28 Ağustos 2011 Pazar

Yanlışa Koşan Erler


Sanırım en önemli sorunlarımızdan birisi de “dönek olmamak için yanlışta diretmek”. Şu Işık Paşa hikâyesinin yanlışa yanlış olduğunu bile bile tevessül etmek konusunda hem Paşa açısından hem medya açısından hem de paşacılar açısından ibretlik bir durum olduğu ortada. İlk ses kaydından sonra acaba yalanlanır mı diye bekleyen bazıları ikinci ses kaydının da ortaya çıkması ve Paşa’nın da “söylediklerimin arkasındayım” çıkışı ile yandı keten helva ama neresinden kıvırsak edasıyla kolları sıvadılar.

Işık Paşa’nın bizzat yaptığı konuşmayı inkâr etme olanağı yoktu belki ama en azından kalkıp söyledim ve şimdi olsa yine söylerim edasına girmesi açıkçası çok enteresan. En azından, ses kaydı benimdir ve maalesef söylediklerim yaşanmış gerçeklerdir, eğer bunlarla ilgili bizim doğrudan ihmalimiz varsa hukuka sonuna kadar saygılı olacağız ve cezamızı çekeceğiz deyip kepazeliği toparlayabilirdi. Zaten aksini iddia etmiş olması da sanıyorum savcılarımızı görevlerinden geri durmaya sevk etmeyecek ve gerekli hukuki işlemler yapılacaktır. Zaten esas olan da Işık Paşa’dan ziyade halka enformasyon sağlayan köşe kadılarımızın bazılarının absürt yaklaşımlarıdır.

















Hepinizin malumu ülkemizde bir“yandaş medya”tabiri aldı başını gidiyor. Yandaş Medya olarak itham edilenler mevcut iktidar partisinin yandaşları ve herhalde iktidar ne derse doğrudur, muhalifler ne söylerse yanlıştır dedikleri varsayılıyor. Peki, ülkemizde yandaş medya var ise yandaş olmayan bir medya da olmalı ve bunu kimler temsil ediyor? Şu Işık Paşa olayı aslında var olan gerçekleri daha net görebilmemiz için turnusol kâğıdı işlevi gördü. TSK ile ilgili en ayrıcalıklı haberleri yapma lüksüne sahip olan Fikret Bila, Murat Yetkin ve Sedat Ergin gibi yandaş medyadan olmayanların da hallerini daha net gördük desek daha doğru olacak. TSK ile ilgili en ayrıcalıklı haberleri neden mi onlar yapıyordu, açın arşivlerine bir göz atın, “bilmem ne paşa beni aradı, Genelkurmay’dan aldığım bilgiye göre, şu paşayı aradım” gibi bol Paşa’lı ve Asker’li laflar ve bilgiler nedense(!) hep önce onların köşelerinden bizlere ulaşmıştır. Şimdi bu yandaş olmayan medyamızdaki köşe yazarlarının Işık Paşa vakasından sonraki duruşlarına bir göz attım ve anladığım o ki derin bir suskunluk veyahut olayı tamamen başka bir mecraya çekme gayreti var.

Mesela Murat Yetkin 25 Ağustos tarihli köşe yazısına başlık olarak “Adres Necdet Özel mi” ifadelerini seçmiş ve yazısında kaydın nasıl alınabildiği ile zamanlamasına dikkat çekmiş. Yazının sonunda ise Milli İstihbarat Teşkilatı’na gönderme yapar bir hali var. Işık Paşa’nın sözlerine ilişkin herhangi bir şaşkınlık olmadığı gibi konuyu da nasıl Paşa’nın kepazeliğinden başka yöne çekebilirim telaşı içerisinde. Fikret Bila’nın da Murat Yetkin’den ayrı düştüğünü söylemek mümkün değil. TSK’nın bir numaralı gazetecisi diyebileceğimiz Fikret Bila’dan da başkasını beklemek saçma olurdu diyebilirsiniz ama gerçekten bu kadarına da pes diyor insan. Mesela Işık Paşa’nın bir Genelkurmay Başkanı olduğu ve söylediklerinin ülke güvenliğine ilişkin ciddi zaaflar taşıdığını söylemek yerine kalkıp bu konuşmaların dinlenmesinin ülke güvenliğini zaafa uğrattığını söyleyebiliyor. Elbette konuşmaların nasıl ve kimlerce dinlendiği de önemli bir soru ancak ülke güvenliği açısından daha vahim meseleler sanırım Paşa’nın söyledikleri. Bila yazısında Işık Paşa’nın söylediklerinin yol göstericiliğine vurgu yaparak sanki bir sonraki döneme ilişkin dersler veriyormuş gibi bir imaj oluşturuyor. Konuşmaları dinlememiş olsak zannedeceğiz ki Işık Paşa halefine uyarılar yapıyor. Evet, Paşa’nın yaptığını özeleştiri olarak görebileceğimiz kısımlar var ama aynı Işık Paşa o ses kayıtlarında “kimseyi dinleyecek halimiz yok” diyor. Bu da mı yeni döneme bırakılan bir ders acaba? Bu absürt yaklaşımlara bir başka örnek ise Hürriyet gazetesi yazarı Sedat Ergin. Daha ağustos ayının başında“Balyoz Davası” ile ilgili derin analizler (!) yazan Sayın Ergin nedense Işık Paşa’nın ses kaydı olayı ile ilgili henüz bir şey yazmış değil.  25 ve 26 Ağustos tarihlerinde köşesini Libya konusuna ve 27 Ağustos’ta ise“Müzik Aletlerini Müsadere Etmek” başlığı altında Beyoğlu vakasına ayırmış görünüyor. Haliyle insan merak ediyor, Balyoz Davası ile ilgili iddianameleri okuyup derin tespitler yapan ve yakından ilgilenen Sedat Ergin bey neden yine Balyoz Davası ile ilgili ciddi ifadeler barındıran Işık Paşa’nın ses kaydıyla ilgilenmiyor?

Ne diyorduk, yanlışta diretmek kötü bir ruh halidir. Dönek olacağını zannedersin, gurur yaparsın ve yanlışı nasıl doğru göstereyim diye uğraşırsın ama nafile, yanlış yanlıştır çünkü. Bir de üstüne utanmadan sıkılmadan birilerine “yandaş medya” tabirini yakıştırır ve yaftalarsın. Yanlıştan dönemediğini anlarız bu bir ruh halidir amma kalkıp başkalarına yandaş derken kendini candaş göstermeye ne demeli? Hayır, konu sıradan insanlar olsa canımız sıkılmayacak belki de yazıya konu olmayacak ama bahsettiğimiz kişilerin bilmem ne kadar okuyanı var. Eğer okumaları bu bakış açısı ile yaparsak ve hâlihazırda “tevhid-i tedrisat”ile önceden koşullandırılmışsak gerçekleri görmek hiç kolay değil. Dolayısıyla bizim de bu konulara dikkat çekmemiz, naçizane köşemize taşımamız gerekiyor ki eşimiz dostumuz okuyorsa bir de böyle baksınlar. Yoksa derdimiz kimselerin yandaşlığına yahut candaşlığına laf söylemek değil.  Ha unutmadan bu hususta medyayı eleştiriyoruz ama siyasi partilerimizin de duruşu duruş değil bilesiniz.

@burakyalim (twitter)

Neden Profesyonel Askerlik?


