8 Nisan 2011 Cuma

Geleceğin Bakanları, Bakansız Toplandı


İstanbul Büyükşehir Belediyesi Gençlik Meclisi tarafından organize edilen “Uluslararası Gençlik Şurası 2011”, “Genç Bakanlar” konu başlığı ile İstanbul’da yaklaşık 40 ülkeden 600 öğrencinin katılımı ile başladı. 4 gün sürecek etkinlik boyunca katılımcılar seçildikleri temsili bakanlıklarda bakanlığa ilişkin konular üzerinde fikir teatileri yapıyor ve geleceğe yönelik vizyon belirlemek üzere istişarelerde bulunuyorlar. Buraya kadar haber tadında ve reklam kokan yazıyı gün içinde yaptığımız değerlendirmelerle daha keyifli bir hale getirmek istiyorum.

Temsili Dışişleri Bakanlığında Endonezya, Fas, Yunanistan, Ukrayna, Bulgaristan ve Kırgızistan’dan katılan temsilcilerle birlikte Türkiye katılımcıları toplamda 22 kişi olarak çalışıyoruz. Gün içerisinde yabancı arkadaşlarla birlikte “yuvarlak masa” toplantısı şeklinde cereyan eden 3 oturum gerçekleştirdik. Yuvarlak masa toplantısında “Türkiye – Avrupa Birliği İlişkileri” ve “Türk Dış Politikası’nın Son Dönemde Yaşadığı Genişleme”   konuşulan konular arasındaydı. Yunanistan ve Bulgaristan’dan gelen arkadaşlar Avrupa Birliği’nin birer parçası olmalarının doğası gereği Türkiye’yi baskıcı bir hükümetin yönettiği noktasında olumsuz değerlendirmelere sahip olduklarını ifade ediyorlardı. Fas’tan gelen arkadaşımız ise ülkesinde Türkiye adına çok olumlu ifadeler kullanıldığını, Türkiye’nin Fas halkınca ilgi ve sevgi ile takip edildiğini söylüyordu. Hepsinden önemlisi daha hiç kimse görüş beyan etmemişken Ukraynalı arkadaşımızın “Biz Avrupa Birliği ve Rusya arasında kalmışken buraya gelmek ve inandığım üzere Türkiye ile Ukrayna arasında sağlanabilecek işbirliği üzerinde fikir sahibi olmak istiyorum” demesi atmosferinde etkisi ile kendini bir meslek memuru gibi hisseden her arkadaşımı doğal olarak gururlandırıyordu. Unutmayacağım diğer bir konu ise “Ermeni Soykırım İddiaları” ile ilgili ansızın cereyan eden beyin fırtınasında Endonezyalı arkadaşın yaptığı çıkış oldu. Yunanistan’dan Türkiye’ye ilk kez gelen ve haliyle duygusal bir süreç içerisinde olan arkadaşımızın “ama Türkiye kaç tane Ermeni’yi öldürdü” sorusu üzerinden baskı kurma çabasına itiraz etmesi, “soykırım” demenin doğru olmayacağını söylemesi ve Türkiye’yi savunması… Ve benim de o an derin bir hissiyatla “what about the things happened in Bosnia” sorusunu sormam, Yunanistanlı arkadaşın “Yes I agree with you” şeklinde cevaplaması… İnsanlığın dilinin bir şekilde ortaklaşabildiği inancımı pekiştiriyordu.

Yunan arkadaşımız duygusaldı, onun da acılar ifade eden bir tarihi arka planı vardı ve ben seni anlıyorum ama bunları anneme anlatamazsın demesi çok manidardı. Benim de babamın onu anlayamayacağını ama bizim birbirimizi anlıyor olduğumuz gerçeği üzerinden bir gelecek inşası için çaba sarf etmemiz gerektiğini söylediğimde yüzündeki tebessüm ve samimiyeti görmenizi isterdim. Ve bir başka anekdot bir başka Ukraynalı arkadaş ile sigara molasında hafızama kazınıyordu. Türkiye’de Kürtlerle ilgili bir problem olduğunu duyduğunu ve bunun Kürtlerin haklarının gasp edilmesi olduğunu söylediklerini ifade eden Ukraynalı arkadaşımın PKK diye bir örgüt ve öldürülen 30 bin insandan haberi bile yoktu.

