı hâkim kılacak yeni bir dönemin başlamasını arzu etmektedir. Ancak Türkiye’nin soğukkanlı tavrına açıklama olarak Libya’da var olan 25 binden fazla Türkiye Vatandaşı ve Türk firmalarının yatırımlarını işaret edebiliriz. Türkiye Dışişleri Bakanı “Diğer ülkelerde olduğu gibi halkın talepleri karşılanmalı” mealindeki açıklaması ile aslında Kaddafi’nin de biran önce gitmesi gerekliliğine vurgu yapmakla birlikte konu ile ilgili temkinli tavrını korumaktadır. Yoğun bir Türkiye Vatandaşı ve Türk sermayesi bölgedeyken, Seyfülislam Kaddafi Türkleri resmen olaylardan sorumlu tutarken Türkiye hükümetinden daha ileri bir adım bekleyerek vatandaşlarını ve işadamlarını riske atmasını bekleyemeyiz. 

Burak YALIM
BİLGESAM TUİÇ Platformu
Genel Koordinatörü
          

13 Şubat 2011 Pazar

Ekseni Kayık Model Ülke: Türkiye


Tunus’ta başlayan ve devlet başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin ülkeyi terk etmesiyle sonuçlanan, Mısır’da ise halen devam eden halk protestoları ile birlikte Türkiye’nin bir “model ülke” olup olmadığı dünya basınında en çok tartışılan konu haline geldi. 2010 yılına damgasını vuran ve bazı çevrelerde halen tamamlanmayan “eksen kayması” tartışmalarının akabinde Türkiye’nin “model ülke” olarak gösteriliyor olması ve her iki tartışmanın da Ortadoğu özelinde yapılıyor olması dikkat çekicidir. Ortadoğu özelinden kastettiğimiz, Türkiye’nin eksen kayması tartışmalarının odak noktası Ortadoğu coğrafyasında izlediği politikalardı ve bugün hararetle tartışılan da Ortadoğu ülkeleri için bir model olup olmadığı. Hatırlanacağı üzerine eksen kaymaları tartışmasında işi bir adım öteye götürüp “Türkiye Ortadoğululaşıyor ve Araplaştırılıyor” argümanına ideolojik bir bakış açısı ile sıkı sıkıya sarılanlarda vardı. Bugün gelinen noktada acaba tam aksine “Ortadoğu Türkiyeleşiyor ve Türkiyelilik trend haline geliyor” diyebilir miyiz?  
Öncelikle belirtmek gerekir ki “eksen kayması”, “model ülke”, “Neo-Osmanlıcılık” gibi kavramların dikkat edildiği takdirde Türkiye’de üretilen ve Türk Dış Politikasının konusu olan yaklaşımlar olmadığını açıkça görebiliriz. Bu kavramsallaştırma çabasının batı menşeli olduğu ve batı tarafından tartıştırıldığı açık bir gerçektir. Batı’nın bu çabasının ardında gerek Türkiye’de gerekse bölge ülkelerinde algı yönetimini gerçekleştirmek, açıkçası Türk Dış Politikasını batının istediği çerçevede tartıştırmak ve bu tartışmalar neticesinde istediği algıyı yaratmak olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumun biraz da bizim dış habercilik ve dış haber yorumculuğunda öncelikle ve yüksek ehemmiyetle batılı kaynakları tercüme etme garabetimizden de kaynaklandığını eklemek gerekir. Algı yönetimi çerçevesinde Türkiye ve diğer ülkelerin iç kamuoyları birbirleri ile ideolojik noktada ayrışır ve enerjisini bu noktaya harcarken, batının sistematiği doğrultusunda yönlendirme ve hatta yönetilmeye çalışılmaktadır. Somut bir örnek olarak geçtiğimiz yıl yaşanan eksen kayması tartışmalarını gösterebiliriz. Türkiye’de ulusalcı cenah “eksenimiz kayıyor, şeriatı getirecekler” gibi endişelerle mevcut iktidara yüklenirken, iktidar ise enerjisini tüm bu endişeleri gidermek ve “batılı değerlere(!) bağlılığın” sürdüğünü anlatmak için harcamıştı. Yine bu anlamda “neo-osmanlıcılık” tartışmaları da önemli bir örnektir. Bu kavramın ortaya atılması ile birlikte bırakın Türkiye iç politikasını, eski Osmanlı coğrafyasında yer alan hemen her ülke derin soru işaretlerine kapılmış ve tedirginlik duymuşlardır. Hatta en son Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun yabancı basına verdiği demeçte “Osmanlı Milletler Topluluğu” ifadesini kullandığı söylenmiş ancak Dışişleri Bakanı bunu her fırsatta yalanlamıştır. Tüm bu tartışmaların oluşturulmasındaki temel hedef, iç kamuoyunda kutuplaştırmayı arttırmak, enerjiyi bu yöne harcatmak ve bu yöntemle gerçek anlamda Türk Dış Politikasının temel ilkelerini ve hedeflerini ve hatta deyim yerindeyse “Türkiye’nin kendi orijinal hikâyesini” anlatmasına ve uygulamasına fırsat verilmek istenmiyor.  