Gündemin en önemli haberi diyeceğim ama kendini bu konularda kayıtsız şartsız kapatmış olanların hiç duymak istemediğini bildiğimiz bir ses kaydı internete düştü. Tarihi diye nitelendirdiğimiz “generallerin istifası” olayının (ki istifa da yok emeklilik var, zira tazminat hakları yanacaktı paşaların) baş aktörü Eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner Paşa’nın birtakım subayla yaptığı toplantı yahut sohbet ses kaydı olarak bir web sitesinde yayımlandı ve aynı gün içerisinde kaldırıldı.
Zamane alışkanlığı “sosyal medya” sayesinde bu ses kaydının varlığından anında haberimiz oldu ve bir kısmını not etme şansına sahip olduk. Başlık “neden profesyonel ordu” konu “ses kaydı” diyebilirsiniz ama zaten işin düğüm noktası da burası. Ordu’nun en tepesindeki “paşa”nın itiraf mı desek yoksa acziyet mi desek bilemediğimiz ifadelerinde bizim neden ve ne kadar acil bir profesyonel orduya ihtiyacımız olduğu açıkça ortaya koyuluyor. Her ne kadar kendisi aynı ses kaydında “hudut birliklerini profesyonelleştirelim, bakın profesyonel ordu demiyorum” dese de konuşmaların tamamından çıkan tablo ne kadar amatör ve acizce terörle mücadele yapan bir ordumuz olduğunu gözler önüne seriyor.