İlginç olduğunu söylediğim diyaloglar ve gün içinde yaşananlar birileri için birer cümle ile basitleştirilebilir. “Yunan’dan zaten bunu beklerdim, ne olmuş ki Endonezyalı seni desteklemişse, Fas’ta Türkiye hayranlığı işte şu yüzden, PKK’yı bilmek işlerine gelmez zaten” şeklinde cümlelerle yekten konuyu kapatabilirsiniz. Ama bu iş öyle sanıldığı gibi değil. Tek bir cümle ile ne düşmanlık ne de dostluk kuramıyorsunuz. Yıllarca da üzerinde yaşadığımız coğrafya bu toptancı yaklaşımlar yüzünden birbirini kesmedi mi, birbirine düşman edilmedi mi? Ama şimdi işler başkalaşıyor, belki zamanın sunduğu nimetler belki de bizim neslimizin önyargıları kırmak için sahip olduğu heves… Ayrıştırma üzere kurulmuş, birbirine kin besleyerek varlığını ispat ettirmeye alıştırılmış, belki de en önemlisi kendine olan güveni kaybettirilmiş bir coğrafyaya bambaşka bir sürecin kapılarını açıyor. Yunanistan’dan gelen arkadaşımın “evet biz Türkiye’ye bir İsveçliye olduğumuzdan daha yakınız” cümlesini dikkate almamız gerekiyor. Lobide karşılaştığım Afrikalı ve Türkçesi gayet akıcı dostumun Batı’ya karşı hissiyatını görmemiz gerekiyor. Hepsinden önemlisi birbirimize bu gibi etkinliklerle temas etmeye devam edebilmek, bu anlamda o koskocaman ayrıştırma taşının altına elimizi koyup birleştirme üzerine düşünmemiz gerekiyor. Ve son söz olarak, tüm bu işbirliği konseptine ve ortaklıklara, geleceği kurma çabasındaki gençlere destek olunması gerekiyor. Ne olurdu açılış seremonisinde bir tane de olsa bakan olsaydı? Devlet işleri mi geri kalacaktı yoksa gençler daha motive olarak mı çalışmalarına devam edecekti? Uluslararası Gençlik Şurası’nın “Genç Bakanlar” temasıyla gerçekleşen açılışında bir tane bile bakan yoktu. Buruk oldu tabiî ki, takdir bekleniyordu, destek bekleniyordu.   
26 Mart 2011

2 Nisan 2011 Cumartesi

Tarz-ı Siyasetim


Ürkekliğin hakim kılındığı, gölgelerin sizi takip ediyormuşçasına hissedildiği bir yaşam alanı içerisinde şu veya bu siyasayı övmek veya yermek pek kolay olmuyor. Dışarıdan bastırılıyor içeriden ise susturuluyorsunuz. Çevrenizle iyi geçinme derdiyle bastırılan duygularınız mantık abideliğine soyunduğunuzda susmayı çare görüyor. Hal böyle olunca da bize kalan isimsiz cisimsiz belki de hissiz bir tarz-ı siyaseti tercih etmektir.
Zaten hayatın bütününe de siyasi tartışıları hakim kılmak yaşamsal alanı daha da daraltmak olacağı için bu sayfada aklımıza ne gelmiş ve geliyor ve gelecek ise paylaşmaya gayret edeceğiz. yazım hataları, cümle bozuklukları, küfür ve kötü sözler ile ilgili eleştirilerin "serbest yazı" literatüründe yeri olmayacağına inanaraktan böyle durumları da önemsemeyebiliriz. Devr-i Alemin küreselleşme ile küyerelleşme arasında sıkıştığı şu zamane dünyasında da "bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler" söyleminden doğan tercih etmek, tercihini zevkine göre belirlemek özgürlüğüne de siz sevgili okuyucular sahipsiniz. 
Zaman zaman eğlenceli olabilmek zaman zaman ise kanınızı ve canınızı donduracak cümleler kurmak isteyeceğimi biliyorum. Ve hatta işi bazen abartıp beyin altına yahut bilinç altına veya bel altına çalışabiliriz. Ne kadar içimize attığımız varsa burada o kadar kusabilmek iradesini göstermek istiyoruz. Tekil kişinin çoğul cümleler ile kendini ifade tarzına da bu odada kaç kişi var acaba sualini eklemenizi isterim. Çünkü yek vücut da olsak içimizde kim bilir kaç yüz bin milyon insancık barındırdığımızı hepiniz yaşam içerisinde kendi bireysel tecrübenizden biliyorsunuz. Empatik sempatik ve antipatik her durum aslında içimize birisini daha sokuyor. 
Merağınız şey ederde sorarsanız burası "Renkli Oda" ismini nereden esinlendi de aldı diye. Cevabımız odanın içinde tek rengin yorucu, renkliliğin kalıcı, odanın ise sıcacık olacağını iddia ediyor oluşumuzdur. Bu tanımlama cümlesinin hemen her kelimesi ise birer akademik makaleyi andıracak uzunlukta olabilir ve öyle yazınca da okurunu sıkabilir. Buyrun renkleri de siz belirleyin, odanın sıcaklığını da... 
Vira Renkli Oda! 