            Peki, Türkiye’nin çok kısa aralıklarla “model ülke” ve “eksen kayması” gibi aksi istikamette iki tartışma konusunun merkezine oturması ve bu tartışmaların Ortadoğu coğrafyası özelinde gerçekleşmesine etki eden faktör ne olabilir? Türkiye’nin ekseninin kaydığı iddiası bilhassa İsrail ile ilişkilerin gerilmesi süreciyle doğru orantılı olarak artmaya başlamıştı. Son Mavi Marmara krizi ile ise son noktaya ulaşmış ve NATO Füze Kalkanı projesine Türkiye’nin vermiş olduğu destekle nispeten azalmıştı. Türkiye’nin ekseninin kaydığı iddialarını kuvvetle destekleyen İsrail hükümeti, ABD’deki İsrail hükümetine yakın çevreler ve neo-con cumhuriyetçilerin temel kaygısı Türkiye’nin İslamcı bir politika çizgisine kayıp hali hazırda bölgede İsrail’in en kuvvetli müttefiki olmak durumundan çıkması ve İsrail ile islam unsuru özelinde politika geliştirmesi ihtimaliydi. İsrail devletinin güvenlik eksenli kurulu olduğu gerçeği de bu ihtimalle birleştiğinde eksen kayması tartışması etrafında hedefin İsrail’in güvenlik kaygılarının giderilmesi olduğu anlaşılacaktır. Bugün ise Mısır’da yaşanan gelişmeler ışığında Türkiye “model ülke” olarak lanse edilmektedir. Yine bu kavramsallaştırmanın temelinde de İsrail’in güvenlik kaygılarının olduğunu söylemek zor olmayacaktır. Bilindiği üzere Hüsnü Mübarek’in gidişi ile ilgili en büyük endişe İsrail cephesinde oluşmuştu. Endişenin temelinde, Mısır’da yaşanacak iktidar boşluğunu Müslüman Kardeşler (Ihvan-ı Müslimin) grubunun doldurması ile 17 Eylül 1978’de Mısır ile İsrail arasında yapılan Camp David sözleşmesinin yürürlükten kaldırılması yoluyla İsrail’in komşuları arasında tek güçlü müttefiki Mısır’ı da kaybedecek olması yatıyordu. Kısacası İsrail’in endişesi, radikal islamın Mısır’da hakim olması, bu durumun Filistin sorunu özelinde İsrail’e baskı oluşturması ve Hizbullah, Hamas gibi yapılanmalardan sonra üçüncü bir cephe olarak Müslüman Kardeşler ile sorun yaşanmasıydı. Böyle bir durumda ise gözler Müslüman Kardeşler, Hamas ve Hizbullah oluşumlarına göre daha ılımlı bir aktör olarak Türkiye’de islam nosyonuna sahip ama bunu demokrasi temelinde şekillendiren AKP modeline çevrildi. Aslında “eksen kayması” tartışmalarına neden olan endişenin geçersiz olduğunu ve/veya AKP’nin saydığımız diğer aktörlere göre tercih edilebilirliği ve bu nedenle model olarak lanse edildiğini de söyleyebiliriz.
            Sonuç olarak, Türkiye’nin model ülke veya ekseni kayan ülke olarak dünya kamuoyunda tartışmaların merkezine oturmasını sadece Türk Dış Politikasının dinamizmine bağlamak yeterli olmayacaktır. Özellikle Türkiye’nin pozisyonunu batılı kavramsallaştırmalar etrafında belirlemek Türk Dış Politikasına hizmet etmeyecektir. Türkiye’nin ekseninin kayması batının yahut İsrail’in kaygılarından ziyade Türkiye’nin gerçek hedefleri ve vizyonu açısından değerlendirilmelidir. Dışarıdan gelen sesler ile içeride birbirini boğazlayacak konuma gelmek ve yine dışarıdan yapılan kavramsallaştırmalar ile komşulara ve coğrafyaya “itici”, “ürkütücü” gösterilmenin önüne geçip, kendi kavramsallaştırmalarımız ile stratejik vizyonumuzu ve bölgesel/küresel meselelerdeki duruşumuzu ilkesel bir yaklaşımla anlatabilmeliyiz.
Burak YALIM
BİLGESAM TUİÇ Platformu Genel Koordinatörü