Zorunlu askerlik dediğimiz şeyin her zaman bize özgü olduğu, Türklerin vatan sevgisi ve vatan borcu hissiyatıyla gerçekleştirdiği ve dünyada eşi benzeri olmadığı söylenir durur. Oysa 1. Dünya savaşından sonra Almanlarla itilaf güçleri arasında imzalanan Versay antlaşmasına baktığımızda savaşı kaybeden Almanlara zorunlu askerlik uygulamasının yasaklandığını görebiliriz.(http://tr.wikipedia.org/wiki/Versailles_Bar%C4%B1%C5%9F_Antla%C5%9Fmas%C4%B1) Benzer bir örnek ise Fransızlar için geçerlidir. 1798 yılında konulan Loi Jourdan isimli bir yasa “20 – 25 yaşları arasındaki bekâr ve çocuksuz her erkeğin askerlik yapmasını ilan eder” ibaresini taşımaktadır. (http://en.wikipedia.org/wiki/Jourdan_law) Zorunlu askerliğin 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın sonlarına kadar geçerliliğini koruduğunu kabul etmekle birlikte bilhassa soğuk savaştan sonra dünyada yaşanan yumuşama ile özellikle büyük ülkelerde terk edildiğini fark etmekte yarar var. Çünkü yeni dönemle birlikte teknolojide yaşanan çağ değişimi eskisi gibi kalabalık hantal orduları değil onların yerine daha hızlı hareket edebilen ve teknolojiyi en iyi şekilde kullanarak nokta atışı yapabilen savunma reflekslerini gerektiriyordu. Daha hızlı hareket edebilen ve teknolojiyi kullanan orduların da başarısı eski usulle hareket edenlere göre fazlaydı.(Bknz. ABD’nin Irak Savaşları, Rusya ve ABD’nin Afganistan işgalleri)
Yukarıdaki bazı teknik ve detay bilgilerden sonra bizim “zorunlu askerlik” meselemizin can alıcı noktalarına ve işlevlerine de değinmekte yarar var. Zorunlu askerlik, 20 yaşındaki bireyin vatan sevgisi ve birlikte yaşama koşullarını öğrenerek ulusal bütünlüğü sağlama konusunda bir doktrin oluşturma mekanizması olarak kullanılmak istendi. Askerliğin her şeyden kutsal olduğunu ve asker olarak ölüme gitmenin ne kadar onurlu olduğunu vurgulayarak aslında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de siyasete müdahale etmesini meşru kılıyor ve buna zemin hazırlıyordu. Hali hazırda var olan dahili ve harici düşmanlar ancak güçlü bir ordu ile berhava edilebilirdi. Bu güçlü ordu için ise “gönüllü” olmayacağına göre “zorunlu”askerlere ve açıkçası bu sistemden geçirilerek doktrine edilecek vatandaşlara ihtiyaç vardı. Gönüllü olmuyordu çünkü askere gidip gelenlerin tecrübeleri bir sonraki gidecek adaylar için korkulu birer rüya ve kabus oluşturuyordu. Dolayısıyla söylemde gönüllü ama hukuken zorunlu bir askerlik sistemi uygulanmalıydı. (Buraya kadar yazdıklarımız ise Türkiye’nin içinde bulunduğu özel konumla da ifade edilebilir. Malumunuz her yerde düşman var ve çok stratejik bir coğrafyada tutunma mücadelesi veriyoruz ve dolayısıyla eğer vatandaşıysan bu memleketin askerliğini de paşa paşa yapacaksın yok olmaz diyorsan da defol git.)
Şimdi konumuzun can alıcı kısmına gelebiliriz. Eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner Paşa’nın internet ortamına düşen videosu gönül isterdi ki bazı siyasilerin videolarına benzeseydi de bu kadar üzülmeseydim ve samimiyetle istediğim Güçlü Türkiye’nin Güçlü Ordusu’nun bu hallerde oluşunu görmeseydim. Buyurun Işık Paşa’nın hudut birlikleri ile ilgili ifadelerinden okuyalım: “karakollarımızın çevresinde ve hudutlarda kontrolsüz mayın döşediğimizi sivillere söyleyemiyoruz huduttakinin bile işareti yoktur. Adam gidiyor basıyor bilmem ne yapıyor. Haberimiz yoktu. Ekip gönderdik Ankara’dan da geldiler sırayla bitirdiler. Bilmiyorum bitti mi daha devam ediyor mu?” Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en tepesindeki komutanın döşenen mayınlarla ilgili ifadeleri bunlar. Hemen bu ifadelerden sonra paşa devam ediyor, “Şimdi ben desem ki yetkililere yahu bizimkiler mayın döşemişlerdi 10 sene evvel 20 sene evvel başıboş bırakıp gitmişler ne derler? Döşerken aklınız nerdeydi derler. Maalesef döşeyen yine biziz. Değil mi?” Ordumuz güvenlik amaçlı mayınlar döşüyor ve bu mayınları başıboş bırakıyor sonra gencecik arkadaşlarımız mayına basıp hayatlarını kaybediyor. Diyeceksiniz ki 10-20 yıl öncesinde döşenen mayından Işık Paşa’nın suçu ne, bireysel olarak bir suçlu aradığımız zaten yok. Ve aynı paşamız o makama gelene kadar 40 yıldır o kurumun içerisinde. Eski Genelkurmay Başkanımız 6 mehmetçiğin şehit edildiği Hantepe baskını ile ilgili ise şu ifadelerde bulunuyor:“Neden bunu söylüyorum. Önümüzde örneği var. Verelim örneğini, hepimiz öğrenelim. Bir daha o hataya düşmeyelim.  İşte bu hantepe mantepe olayında operasyon yapan komutan daha doğrusu sorumlu komutan 1. Tugay komando tugay komutanıydı ve kendisi arazideydi. Orda bilmem ne tepesindeydi. Ama ekrana bakan komutanlık civardaki komutanlığımız ona müdahale etme yetkisi yoktu. Böylece bir koordinesizlik oldu zamanında müdahale edemedik.” Komutanımızın hatalardan ders çıkardığı ve yenilenmesini istemediğini görmek şahane ancak bu bahsi geçen olay bilmem kaç sene önce değil henüz daha acısı taze olanlardan. Yani bu zamanda bu hataları yapan birilerinin kasıla kasıla arka çıktığı ve yıpratıyorsunuz dediği güçlü(!) ordumuz. Bunlarla profesyonel askerliğin ne ilgisi var diye düşünüyorsanız eğer bakın ses kaydında daha vahim bir kısım var onu da birlikte okuyalım: “eğitim zafiyeti nedeniyle terörist diye masum erimizi kendimiz vurduk. Kabahatli biziz bakın yine örnek, dilimin ucuna geliyor söylemek istemiyorum. Böyle timi mimi sahip olmazsa orda bir tane karaltı görür tak diye ateş eder başlar sesi duyan herkes ateş etmeye basıldık diye. Arkadaşımızı bir erimizi alnından vururuz. Vurduk mu? Haberiniz var mı? Var değil mi? Olayı takip ediyorsunuz. Herkesin cebinde artık telsiz var eskisi gibi de değil. Bak ben ateş ediyorum. Herkes sussun diyeceksin. Herkes duyacak. Kimse bir şey yapmayacak. Bir kişi edecek. Bunu gayet kolay yapmak ama eğitimle bunu yaparsanız olur. Bırakırsanız keyfine gider adam ateş et der. Vay basıldık diye herkes silaha sarılır. Bir masum erimizi alnından pat diye vururuz.  Kabahatli biziz.” Ne diyor paşam “eğitim zafiyeti”, neden, çünkü 3 aylık kıytırık eğitimden geçen kardeşimi dağın başına karakola götürmüşsün haliyle o da ufak bir çıtırtıya basıyor mermiyi sonra herkes davranıyor silaha. Can tatlı elbette, kimse ölmek istemiyor ama ne yaparsın “zorunlu” askerlik. İşin traji-komik yani ise o kardeşimiz ellerine kına yakılarak, vatan için ölürse şehit olur diyerek davulla zurnayla askere gönderiliyor ve kendi arkadaşının silahından çıkan, yani TSK’nın mermisi ile şahadete eriyor. Dikkat buyurun ölenler yine Ahmet ağa ile Ayşe teyzenin çocuğu, bunu ben değil kendi ağzıyla Genelkurmay Eski Başkanı söylüyor: “çoğu yerde çat pat dediğin zaman o oraya bu buraya birkaç gözü kara arkadaş dayanıyor dikkat ediyor, şey yapıyor.  Lider pozisyonunda olanlar piyasada yoklar. En acısı da silahını da bırakıp da gidenler. Roj tv silahın numarasını da beraber gösteriyor. Öyle mi? Silahın numarasını da gösteriyor. Ben olsam o rütbelinin yerine insan içine çıkmam. Ama utanmıyor adam.” Lider pozisyonunda olanlar “paralı askerler” biliyorsunuz değil mi? Mesleğini askerlik olarak tercih etmiş ve maaşla bu işi yürütenlerin piyasada olmadığını söylüyor Işık Paşa. Bir keresinde bir astsubay kızı ile tartışmıştım. Bana, babasının ölüm tehditleri içinde nöbet tuttuğunu söylüyordu. Ben de kendisine benim babamın dış cephede boya yaparken 13. katta ölüm tehlikesi taşıdığını söylemiştim. Kimse anlamadı tabii ki oysa mesele her ikisinin de evladına ekmek getirmek için o riskleri göze aldığı gerçeğidir. O arkadaşın babası astsubay diye benim babamdan daha çok sevmiyor aslında vatanını. Demek istediğim “paralı askerlik” bir tercihtir. Hayatınızı askerlik mesleği üzerinden alacağınız maaşla idame ettirirsiniz. Ve maalesef Işık Paşa’nın dediğine göre paralı askerler yani rütbeliler mevziiyi en önce terk ediyor. Vatandaşın vergisi ile maaşı ödenen devlet memuru vatandaşın çocuklarını ölüme gönderecek kadar gözü kara olabiliyor.Buyurun Işık Paşa’nın ifadeleri ile devam edelim: “ancak geçen seneden beri biraz daha mantıklı olarak bu işi yapmaya karar verdik. İşte eskiden büyük bölgeleri aramak için taburlar hadi araziye diziliyorduk. Hadi arıyorduk tarıyorduk bu arada 10 kişi mayına basıyordu beş kişi bilmem ne oluyordu. Düşüyordu kalkıyordu yaralanıyordu neticede de hiçbir şey bulamıyorduk verdiğimiz zayiatla kalıyorduk. Onun için dedik ki istihbarata dayalı gerçek duyuma dayalı bir şey elde ettiğimiz zaman bunun usulünü yolunu valiyle maliyle ayarlayalım ve derhal buna operasyon yapalım.” Tablo ortada aslında daha fazla yorumlamaya gerek bile yok. Yine biz vatan görevi aşkıyla “zorunlu asker” olacağız ve hizaya dizileceğiz, sonra araziye götürüleceğiz ve belki de 10-20 yıl önce yine TSK tarafından döşenmiş mayına basacağız. Sonra da “şehitler ölmez vatan bölünmez”. Bu durumda aslında teröristler ölmüyor, öldürülemiyor ve vatan bölünmese bile vatandaşlar zayiat oluyor. Çark başka türlü nasıl dönecek sanıyorsunuz. Pompalanan vatan-millet aşkı olmazsa kim gidecek “zorunlu askerliğe”. Aslında söylenecek çok söz var ama Işık Paşa’mızdan son çarpıcı alıntı ile yavaş yavaş sözlerimizi noktalayalım. Işık Paşa son zamanlarda halkın bilinçlenmesiyle ilgili ciddi bir uyarı yapıyor: “çok dikkat edin herkesin gözü üzerimizde. Bir ufacık hata yapılırsa basına taşınıyor, manşetlere taşınıyor onun için herşeyi yasal bazda yapmak durumundayız. Bizim yasalarımız hani bazen kızıyoruz mızıyoruz ama bize gerekli yetkiyi veriyor.” Anlaşılan o ki hataların deşifre olması neticesinde ancak “yasal” zemine kayabiliyor ordumuz. Demek ki bilmediğimiz neler oldu illegal. İkincisi ise yetki yok diye bağırmalarının aslında ne kadar yersiz olduğunu kendi ağzıyla söylüyor ve nedense mızmızlandıklarını kendisi ifade ediyor.
Sonuç olarak yukarıda yazdıklarımızı yine duymayacak, duysa bile “ordu karşıtı”“terör payandası”olarak niteleyecek çok insan var biliyoruz. Fakat anlaşılması gereken şu ki eğer bu eski kafa ile yola devam edilirse ne terör bitirilebilir ne de Türk Silahlı Kuvvetleri hak ettiği değerli konuma ulaşabilir. Evet, zor bir coğrafyada büyüme mücadelesi veriyoruz ve bunun için “hakikatten güçlü ordu” ya ihtiyacımız var. Zorunlu askerlik “ideolojik ve ekonomik” olarak birilerine ciddi menfaatler sağlıyor ve bunun kırılmasından gerçekten rahatsızlar. Onların bu söylediklerimize kulak asmaması ve tersini iddia etmesi normaldir lakin o konumda olmayıp sırf vatan-millet-ordu hassasiyeti ile dönen bu kirli çarka destek verenlerin aklını başına alması gerekiyor. Ne diyordu Mustafa Kemal Atatürk: “Vatanını en çok seven görevini en iyi yapandır”. Kendisini Mustafa Kemal’in ordusu olarak nitelendiren Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de görevini en iyi şekilde yapması gerekmiyor mu?
Not: Vatandaşları askerlik görevine karşı soğutmaktan ötürü herhangi bir cezaya maruz kalırsam eğer siz değerli dostlardan temiz çamaşır, sigara ve bolca kitap göndermenizi bekliyorum. “Yeni Türkiye”hikâyelerini de yazmayı unutmayın! J
@burakyalim (twitter)
https://www.facebook.com/burakyalim


7 Ağustos 2011 Pazar

(YAŞ) Medya Yorumları

Geçtiğimiz günlerde Yüksek Askeri Şüra (YAŞ) toplantıları gerçekleşmeden hemen önce genelkurmay başkanı ve 3 kuvvet komutanı istifa mahiyetinde emekliliklerini istemişlerdi. Bu istifalar (emeklilik) üzerine medya ve sokak kendince belli tartışmalara kalkıştı. Bize göre henüz "askeri vesayet" biterken başkalarına göre "sivil darbe" başlıyordu. Esasen askeri vesayetin tam manasıyla bittiğini de söylemek öyle kolay değil. Nitekim halen daha "zorunlu askerlik" meselesi ile birlikte "genelkurmay başkanlığı" nın "milli savunma bakanlığına bağlanması" ve "askeri harcamaların kontrol altına alınması" gibi konularda atılması gereken ciddi adımlar var. Bu konular ayrı birer yazıya malzeme olacağı için bir kenara bırakarak esas meseleye girmek istiyorum. 