( 21 Mart 2011 tarihinde http://www.konseptdisi.com/dergi/ adresinde yayımlanmıştır)

12 Haziran Çorbaları ve Bizim Kebaplar


Her şeyi bir kenara bıraktım ve bugünlerde tarihi de resmileşen 2011 genel seçimleri üzerine biraz muhakeme yaptım. Evet, 12 Haziran 2011 seçimlerinde sandıklar kurulacak, oylar atılacak ve yeni bir 4 yıl için “yürütme”yi belirleyecek olan “yasama” organı üyeleri seçilecek.

Türkiye demokrasisi
Dünyadaki örnekleri arasında kötülerin iyisidir ancak hakiki bir demokratik üslup veya zihniyetimiz halen yoktur. Çünkü %10 gibi devasa bir seçim barajı uygulaması ile birlikte demokrasinin yazılı kuralı olmayan ancak “tahammül ve saygı” olarak adlandırabileceğimiz değerlerden yoksunluğumuz bu durumu kısaca özetlemektedir. Demokrasilerde herkes birbirinin tercihini sevmese de ona saygı duymayı görev addeder. Ancak biz de “öteki” olmak kadar kolay bir şey yok. %10 barajı ise kim ne söylerse söylesin Kürtleri parlamentodan uzak tutmak için kurulmuş iyi bir oyundur. Oysa demokrasilerde herhangi bir grubu yönetimden dışlamak mümkün değildir.

Gelelim laik ülke Türkiye’ye
Türkiye düpedüz laik bir ülke değildir çünkü diyanet işleri başkanlığı başbakanlığa bağlıdır. Başbakan ise yürütmenin başı sayılır. Türkiye yine laik değildir çünkü vatandaşının giyim kuşamına karışır (dini sembol diyerek) ve onu belli hizmetlerden men eder. Oysa laiklik bize klişe tanımı ile din ile devletin birbirinden ayrılması olarak öğretilmiştir. Laik bir devlette, devlet dine, din de devlete müdahale edemez. Türkiye laik bir ülke olmak istiyorsa içinde barındırdığı tüm din ve bu dinlere ait mezheplere karşı eşit tutum takınan yahut hiç tutum takınmayan bir devlet anlayışı benimsemelidir.

Peki ya sosyal devlet anlayışımız ne kadar?
“Türkiye sosyal bir devlettir çünkü” diyerek söze başlayıp bir sürü sosyal hizmeti anlatabilirsiniz. Ancak bu sosyal hizmetlerin ne şekilde belirlendiği de çok önemlidir. Sosyal hizmet olarak ayni yahut nakdi yardım yapmak gibi iki seçenek vardır ki bizde genellikle ayni yardım şekli kullanılır. Bunun sebebi ayni dediğimiz yardım şeklinde yardım olarak verilecek “şeyin” üzerinden mülki idare yahut yerel idarenin rant edebiliyor olmasından başka bir şey değildir. Vatandaşa “senin neye ihtiyacın olduğunu ben bilirim” demek mi yoksa “al şu yardım miktarını ihtiyacın neyse gider” demek mi daha sağlıklıdır önce buna karar verebilmeliyiz. Bizde ilki tercih edilir çünkü devlet her şeyi bilen bir aygıttır ancak bu uygulamadan bile hiçbir şeyi bilmediği konular olduğunu anlayabiliyoruz.