9 Şubat 2011 Çarşamba

Bosna – Hersek’te Üçüncü Entite (Devletçik) Tartışmaları


Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde en büyük acıyı şüphesiz 1992 – 1995 yıllarında gerçekleşen Bosna Savaşı ile Müslüman Boşnaklar yaşamıştı. Birleşmiş Milletler’in raporlarına göre çoğu sivil 100 bin Boşnak’ın öldüğü ve 12 bin 500’ünün ise halen kayıp olduğu savaş, imzalanan Dayton anlaşması ile bitmişti. Savaşı bitiren Dayton Anlaşması Bosna – Hersek’te eşi benzeri görülmemiş bir siyasi yapı oluşturdu. Anlaşmayla birlikte Boşnak, Sırp ve Hırvatlar tek bir çatı altında ülkenin kurucusu olarak görev alırken ülke, topraklarının %51’i Bosna – Hersek Federasyonu, kalan %49’u Sırp Cumhuriyeti olmak üzere iki entite  (devletçik) ve Brçko adı verilen bir küçük özerk bölgeye ayrıldı. Ülkede 3 cumhurbaşkanlığı konseyi üyesi, 3 başbakan, 13 hükümet, 16 parlamento ve tüm bunların üzerinde uluslaarası toplum tarafından atanan bir yüksek temsilci bulunuyor. Dayton anlaşmasının getirdiği dünyanın en karmaşık yönetim yapısı ve seçim sistemi nedeniyle Bosna – Hersek’te kriz ve sorunlar bir türlü sona ermiyor.

3 Ekim 2010’da gerçekleştirilen seçimler öncesince oluşturulan umutlu havanın seçim sonuçları neticesinde herhangi bir değişiklik olmaması ile nispeten değiştiği ve 4 aydır yaşanan hükümet krizi ile de tamamen umutsuzluğa evirildiğini söyleyebiliriz. Müslüman Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar arasında yaşanan anlaşmazlıklar neticesinde ABD ve Avrupa Birliği’nin yaptığı çeşitli girişimlere rağmen Bosna – Hersek’te henüz hükümet kurulabilmiş değil. Son olarak Almanya Başbakanı Angela Merkel’in gayri resmi çabaları da henüz olumlu bir sonuç vermiş değil. Tüm bu olumsuzlukların yanına Hırvatların üçüncü bir entite (devletçik) olarak varlığını sürdürmesine ilişkin Milliyetçi Hırvat grupların taleplerinin de bugünlerde Bosna – Hersek’te tartışılmaya açılmış olması krizin giderek daha da derinleşeceğini işaret ediyor. Böyle bir durumda Hırvat ve Müslüman Boşnakların oluşturduğu birinci entite olan Bosna – Hersek Federasyonu’nun bölünmesi gerekecek ve hali hazırda sürmekte olan krizin sebebi olan, kökleri Dayton anlaşmasına dayanan yönetsel yapı daha da karmaşık bir hale gelecek. Yüksek Temsilci Valentin Inzko ve konuk Avrupa Parlamentosu Bosna – Hersek (BH) roportörü Doris Pack’in 7 Şubat Pazartesi günü kanton, BH Federasyonu ve devlet düzeylerinde hükümetin kurulması yönünde yaptıkları çağrılara ve Bosna – Hersek’in Avrupa Birliği sürecine kanalize edilebilmesi için reformların yapılması gerekliliğine vurgu yapmalarına rağmen henüz bir sonuç alınabilmiş değil.  Bosna – Hersek’in Avrupa Birliği ile uyumlu ve işbirliği içerisinde reformlar gerçekleştirmesi hedefinin somutlaştırılabilmesi için önce Bosna – Hersek’te uyum içerisinde çalışan hükümetin kurulabilmesi gerekiyor.

Sonuç itibariyle Bosna – Hersek büyük acıların ardından Dayton Anlaşması ile birlikte silahların sustuğu bir döneme girmiş ancak bu dönemde de siyasi krizlerin sarmalında henüz savaşın açtığı yaraları dahi silememiştir. Son yapılan seçimlerin ardından Dayton Anlaşması’nın dayattığı karmaşık yönetsel yapıya ilişkin reformlar gerçekleştirme ümitleri hükümet krizinin akabinde bu kez de Hırvat milliyetçilerinin ayrı devletçik talepleri ile yok olmaktadır. Bu süreçte Avrupa Birliği ve ABD gibi aktörler rol almak istemiş ve çözüme ulaşılması için münferit çabalar göstermiştir ancak herhangi bir sonuç alınamamıştır. Bosna – Hersek ile Sırbistan ve Hırvatistan arasındaki krizleri başarı ile yöneten ve çözüme kavuşturan Türkiye’nin ise son hükümet krizine ilişkin herhangi bir girişimde bulunmamış olması şaşırtıcıdır. Türk Dış Politikası açısından gerek Balkan coğrafyasında istikrar ve güvenliğin sağlanması gerekse Bosnalı Müslümanların Türkiye’den beklentileri açısından yüksek öneme sahip Bosna – Hersek’teki hükümet krizi konusunda bölge ve aktörlere dair tarihi bir derinliği ve yakınlığı da olan Türkiye’nin tüm aktörleri bir araya getirip krizi aşan politikalar geliştirmesi gerekecektir.