Yaşanan bu emeklilik (istifa) olayından sonra birileri kalkıp "karpuz kesecektik" derken bir başkaları da "ordu evlerine nasıl girecek" şeklinde söylemlerde bulundu. Bana sorarsanız her iki yaklaşımda birbirinden tehlikeli. Hepinizin malumu bir gazetemiz "karpuz kesecektik" derken aslında bile bile birilerini gaza getirmeye, sinir uçlarıyla oynamaya yelteniyordu. "Ordu evlerine nasıl girecek" ithamıyla ise yeni Genelkurmay Başkanı'na seslenenler ise çiçeği burnunda Genelkurmay Başkanı'nı genç subaylar tarafından sevilmeyecek olmak, rütbeli askerlerin yüzüne bakamayacak hale gelmek, kısacası en üst rütbede olduğu ve başkanlığını yaptığı kurumda sevilmeyecek olmakla adeta tehdit ediyordu. Olay bununla da sınırlı kalmadı, yaşanan atamalardan sonra malum gazetemiz kalktı ve bu kez de Başbakan'a ithafen "diklendi ama dik duramadı"  manşetini attı. Uzaklardan bir ses ise başbakanın başarısını överken ve askerin siyasetten uzak olması gerektiğine atıf yaparken güçsüz bir ordunun Türkiye için Ortadoğu coğrafyasında büyük zaafiyet oluşturacağını söyledi. (Economist)

Yukarıdaki yaklaşımların hepsini sırası ile ele almak gerekirse eğer birincisi "karpuz kesecektik" diyenlerin niyetinin üzüm yemek mi bağcı dövmek mi olduğunu anlamak gerçekten güç. Evet demokratik ülkelerde asker kışladadır ve siyasete karışmaz. Bu noktada hemfikiriz fakat böyle bir manşeti attıracak kadar hırs ve intikam duygusuna neden kapıldığınızı merak ediyorum. Süreç normalleşirken ve asker kışlasına dönerken tekrardan sinir uçlarını kaşımak kime ne yarar sağlayacak? Normalleşme sürecini hep birlikte "normal" karşılamak sanırım toplumsal uzlaşı noktasında özellikle psikolojik olarak daha faydalı olabilir. Dün gücü elinde bulunduranlarca haksız yere aşağılandığımız için ilk fırsatta onları aşağılamak ne kadar tutarlı bir yaklaşım olabilir ki... 

İkinci olarak bir ülke için hayati derecede önemli bir kurum olan Silahlı Kuvvetlerin yeni başkanını kendi kurumu içerisinde adeta bir düşmanmış gibi göstererek itibarsızlaştırmak ne kadar makul? "Ordu evlerine nasıl girecek" gibi bir yaklaşımla hedeflediğiniz yeni bir kaos ve karmaşa yaratmaktan başka ne olabilir ki? Bir kurumun başkanı hakkında diğer personeline yönelik itibarsızlaştırma yaparak neyi ispat edeceksiniz veya neye hizmet edeceksiniz? Ayrıca o kişi o makama gelebilecek kadar hizmet ve çalışkanlık göstermiş ki halen o kurumun içerisinde ve Genelkurmay Başkanı olacak yetenekte. 3-5 arkadaşı bazı sıkıntılar olduğunu düşünerek veya kendilerine göre bazı problemler tesbir ederek kurumu terk etti diye o da mı gitmeliydi? Hadi işi abartalım, Genelkurmay Başkanı istifa etti diye tüm askerlerin istifa ettiğini düşünebilir misiniz? Böyle bir kurumsal yapı olabilir mi? Sonuç itibariyle birileri gider birileri gelir ve kurumlar kalıcıdır. 

Üçüncüsü ise gerçekten birilerinin niyetlerin iyi olmadığını ve ortada ciddi bir intikam ateşi olduğunu gözler önüne seriyor. Başbakan'a ithafen atılan "Diklendi ama dik duramadı" manşeti generallerin istifasından sonra düzenlenen Yüksek Askeri Şüra (YAŞ) toplantıları sonucunda yapılan atamalara ve terfilere ilişkindi. Balyoz ve Ergenekon davalarından tutuklu bulunan askeri personelin emekli edilmeyip görev sürelerinin birer yıl uzatılmasını "dik duramamak" olarak niteleyen gazetemize göre o askerler de derhal emekli edilmeliydi. Bana göre burada ciddi bir art niyet söz konusudur. Henüz haklarında herhangi bir mahkumiyet kararı olmamasına rağmen sırf "asker" oldukları için birilerinin hakkını gasp etmek doğru mu? Hukuki süreç tamamlandığında bu askerlerden herhangi biri bile suçsuz bulunursa o bireyin kariyeri ile ilgili gerçekleşmesi mümkün terfi haklarının yanmış olmasının hesabını kim verecek? Sonuç itibariyle Başbakan'ın tek başına oturduğu masa başında YAŞ başkanı olarak, o askerlerin de emekliliğini istemesi gayet mümkündü ancak bu yolu tercih etmedi. Bu yolu tercih etmemesini bireysel haklara gösterdiği önem ve uzun tutukluluk süresinin de eleştiri olarak görerek pozitif yorumlamak mümkünken kalkıp "dik durmamak" ile itham etmek hiç hayra alamet değil. Aslında bu tutumdan mahkemelerin yani yargının da anlaması gereken birşey var, o da "1 yıl içinde artık bu işin sonucuna varın ve bizim de elimizi rahatlatın"

Ve son olarak meşhur "economist" in yorumuna değinmekte yarar var. Bilindiği üzere bu "economist" in ilk Türkiye yorumu değil. Kendilerinin mevcut hükümeti de pek hazzettiği söylenemez. Kalkıp askerlerin siyasetten uzaklaşması demokrasi adına kötü oldu diyemeyeceklerine göre işte bakın yıpranan ordu Ortadoğu coğrafyasında Türkiye için zaafiyettir falan diyorlar. İngilizler dünya politikasının görünmez merkezi olabilir. Yüzyıllar boyunca bu işlerle uğraşmış ve yön vermiş de olabilir lakin bizim de burnumuzun dibini göremediğimizi zannetmesinler. Emin olsunlar ki Türkiye de güçlü olmayan bir ordu ile bölgede etkin bir aktör olamayacağını çok iyi biliyor. Yok dertleri hükümet aleyhinde konuşmak ise bunu seçimden önce olduğu gibi açık seçik yapabilirler. Bunu da yapmıyorlar çünkü seçim sonuçlarıyla birlikte Türkiye'de kimsenin onlara itibar etmediğinin de farkına vardılar.

Burak YALIM

4 Ağustos 2011 Perşembe

İbadet Polemiği:Tehlikenin Farkında mıyız?

Kaçıncı sıradan seçildi bilmiyorum, sanırım “şahin” soyadına vefadan ötürü kendisi şuan taze vekillerimizden birisi. Yeniliği mi sebep oldu yoksa hep mi böyleydi bilmem ama bir anda ülke gündemine oturuverdi. Umarım çok uzun kalmayacaktır gündemde çünkü hiç hoş olmadı gündeme gelişi. Evet yanılmadınız hemşehrimiz Hüseyin Şahin beyden bahsediyorum. Araştırma gereği bile duymadım, kaçıncı sıradan vekil seçildi, kimdi neydi diye bir google araştırması bile yapmadım. Şu ülke gündemine oturduğu konu varya, bence bu konu bile Sn. Şahin’i az çok tanımamızı sağladı.