Peki, hukuk devleti Türkiye’ye ne demeli?
Derinlemesine bir analiz derdine düşmeksizin Türkiye’de hukuk konusunun ne kadar sorunlu olduğunu gösterebilirim. Yargıtay Başkanı, Danıştay Başkanı, Anayasa Mahkemesi Başkanı, Başbakan, Adalet Bakanı, Ana Muhalefet Lideri… Tüm bu isimlerin son birkaç ay içinde “hukuk” ve “yargı” ile ilgili verdikleri demeçleri okumanız yeterli olacaktır. Yargının bağımsız, tarafsız olup olmadığı, hukuk kurallarının nasıl işlediği gibi konuların ne kadar sulandırıldığı Türkiye’nin son 6 aylık gündemini izleyenler tarafından teyit edilecektir. 

Türkiye’de yeni bir genel seçim yapılacak ve ülkemizin nüfusunun % 60 kadarı gençlerden oluşuyor. Dolayısıyla gençlerin belirleyici olduğu bir seçime doğru gidiyoruz. Peki, neyi seçeceğiz? Durum şudur arkadaşlar; hepimizin karnı aç ve mutlaka bir şeyler yemek istiyoruz, ancak önümüzde yemek olarak sadece çorba mevcut, birisi domates, diğeri tavuksuyu ve öteki mercimek çorbası. Peki, bizim çorba ile karnımız doyacak mı, hiç sanmıyorum. Gençler olarak bu eski usul çorbaların yerine şöyle hepimizi tatmin edecek kebap, mantı, börek v.b. alternatiflerin ancak ve ancak kendimizde saklı olduğunu belirtmek istiyorum. 

 www.12punto.com
 websayfasında yayımlanmıştır. 


Trablusgarplı Mevsuf Efendi, Çanakkale’den Libya’ya


Çinlilerin bir atasözü vardır, “Tanrı kimseyi ilginç zamanlarda yaşatmasın.” derler. İlginç zamanlar zor zamanlardır ve beraberinde felaketler ile fırsatları getirirler. Dünya ilginç bir zaman dilimini yaşıyor. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan olaylar bunun en somut göstergesi. Kimine göre domino etkisi, kimine göre Ortadoğu’nun soğuk savaşının sona ermesi, kimine göre ise ABD’nin bölgedeki yeniden şekillendirme operasyonu. Yaşananlar ne ABD’ye yüklenecek kadar basit bir süreç ne de tamamen doğal olarak gerçekleştiğini iddia edebileceğimiz olaylar. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşananlar için bir sürü neden sayılabilir ancak herkesin emin olduğu bir şey var ki bir şeyler öyle ya da böyle şekilleniyor, değişiyor ve bu şekillenme süreci beraberinde fırsatlar ile felaketleri getiriyor. Mübarek’in felaketi, Tahrir meydanındaki kalabalıkların fırsatı olabilir, Tahrir meydanındakilerin felaketi de başka aktörlerin fırsatlarını oluşturabilir. Aynı durum Kaddafi ve Libya halkı için de geçerli. Şuan Libya’da ne olduğunu tam manasıyla kimse kestiremiyor. Bir yanda halkın talepleri diğer tarafta Kaddafi’nin gözü dönmüşlüğü ve hepsinin üzerine gelen NATO müdahalesi. Bazıları Irak üzerinden analoji yaparken diğerleri Libya’nın ikiye bölünme veya bölünmeme ihtimallerini konuşuyor. Türkiye’nin tutumu ise henüz netleşmiş değil.
Türkiye için durum hiç olmadığı kadar karışık. Bıçak sırtı bir durumdayız. Eksen kayması tartışmalarını bir nebze olsun azaltan NATO Füze Kalkanı anlaşmasından sonra Türkiye bölgede bir kere daha sınanıyor diyebiliriz. 18 Mart’ta alınan Birleşmiş Milletler kararına kadar bölgeye müdahale konusunda net bir tavır sergilemiş ve karşı durmuştuk. Şimdi ise Başbakan Erdoğan’ın ağzından “müdahalenin biran önce bitmesi ve Libya’da halkın taleplerine cevap verilerek bir an önce istikrarın sağlanması” şeklinde açıklanan bir tavır sergileniyor. Türkiye tarihi gerçekleri bir kenara bırakmadan, geçmişte yapılan hataları göz önünde bulundurarak hareket etmek çabasında. Bugün BM kararı ile uluslararası meşruiyetle NATO güçleri olarak Libya’yı bombalayan İngiltere ve Fransa 1915’te Çanakkale boğazını dövüyordu. Çanakkale Savaşında Dardanos tabyasındaki kahraman topçulardan birisi ise Trablusgarplı Teğmen Mevsuf Efendiydi. Çanakkale’de Dardanos’tan Kepez’e giden yolun üstünde yer alan “Hasan-Mevsuf Şehitliği” içerisinde Trablusgarplı Mevsuf Efendi için de bir mezar taşı bulunmaktadır. Türkiye için bu tarihi arka planı göz ardı etmek ve Libya’nın vurulmasına gözü kapalı evet demek mümkün değil. Fakat bunu batıya anlatmak ve batılıların bunu anlamasını beklemek de bir o kadar zor.
Türkiye, Libya özelinde ve Sykes-Picot antlaşması ile şekillendirilen, adı da Anglo-Sakson kültürünce ideolojik olarak “Ortadoğu” konulan coğrafyada ilginç ve zor bir dönemden geçiyor. Tarihin adeta kendine döndüğü ve coğrafyanın yapay sınırları kabul etmediği son dönemde açıkça ortaya çıkarken, batı yine ve yeniden kendine göre bölgeyi şekillendirmenin çabası içerisinde. NATO’nun Libya müdahalesinde Fransa’nın ön alması, operasyona liderlik etme girişimi bunun en bariz örneği. Çin ile Rusya’nın çekince dile getirdiği, İran’ın karşı olduğu ve Arap Ligi’nin tepki verdiği NATO operasyonuna bu uluslararası denklemde Türkiye’nin de kendi verileri doğrultusunda refleks göstermesi gerekiyor. Henüz iki gün önce Çanakkale Deniz Zaferi’ni anma törenlerini gerçekleştiren Türkiye’nin bu tarihi perspektifi göz ardı etmesi, Libyalı sivillerin ölümüne neden olan ve hatta Libya’yı yeni bir Irak haline getirecek uzun erimli müdahaleye dur dememesi tarihin ilginç zaman diliminde önüne gelen fırsatı elinin tersiyle itmek olacaktır. Kaddafi’nin iktidarını sürdüreceği Libya’yı tercih etmeyebiliriz ancak Fransa’nın yerleşeceği bir Libya’nın ve tarihe atılacak bu çalımın daha kötü bir seçenek olduğunu bilmek durumundayız.
1911’de Trablusgarp Savaşı sonrası çekildiğimiz Libya topraklarında o gün İtalyanlara karşı yerel halk ile birlikte yapılan mücadeleyi unutmamak gerekiyor. Enver Paşa ile Mustafa Kemal’in Trablusgarp’ı İtalyan işgaline karşı nasıl savunduklarını, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın pusuya yatıp İtalyan askerlerine karşı nasıl mücadele ettiğini ve tüm bu mücadelenin Teşkilat-ı Mahsusa tarafından hangi şartlarda örgütlendiğini bir kenara bırakarak batının başını çektiği ve süreci belirlediği bir Libya operasyonuna Türkiye’nin sağlayacağı her katkının tarihi bir inkar olacağını unutmamak gerekir. Trablusgarplı Mevsuf Efendi’nin Çanakkale’deki mücadelesi ile Enver ve Mustafa Kemal Paşaların Trablusgarp’taki mücadelesi örnekleri kadar eskiye dayanan Türkiye – Libya ilişkilerini bu tarihi perspektiften yoksun kurgulamak ne Türkiye için ne de Libya için fayda getirmeyeceği gibi köklü bir bağın yok sayılması anlamına gelecektir.  
Burak YALIM    (21.03.2011)
BİLGESAM-TUİÇ Platformu Genel Koordinatörü