Diyor ki Hüseyin Şahin; “Başbakan’a dokunmak bile bence ibadettir.” Tabiki çok iddialı bir söz. Eminim ibadet derken dini bir vecibeyi kastetmedi ve Başbakan’a olan sevgi, saygı ve hürmetini göstermek istedi. Bu sözlerin söylendiği haberi ajanslara düştüğünde tesadüfen ilk görenlerden birisi oldum. İlk tepkim “İnegöl’lü kimliğim rencide oldu” şeklindeydi. Rencide olmuş hissettim kendimi çünkü oy verdiğim yerden seçilen bir vekilimiz her ne demek istemiş olursa olsun kantarın topuzunu kaçırmıştı ve genellemeci zihniyetin hakim olduğu ülkemde bir İnegöllü milletvekili olarak İnegöl ile ilgili bir imaj yaratmıştı. Gerçi memleketin %50’si Ak Parti’ye oy verdiği için geri kalan %50’den ileri düzeyde tepki, Ak Parti’ye oy verip “ibadete” varmayanlardan da ortalama tepkiler gelecekti ya, ben yine de ürktüm. Hüseyin Bey lafını etti, manşetlere konu oldu ve bir iki güne unutulur gider elbette ama esasen burada görülmesi gereken bambaşka bir mesele var ve asıl ürkütücü olan da sanıyorum burası.

Yıllarca Atatürk’ün putlaştırılmasına, ona karşı tutum ve tavırların adeta ibadete varmasına kızan, hatta bu durumun nefrete dönüştüğü bir kitlenin bireyleri de benzer bir hataya düşmeye mi başladı yoksa diye uzun zamandır düşünür dururdum. Ve Hüseyin Şahin bey bu düşüncelerime daha öncekilerden (bknz. Peygamber benzetmesi) sonra eklenen son vakıa oldu. Evet şimdi cumhuriyet gazetesine maalesef katılıyorum ve soruyorum “tehlikenin farkındamısınız?”. Bu soruyu esasen Sayın Başbakan’a sormak gerekiyor çünkü az çok siyasete ilgimden ötürü kendisi ile şahsen tanışma lütfuna ermemiş olsam da böyle şeylere papuç bırakmayacağını tahmin ediyorum. Kendisi bu “ibadetimsi” sevgiye, “tapınılası” aktör olmaya hiç sempatik bakmıyor olabilir ve hatta bu kişilere gereken tepki ve yaptırımı uygulayabilir elbette ama esas olan buraya nasıl ve neden geldiğimiz değil mi? Düne kadar Atatürk’ü putlaştırıyorlar diye kızdığımız Kemalistler ile bu adını da koyamadığım zihinsel duruş aynı potaya düşmüyor mu? Dün gazetelerine “yetiş atam kurtar bizi” manşetleri atanlarla bugün “başbakana peygamber benzetmesi yapan / onla çalışmayı ibadet ile eş değer gören” zihniyet arasında hiçbir fark yok. Peki Başbakan ne yapsın bu durumla ilgili diyorsak eğer, bence yapması gereken en önemli şey parti grubunu, il/ilçe başkanlarını ve hatta belde yöneticilerini ayrı ayrı toplayıp hepsi ile samimi olarak bu konular üzerine konuşması gerekiyor. Seçim zamanı geldiğinde nasıl hepsini bir araya getirip gerekli politikaları anlatıyor ve kapı kapı dolaşmalarını rica ediyorsa, bu durumda da tehlikeyi farketmeli ve benzer bir uygulama ile bu gibi yanlış bir eğilime kapılmanın dehşet sonuçlarını tüm partililerine anlatmalıdır. Bu yeter mi derseniz eğer Sayın Başbakan’a bir başka önerim de ekibini ön plana çıkarmasıdır. Her konuda tek adam gibi görünüyor olması bu algıyı ister istemez yaratmakta ve “Erdoğan olmasa diğerleri bir işe yaramaz, hiçtir” kabilinden cümleler kurdurtmaktadır. Bu işin bir başka boyutu daha var ki o başlı başına yazı konusu olabilir. AK Parti’nin son dönemde Ankaralılaşıyor olması diye kısaca belirtmekte yarar var. Ankaralılaşmak tehlikeli bir sonun başlangıcı olabilir. Ankaralılaşmak demek devletleşmek demektir ve sokaktan vatandaştan uzaklaşıyor olmaktır. Bu durumda “tek adam” dönemlerinde sıkça yaşanır.

Uzun lafın kısası Hüseyin Şahin Bey taze vekil olması hasebiyle sevgisini çok manasız sözlerle anlatmak istediği için gündem oluşturdu. Eminim kendisi bu hızlı çıkıştan gereken dersi almıştır. Lakin medyaya çıkıp, “evet ben Başbakanımıza olan sevgi ve hürmetimi izah etmek isterken lafı epey ileri götürmüşüm ve hem kendimi hem de Başbakanımızı zora sokacak sözler söylemişim. Bu anlamda herkesten özür diler, asıl niyetimin bu olmadığını beyan ederim” diyebilseydi, ya da Türkiye siyasetinde böyle bir üslup ve gelenek olsaydı, inanın herşey çok daha güzel olurdu. Ama maalesef bizim siyasetçilerimiz yanlış da söylese evirip çevirmeye, kıvırıp süslemeye pek meraklılar. Böyle oldukları için de insanlarımızın pek teveccühünü kazanamıyor, aman ne de olsa siyasetçi, bügun söyler yarın unutur, güven olmaz onlara gibi ithamlara maruz kalıyorlar. Oysa insan şaşar beşerdir, bazen biz de hata eder yanlış söz söyleriz demekten kimseye zarar gelmez.

Burak YALIM
Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği Başkanı

Çözümün Neresindeyiz?

Diyarbakır’a gerçekleştirdiğim 3-4 günlük ziyaretin sonucu, çözümün neresindeyiz sorusunun cevabında saklıydı. Bir an düşünüyorum, hakikatten ne demeli, neyi söylemeli ve neyi söylememeli. Sustuklarım patlamama, söylediklerim ayıplanmama neden olacak belli. İyisi mi patlayarak ölmektense ayıplanarak yaşamayı denemeliyiz. Bu kopan kola, kesilen bacağa rağmen yaşama sarılmak gibi bir şey. Kolay değil elbette ama imkânsız da olmadığı hepimizin malumu. Batı ile Doğu arasında sıkışmak yerine hem batıyı hem doğuyu konuşmak, konuşturmak gerekiyor. Çözüm için halklar hazır aslında, sorun siyasette. BDP’nin anlamsız çıkışları, AK Parti’nin sertleşen tutumları bu işe çare olmayacak. AK Parti bölgede BDP’den başka varlığı olan tek siyasi unsur. Kimsenin CHP ile MHP’yi taktığı ve önemsediği yok. Yapılan hizmetler o veya bu şekilde halkın gönlüne girmiş. Hastahanede kuyruk beklemiyoruz, artık herkes uçağa binebiliyor, kuran kursları serbestleşti gibi cümleleri sıkça işitebiliyoruz. Tersi istikamette ise halen daha “ana dil” meselesi ile “eşit vatandaşlık” kafaları kurcalıyor. BDP’nin meclise gitmemesi bölge halkı açısından anlaşılır bir tavır. Kiminle konuştuysam Hatip Dicle’nin 80 bine yakın oyunun gasp edildiğini söylüyor. Bir bakıma AK Parti ile BDP arasında sıkışmışlık söz konusu. Hizmetleri açısından AK Parti’ye sempati duymakla birlikte kimlik talepleri noktasında Başbakanın 2005 yılındaki heyecanlı Diyarbakır konuşması ile beklentilerini yükselten halk hayal kırıklığına uğramış. O yüzden AK Parti’ye kırgın ve BDP bu noktada tek çıkış yolu olarak görülüyor. Demokratik özerklik konusunda ise halkın konuya vakıf olduğu söylenemez. Herkesin ortak beklentisi hep birlikte barış içerisinde yaşamak.