Balkan Ülkelerinin Ortadoğu’daki Kriz Ülkelerinden Farkı


Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan halk ayaklanmaları bazı ülkelerde halen devam ederken bazılarında yeniden yapılanma sürecine geçilmiş durumda. Tunus ve Mısır’da iktidarlar devrildi ve geçiş süreci yaşanıyor, Libya da ise Kaddafi ile devam edilmeyeceği kesin gibi ancak henüz çatışmalar bitmiş ve sükûnet sağlanabilmiş değil. Yemen, Bahreyn, Ürdün ve hatta Umman da ise gösteriler aralıklarla sürmekle birlikte iktidarları yıpratması ve devirmesi konusunda henüz net bir şey söylemek mümkün değil. Ancak kesin olan bir şey var ki tüm bu gelişmelerden sonra Ortadoğu eski Ortadoğu olmayacak. Tüm bu gelişmeler Ortadoğu coğrafyasını uluslararası ilişkilerin merkezine oturtmuşken aslında bir başka sorunlu coğrafya olan Balkanlarda da yaşanan gelişmeler pek iç açıcı görünmüyor.
Arnavutluk’ta Muhalefet Bastırıyor
2009’un Haziran sonunda Arnavutluk’ta yapılan genel seçimlerden sonra oyların sayımında usulsüzlük yapıldığı yönünde iddialar ile sokaklara dökülen Sosyalist Parti mensupları seçimlerin tekrarını istemiş, seçimin galibi Başbakan Sali Berişa ise buna direnmiş ve bir süreliğine de olsa sular durulmuştu. Sosyalist Parti Başkanı ve Tirana Belediye Başkanı Edi Rama’nın hükümeti yolsuzluk temelli suçlamaları ile 21 Ocak 2011’de yeniden sokağa dökülen muhalifler Arnavutluk Cumhuriyet Muhafızları tarafından sert karşılık görmüş ve 4 kişi hayatını kaybederken yaralananlarda olmuştu. Aynı zamanda Sali Berişa hükümeti ortaklarından Başbakan Yardımcısı ve Ekonomi Bakanı İlir Meta hakkında yolsuzluk iddiaları ortaya atılmış ve geçen yıl Mart ayında Dışişleri Bakanlığı görevindeyken dönemin Enerji Bakanı Dritan Prifti ile yaptığı bir görüşmenin kayıtları yayımlanmıştı. Bu gelişmelerden sonra Ilir Meta istifa etmesine rağmen Edi Rama liderliğindeki muhalifler hükümetin derhal görevi bırakması ve yeni seçimlere gidilmesini istemişti.
Makedonya Erken Seçime mi?
Arnavutluk’ta bunlar yaşanırken hemen yanı başındaki Makedonya’da ise muhalefet partisi 28 Ocak tarihinden itibaren başlattığı meclis boykotu ile iktidar partisini seçimlere gitmeye zorluyor. Muhalefetin A1 isimli televizyon kanalı ve ona ait gazetelerin kapatılması sebebiyle başlattığı meclis boykotuna 2011 hedeflerini Avrupa Birliği ile entegrasyon olarak açıklayan Başbakan Nikola Gruevski’nin daha fazla direnmeyip seçimlere gitmek için hazırlık yapmaya başladığı söyleniyor. Her ne kadar Nikola Gruevski Makedonya’nın 2011 hedefini AB ile entegrasyon olarak açıklasa da ülkenin ekonomik sıkıntıları, işsizlik sorunu ve hepsinin dışında halen daha çözüme kavuşmayan ve Yunanistan ile kriz oluşturan isim sorunu nedeniyle Avrupa Birliği hedefinde mesafe kat etmesi zor görünüyor.
Kosova’da Bağımsızlığın 3. Yılında Sorunlar Devam Ediyor
Makedonya’nın hemen kuzeyine gittiğimizde ise geçtiğimiz Şubat ayında bağımsızlığının 3. yılını kutlayan Kosova’da da birçok sorunun halkı umutsuzluğa ittiğini söyleyebiliriz. Her ne kadar bugünlerde Belgrad ile Priştine arasında görüşmelerin başlayacak olması yeni bir döneme girmenin ümidi olarak gözükse bile Kosova’nın bağımsızlığının üçüncü yılında BM üyesi 192 ülkeden sadece 75’i tarafından tanınmış olması büyük bir hayal kırıklığı olarak yorumlanıyor. Kosova’da da diğer tüm batı balkan ülkeleri gibi var olan yüksek oranlı işsizlik ve bunun genç nüfus için bir tehdit haline gelmesi 12 Aralık’ta gerçekleşen seçimlerden sonra uzunca bir süre yaşanan hükümet krizinin akabinde kurulan koalisyon hükümetine ağır bir sorumluluk yüklüyor.
Sırbistan’da Yeniden Milliyetçilik Tehdidi