Hep birlikte barış içerisinde yaşamak ortak noktasından hareketle can alıcı kısımlara dokunmak ve fikir teatisi yapmak gerekiyor. Sokaktaki zafer işareti yapan çocukların “Apo” sevdası ile batıdaki çocukların “terörist başı” nefreti arasındaki uçurumu kapatmanın bir yolu olmalı. Bunun sebebi geciken Kürt Milliyetçiliği ve Kürtçülük ile yakından ilgili. Benzetmek hata olmazsa bir “Atakürt” oluşturmanın tohumları atılmış veya atılmakta. “Önderlik” istediği için sigarayı bıraktım diyen bir düşünce yapısı var karşımızda. Ancak sorun şu ki yeni bir milliyetçilik akımı hiç birimiz için bir fayda sağlamayacak ki bu noktada BDP’li siyasetçide benzer bir şey söylüyor. Ona göre sorun sistem, Kemalist sistemin inkâr politikasının bir benzerini bugün AK Parti kendi eliyle kuruyor. AK Parti’nin Kemalizm’e yaptığı eleştiri ve Kemalizm ile gerçekleştirdiği mücadelenin kendi iktidarını kurmak ve pekiştirmekle son bulduğunu bu süreçte Kürtlerin tıpkı Kemalist sistemde olduğu gibi dışlandığını vurguluyor. TRT Şeş gibi önemli bir adımdan bahsettiğimde ise aldığım cevap çok enteresan. “TRT Şeş aslında bu işin benim dediğim gibi olduğunu gösteren en önemli örnektir” diyor. “Siz eskiden bize Türkçe “terörist” derken şimdi kendi dilimizle yani Kürtçe “terörist” diyorsunuz” diye ekliyor. Konuşmanın hemen hemen genelinde “siz-biz” vurgusunun yapılması da ayrı bir psikolojik ayrışmayı gösteriyor. Klasik refleks ile ve son günlerin moda deyimini kullanarak “ama biz kediye kedi deriz” demek istesem bile sorunun iyice içine girebilmek için daha derinlemesine düşünmeyi tercih ediyorum. Nitekim Abdullah Öcalan için “binlerce kişinin katili, bebek katili” dememe müsaade etmeden bunların basının aldatmacası olduğunu, örgütün hiçbir sivile zarar vermediğini dile getiriyor. Konuştuğum karakter aslında 1994 yılına kadar PKK ile arası hiç olmayan ve hatta ona düşman birisi. Ancak amcasının JİTEM tarafından öldürülmesi ile bir sorgulama sürecine girdikten sonra PKK ile aynı doğrultuda düşünmeye başlıyor. “Bizden PKK ile aramıza mesafe koymamız, ona terörist örgüt dememiz beklenmesin” cümlesini gayet kendinden emin bir şekilde sarf ediyor.  Konu demokratik özerklik meselesine geldiğinde ise “demokratik özerklik bizim daha önce sahip olduğumuz ancak sonradan kaybettiğimiz bir haktır” diyor. Demokratik özerklik ilan etmek ile ellerine ne geçtiğini, ilan ediyorum demekle özerkliğin ilan edilmeyeceğini kendisine söylediğimde ise duyduklarım bir kez daha beni umutsuzluğa sürüklüyor. “Biz artık kurumsallaşmaya başladık, şuradaki okulu görüyor musun, biz onun yanına kendi belediyelerimizden topladığımız para ile kendi okulumuzu yapacağız, orada kendi eğitimimizi vereceğiz, eğer devlet gelip kapatmak isterse öz savunma birlikleri ile karşılaşacak ve çatışacak, haliyle bu çatışma halka da yansıyacak ve iç savaş çıkacak.” Bu karamsar ve felaket tablosuna ilişkin söyleyecek pek söz yok doğrusu. Yani bana da mı kurşun sıkacaksınız diye şaka yollu takılmama aldığım cevap ise “benim demokratik mücadelemi destekleyenlere elbette hayır”.

Tüm bu diyalog ve konuşmaları elbette karamsar bir tablo oluşturup, umutları azaltmak için değil, önümüzdeki tablonun ne olduğunu daha iyi anlamlandırabilmek adına paylaşıyorum. Bunun iyi anlamlandırılacak tarafı neresi diyecek olursanız eğer, ortada halen daha konuşabildiğimiz bir süreç var. Konuşmaktan vazgeçmemek, durumu enine boyuna ve önyargısız, ön şartsız konuşmak gerekiyor. Belki de birbirini anlayabilmenin en doğru yolu olduğunu unuttuğumuz şey, tüm bu sorunun bu kadar çetrefilleşmesine neden olan şey konuşma eksikliği değil mi? Unutulmaması gereken bir başka mesele ise siyasetçi ile seçmen arasındaki neredeyse uçuruma varan fark. Hem BDP hem de AK Parti içerisinde siyaset yapanlar ile o partilere oy verenleri birbiri ile kıyaslamamak, her politikacıyı seçmenin tam ve doğru temsilcisi saymamak gerekiyor. Bölgede hem AK Parti hem de BDP’ye verilen oyların toplamda neyi temsil ettiği gerçeği bizim referans almamız gereken konu olmalı. Her iki siyasi partiden beklenen de “barışın”, “çözümün” biran önce tesis edilmesi ve ölümlerin sona ermesi. Yani tüm BDP’lileri “özerklik isteyen” yahut tüm AK Parti’lileri “özerklik istemeyen” diye ayırmak da mümkün değil. Siyasi figürlere bakmak yerine halkın hangi meşru talepler ile bu sorunun çözümünü istediğini incelemek gerekiyor. Kardeşim parlamentoda olan halk değil siyasiler, müzakere eden de siyasiler, o zaman halkın ne dediğinden ziyade siyasilerin ne yaptığı önemli diyebilirsiniz. Ancak halka rağmen siyaset yapanların hangi duruma düştükleri de açık bir gerçektir. Mesela bunu anlamak için bölgede derhal bir “demokratik özerklik” referandumu yapılabilir. Bu duruma eminim ilk önce BDP karşı çıkacaktır. Çünkü Kürtler, Türkiye’den bırakın ayrılmayı Türkiye ile daha fazla bütünleşmeyi arzu etmektedirler. Demokratik Özerklik ayrılmak anlamına gelmiyor olsa bile BDP’nin tek taraflı ilan ettiğini söylediği demokratik özerklik resmen bir başkaldırı ifadesidir. Benzer bir durum ise AK Parti için geçerlidir. Bölgede yapılacak “Kürt Sorunu Bitti mi?” anketi çok yüksek oranlarla “hayır bitmedi” sonucunu gösterecektir. Çünkü henüz Kürtçe ve anayasal vatandaşlık ile ilgili sorunu tamamlayıcı adımlar atılmış değildir. Kürtçe’nin okullarda seçmeli ders olarak okutulmasının önü açılmadan, mevcut anayasanın 66. maddesindeki vatandaşlık tanımı değişmeden bu anlamda somut ve net adımlar atıldığını söylemek mümkün değildir. Bu iki örnekten de anlaşılacağı üzere önemli olan bölgedeki halkın nelerle yüzleştiği, hangi acil ve orta vadeli talepleri sıraladığı iyi tespit edilmelidir. Olayın psikolojik ve sosyolojik boyutlarına inmeden, Diyarbakır’dan Türkiye’ye bakmadan ve empati yapmadan sorunu anlamlandırmak ve çözüm için hareket etmek mümkün olsa bile yeterli olmayacaktır. Bölgede “Abdullah Öcalan” için zafer işareti yapan çocuk da kardeşimiz ise ve T.C. kimliğini taşıyorsa onu da anlamak hepimizin boynunun borcudur.

http://www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/34-burak-yalim/1812-cozumun-neresindeyiz

Ez “Amed”im Hezdikhem


Yazının başlığı bile kimilerinin içini gıcıklatıyor olabilir. Çünkü İzmir’e“Smyrna” demek ile Diyarbakır’a“Amed” demek arasında dağlar kadar fark vardır. Oysa İzmir’in de Diyarbakır’ın da eski isimleridir bunlar. “Smyrna” dediğinizde akla Antik Yunan döneminin İzmir’i gelir ve bazen iyi bir pazarlama adıdır“Smyrna”. Gönül isterdi “Amed”dediğimizde de benzer bir geçmişe atıf yapılabilseydi, Diyar-bekr’in yahut günümüzdeki ismi ile Diyarbakır’ın geçmişteki bir adı olarak yerleşseydi belleklerimize “Amed”. Maalesef öyle olmadı, oldurmadılar çünkü. Bugün“Amed” dediğinizde Türkiye’nin batısının hemen hepsinde “bölücülük” gelir akla, öyle bir yer yok diye “Amed” ismi inkar edilir. Lafa, o isim zaten “Kürtçe” değil ile başlarlar ve akabinde ağız dolusu hakaret ile devam ederler çok kez… Fakat kimse sormaz, insanlar neden “Amed”diyerek sevdalandı Diyarbakır’a, niçin ısrarla o şehri yüreklerinde “Amed” olarak taşıdılar diye. Zaten bu coğrafyada fazla suale de müsaade edilmemiştir yıllarca, birileri söyler, diğerleri kabul eder genellikle. Muhalif olmak, eleştiri yapmak hep en zor yolu tercih etmektir.
Sırf muhalif olmak için değil de yerinde görmek, havasını solumak, suyunu içip ekmeğini yemek için “Amed”e yahut Diyarbakır’a gitmeden önce bu soruları kendime belki de defalarca soruyordum. Yaşamı idrak etmeye başladığım, yani “politika” diye kavramlaştırdıkları şeyi hasbelkader anladığım günden itibaren hep süregelen bir sorunun “başkenti” olarak karşıma hep Diyarbakır ismi çıkıyordu. Nitekim doğruymuş, gittiğimde ne kadar politik bir şehir olduğunu anlamam çok zor olmadı. Bir gazete bayiinden bilmem ne gazetesini istediğimde bayii sahibinin“ne yapacaksın o gazeteyi, o gazate bilmem kimin değil mi, hani şu “kürt” olan ama sonra Başbakan gibi “kürt sorunu bitmiştir” diyen adamın değil mi?” dediğinde, her şey daha yeni başlıyordu. İki sokak ötede Diyarbakır’ın sıcağından biraz olsun kaçmak, iki dakika oturup soluklanmak istediğimizde karşımda “meşhur kürt kahvesi” yazılı birçok levha gördüğümde bir “türk kahvesi bağımlısı” olarak “kürt kahvesi ile türk kahvesinin farkı nedir ki, yapılışı mı farklı?” diye sorduğumda aldığım cevap Diyarbakır’ın politik duruşunu simgeliyordu. Garson kız gayet ciddi bir ses tonuyla ve üzerine vurgulayarak “her yönüyle farklı” diyordu. Ve bu farklılığı ben hoşgörü ile karşılayıp twitter’dan “kürt kahvesi çok güzel” yazdığımda aldığım cevap tüyler ürperticiydi. “Ancak sizin gibi faşistler dünyaca ünlü türk kahvesini kürtleştirir”…  Birileri yine şecaat arz ederken sirkatin söylüyorlardı…
Diyarbakır’ın kavurucu sıcağında hem başımı güneşten korumak hem de bölgeye ayak uydurmak niyetiyle kafama bağladığım puşi ile sokaklarda dolaşırken tenimin beyazlığı mı yoksa tipik bir kürt görüntüsüne sahip olmamamdan mı kaynaklandığını anlamadığım bakışlara maruz kalıyordum. Sokaklarda dolaşırken duvarların bir kısmında yazan“faşist devlet hesap verecek” ve “biji apo” yazılarını anlamlandırmaya çabalarken ve düşünürken birkaç çocuğun “hello” diye başlayıp “abi sen turist misin” diye devam eden sözleri ile çocuklara yöneldim. Birlikte fotoğraf çekilmek isteyen 8-9 yaşlarındaki 3 çocuk ile tam poz vermiştik ki önce biri ve devamında hepsi zafer işareti yaptılar. Meraklı bir tavra bürünerek bu ne işareti diye sorduğumda, “zafer işareti” ve ne için yapıyorsunuz dediğimde de“apo için” cevaplarını alıyordum. Evet, şimdi yazıyı okuyan arkadaşlarımın homurtularını hisseder gibiyim, “al işte küçücük çocuklar bile “terörist başı” için zafer işareti yapıyor” diyorsunuz. Hangi figürün kimler için ne anlamlar ifade ettiğini “ne” belirliyor acaba diye soruyor musunuz kendinize? Yoksa bu soru çok mu anlamsız geliyor hepimiz için, zaten daha dünden belirledik mi biz tüm bu soruların cevaplarını ve zihinsel sınırları çektik mi bu cevaplara göre? Kısacası bir “Kürt” ile yaşamadan, onu dinlemeden, nedenini niçin ini sormadan kendi değer yargılarımız ve koşullarımıza göre yargısız infaz ettik mi kaderlerimizi?
Ne demiştim? Hayatın politika olduğunu öğrendim öğreneli aklımda bu sorular hep var olmuş, önceleri kestirme cevaplar ile tamamen dışlayıcı cümleler ve hatta faşist söylemlerle bunları dışlayıcı refleksler vermiş ve akabinde hem okyanusumun (zihnimin) hem de vicdanımın zorlaması ile olaya daha fazla ehemmiyet göstermiştim. Zaten bu Diyarbakır ziyareti de tamamen vicdani bir sorumluluk ile hissettiğim acının tezahürüydü. Bilmiyorum memleketimin kaç canı hem de daha can olduğunu yeni idrak etmişken kutulara konulup çukurlara gömüldü! O zaman bunca ölümün yanında bizim yaşamak ağrısını hissetmemiz gerekiyor. İşte tam da bu noktada hayat çemberime bir şekilde değen insanlardan birisi çıkıyor karşımıza. Mardin’de bir çay bahçesinde Mezopotamya’yı seyreylerken yan masamda oturan bilmem ne Abi! 1994 yılında amcasını JİTEM öldürene kadar PKK’nin kayıplarına sevinen, “3-5 tanesi daha öldü iyi oldu” diyen ve akabinde PKK ile bağlantılı olduğu suçundan hapis yatan bilmem kim abi! Bugün BDP’de siyaset yapıyor ve “demokratik özerklik bizim daha önce sahip olduğumuz ancak kaybettiğimiz bir şey” diyor ve “Bugün burada veya Diyarbakır merkezde sen “MHP’liyim, Türk’üm, Milliyetçiyim” diyebilir ve hatta bağırabilirsin ve kimse sana dönüp bakmaz bile ama hadi gel bunun tersini Taksim’de yap bakalım”  diye bitiriyor cümlesini. “Çok açık ve net söylüyoruz, söylüyorum, biz Kürdistan istemiyoruz” derken samimiyetini anlayabilmek hiç zor değil. Peki ya arkamdan başka türlü konuşuyorsa paranoyası ile yaşamamız mümkün değil.“Hepimiz kardeşiz” sloganlarının artık içi boş birer cümle haline gelmesini istemiyorsak sözümüzün eri olmalıyız. Aksi takdirde Orhan Veli’nin yıllar önce söylediğini tekrar ediyor olmaktan başka bir şey yapmış olmayız: “Kimimiz öldü, kimimiz nutuk attı bu vatan için…” Fakat ölümlerden ve nutuklardan bıktık artık. Diyarbakır’da evlerinde kaldığım dostumun annesi ile benim annem aynı acıyı hissediyor yüreğinde; evlatlar, çocuklar, yavrular ölmesin! Bir Arapça atasözü: “Bazı şeyleri söylersen ayıplanırsın, söylemezsen patlarsın” diyor. Patlamaktansa ayıplanmayı tercih etmek gerek. Kutulara konularak çukurlara gömülenler ne bir politikacı, ne bir TSK üst düzey görevlisi ne de bir PKK üst düzey yetkilisinin çocukları değil. Yani Öcalan da, Karayılan da, Erdoğan da, Demirtaş ta, bilmem hangi komutan da çözüm için bir güce sahipler ama sorundan canları doğrudan yananlar değiller. Sorundan canı yananlar hep analar ile babalar… Ahmet amcalar, Ayşe teyzeler… Ve maalesef ellerinde bu sorunu çözmeye yönelik bulundurdukları gücün farkında değiller. Hep alışılmış siyasetçiden, askerden ve gerilladan çözüm beklemeye… Canı yanmayan çözüme yanaşmıyor ki! İntikam hırsı ile de çözüm olmuyor. O zaman halkların, kürdüyle türküyle artık neresiyse taraf, tüm halkların birbirleri ile konuşması, görüşmesi, kucaklaşması gerekiyor. Anlaşmak hiç zor değil peşinen söyleyeyim. Ez Amedimhezdikhem diyebiliyorsam ben, sizler de birbirinize “Ez te hezdikhem” diyebilirsiniz. Birbirimizi sevmekten bahsediyorum. Mademki inanan bir toplumuz, gerilla da ölse asker de ölse musalladan geçiyor cenazeler… O zaman kulak verin inandığınıza, Peygamberimiz (sav) buyurdu ki; "İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olamazsınız" [Müslim, Ebu Davud, Tirmizi]
Burak YALIM
UİÇ Derneği Başkanı