Halen daha Kosova’nın bağımsızlığını tanımayan Sırbistan’da ise sokak gösterileri yaşanırken mevcut hükümet sallantıda görünüyor. Mevcut sorunların başında ekonomik sıkıntılar, işsizlik ve yolsuzluk görünürken 5 Şubat’ta Belgrat’ta yapılan protestolara olan yüksek katılım ve bu protestoların başını milliyetçi partilerin çekiyor olması endişe veriyor. 2000’li yıllarda Miloseviç’i deviren büyük gösterilerden sonra en yüksek katılımla gerçekleştirilen protesto gösterilerine 55 bin kişinin katıldığı söyleniyor. Protestocuların hükümeti suçlayan en önemli argümanı Avrupa Birliği üyeliğinin tek hedef olarak gösterilmesi ve ülke içindeki en önemli sorunlar olan yolsuzluk, işsizlik ve yoksulluk ile mücadele edilmemesi. AB üyeliği hedefinde de somut ilerlemelerin olmadığı görüşü ile birlikte halkın da AB üyeliği noktasındaki inancının azalması Sırbistan’da patlamaya hazır bir enerji birikimini oluşturuyor.
Bosna-Hersek’te Hükümet Krizi Sürüyor
Batı Balkanların en karmaşık siyasi sistemine sahip ülkesi Bosna – Hersek ise saydığımız diğer ülkelerin belki de en sorunlusu. 5 ay süren hükümet krizinin halen daha bitmemiş olması, Sırp Cumhuriyeti ile zaman zaman yaşanan gerginlikler, Hırvatların yeni bir entite kurma talepleri, yoksulluk, işsizlik ve zayıf ekonomi Bosna – Hersek’i içinden çıkılmaz bir bunalıma sürüklüyor. Yapılan seçimlere belli belirsiz umutlarla giren Bosnalılar seçim sonrasında Bosna – Hersek entitesinde 4 kantonda hükümetlerin kurulamaması neticesinde ortaya çıkan krizden bunalmış durumdalar. Bosna – Hersek’in karmaşık siyasi sistemi ve yönetilememe sorununu ortaya çıkaran Dayton anlaşması üzerinde yapılmak istenen değişikliklerin bu tablo dahilinde yapılması mümkün değil. Dayton’da yapılamayan düzenlemeler ve mevcut ihtilafların sonucu olarak da Avrupa Birliği hedefinde bir adım ileri gidilemiyor. Ortadoğu’da yaşanan halk hareketleri sırasında sanal ortamda “Herkes Sokağa” hareketi şeklinde kurulan ve kısa zaman içinde 9 bin üyeyi bulan grubun eylemlerini sokaklara taşıması endişesinin hakim olduğu Bosna – Hersek, kısa vadede çözülmesi zor sorunlar yumağı ile boğuşuyor.
Değerlendirme
Sonuç olarak Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere Balkan ülkelerinde de var olan ekonomik sıkıntılar, işsizlik ve yolsuzluk neden olurken henüz Balkan coğrafyasında Ortadoğu’ya benzer ciddi halk hareketlerinin palazlanmamış olması bir anlamda “demokratik” sistemin, yani seçimlerin sürekliliği ve varlığı ile ilgilidir. Çünkü Ortadoğu’da halkın ayaklanma sebeplerinden birisi de değişmez liderlerin tekrar tekrar seçildiği anti-demokratik süreçlerdi. Ortadoğu ve Balkanları birbirinden ayıran ikinci önemli sebep ise Balkan ülkelerinde her yeni gün azalıyor da olsa Avrupa Birliği çıpasına tutunuyor olmanın yarattığı umutlu tablodur. Balkan ülkeleri Soğuk Savaş şartlarından tam anlamıyla henüz kurtulmamış olsa da Avrupa Birliği hedefi ve Avrupa Birliği yetkililerinin öğreti ve yol göstericiliği ile yeni bir sisteme ve refaha kavuşmanın ümidini taşımaktadır.  
Balkan ülkelerinin en önemli sorunu ekonomik darboğazdır çünkü dünyayı vuran ekonomik kriz aslında en çok balkan ülkelerini etkilemiştir. Kosova, Bosna – Hersek, Sırbistan ve Makedonya gibi ülkelerin vatandaşlarının Avrupa ülkelerinde oluşturdukları diaspora sayesinde ülkelerine taşıdığı veyahut gönderdiği yardımlar yaşanan mali krizle birlikte tamamen olmasa bile büyük ölçüde kesilmiştir. Hali hazırda ekonomik yeterliliği olmayan ve dışarıdaki akrabalarının yardımları ile geçinen insanların bir anda böyle yardımlardan da mahrum kalması dolayısıyla büyük bir travma yaşatmıştır. Bu anlamda küresel mali krizin aslında en çok etkilediği ülkelerin Balkan ülkeleri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.    
Burak YALIM  (BİLGESAM-TUİÇ Platformu Genel Koordinatörü)