http://www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/34-burak-yalim/1783-ez-amedim-hezdikhem

Bye Bye Paşam!


Bir şeyin ilki her zaman büyük ses getirir biliyorum ama ne olursa olsun bunca tecrübeden sonra “3-4 memurun” istifa etmesi ile ilgili ki istifa da değil “emeklilik” durumuyla ilgili neden bu kadar yaygara kopardık anlamış değilim.

Türkiye’de AK Parti dönemi ile birlikte sivil-asker ilişkilerinde de yeni bir dönemin başladığını biliyoruz. Bu yeni dönem, tahteravallide askerin aşağı, siyasetin yukarı çıkışını çeşitli örnekleri ile bizlere daha önce göstermişti. En büyük kırılma noktası ise 2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimiydi. Ak Parti cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül’ü gösterdiğinde 27 Nisan gecesi genelkurmay bir muhtıra yayımladı ve “sözde değil özde laik bir cumhurbaşkanı” istediklerini ilan etti. Ertesi sabah Ak Parti’nin hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in dile getirdiği ve şahsen askere karşı bugüne kadar gerçekleştirilen en dik duruş olarak nitelediğim cevap asker-sivil ilişkilerinin can alıcı noktasıydı. 28 Şubat’da Necmettin Erbakan’ın gerçekleştiremediği “dik duruş” öğrencisi Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğini yaptığı Ak Parti tarafından gösteriliyordu. Sivil – Asker ilişkilerindeki kırılma ve değişim yine geçtiğimiz yıl yaşanan Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısında kendisini açıkça göstermişti. Hükümet yargı sürecinde bulunan muvazzaf subayların terfi etmesine müsade etmemiş ve 2007’de gösterdiği dik duruşu sürdürmüştü.

Aslında bugün yaşanan istifalar (emeklilik) o günlerde de bekleniyor, asker rest çekerse ne olur sorusu dillendiriliyordu. Bana kalırsa bir sene gecikmeli olarak belki de İlker Başbuğ’un Işık Koşaner’e göre daha ılımlı olmasından da kaynaklanan nedenlerle gerçekleşen rest (şov) sadece gürültü kirliliği oluşturuyor. İlker Başbuğ emeklilik istememiş veya istifa etmemişti çünkü görev süresi zaten bitiyordu ve belki de krizle anılmak istemiyordu. Ancak Işık Koşaner bu işi 2 yıl daha sürdürecek olduğundan artık canı burnuna gelerek 250 civarındaki emekli ve muvazzaf askerin tutukluluğuna dayanamayarak çekti gitti. Kendisine göre bir onurlu tutum sergilemiş olduğunu düşünebiliriz lakin giderken yaptığı açıklamaları eleştirmek boynumuzun borcudur. Emeklilik istemek yerine istifa etseydi pek bir onurlu duruş olacaktı ama tazminat ve haklardan vazgeçmek herhalde işine gelmedi. Işık Paşa giderayak bilmem ne kadar askerin tutukluluğunun sona ermesi için ilişkin yasal düzenlemelerin yapılmadığını, onları koruyup kollayamadığını açıkça beyan edip bu yükün altında da duramayacağını göstererek kenara çekiliyor. Ortada ciddi bir başarısızlık var tabii ki, koskoca genelkurmay başkanımız personelini hukuka karşı koruyamıyor (!), eskisi gibi kendi mahkemeleri ile yargılayıp takipsizlik vermek, suçları ya da ihmalleri sümen altı etmek gibi şansı da yok, haliyle gemiyi terkediyor. Kim olsa aynını yapardı. Çünkü zihniyet bu olduktan sonra fiiliyat da başka birşey beklenemez. Gemi eğer benim değilse, benim istediğim gibi yürümeyecekse o gemiye daha da binmem mantığı bu. Fakat işin enteresan tarafı geminin kaptanı (genelkurmay) sadece kaptan köşkündekilerle ilgileniyor. Derdi orgeneralleri, korgeneralleri, albayları falan kurtarmak. Peki ya o gemiye esas gücünü veren, gemiyi sürükleyen ve amiyane tabirle hamallığını yapan “erler” ile ilgili ne yapıyor kudretli kaptan? Ahmet ağa ile Fatma teyzenin çocuğunu zorla askere alıyor, yat-kalk, getir-götür yaptırtıyor, maaş yok, ödül yok ve üzerine bir de pisipisine ölümler... Maaşlı askerleri korumak kollamak hukuksuzluklarına arka çıkamamak mı yoksa zaten mecburi görev olarak orada bulunan erleri ve hatta çocukları genç yaşında ölümlere göndermeye engel olamamak mı “onurlu bir duruş” merak ediyorum. Aklı sıra kendince bir tavır koyuyor, siz böyle yaparsanız ben de gemiyi götürmem ve hatta paşalarımı da alır giderim diyor. Hal böyle olunca insan hükümetten emekliliklerini kabul etmeyip görevlerine son vermesini bile istiyor.

Ne diyorduk, büyütmenin anlamı yok. Türkiye bu duruma yavaş yavaş alışıyordu ve bu olay normalleşme sürecinin başlangıcını bitirdi. Henüz başlangıcı bitti, normalleştik demiyorum. Çünkü normalleşebilmemiz için daha zorunlu askerliğin kalkmasından tutun da askerlerin bütçesi üzerinde denetimi arttırmaya kadar bir çok yolumuz var. Yolumuz uzun çünkü sözde değil özde bir TSK için hepimizin elini taşın altına koyması şart. TSK’ye saldırıyorsunuz, içerideki suçsuzları da zan altında bırakıyorsunuz, niyetiniz kötü falan demeyin. Suça göz göre göre müsade edenler de benim için bir o kadar suçludur. İçeride dönen pislikleri görüp ve bilip kim engel olmadıysa, engel olamıyorsa da istifa edip gitmediyse, hepsinin bu milletten helallik alması gerekiyor. Ha bitirmeden, devlette devamlılık esastır ve Güçlü Türkiye’nin Güçlü Ordusu elbette başsız kalmayacaktır.

(30 Temmuz 2011)