30 Eylül 2011 Cuma

Terörün İkamesi Demokratik Siyasettir Fakat Teröristten Siyasetçi Olmaz

Son dönemde hepimizin içini yakan ve eskiden yaşananlara benzemeyen terör saldırıları ile karşılaşıyoruz. Ankara ve Siirt’te patlayan bombaların sivilleri hedef almış olması ve Pervari’de yaşanan çatışmanın on saat sürmesi tanıdık bildik PKK davranışları olarak görünmüyor.  Bu eskisine benzemeyen usule askerlerin yerine daha sık polisleri hedef alma durumunu da eklemeliyiz. PKK eylemlerinde genel olarak askerler hedef alınır, vur-kaç taktikleri uygulanır veya mayınlı saldırılar ön planda yer almıştır. Bugün vurup kaçmak yerine on saat çatışmayı göze alan, askerlerden çok polis hedeflerini gözeten ve son tahlilde çatışmanın tarafı olmayan sivillere kadar uzayan saldırıların bir başka anlamı olması gerekiyor. PKK, köşeye sıkışan bir kedinin sıkıştığı yerden çıkmak için tırnaklarını her yere batırması veya ateşin etrafında kalan akrebin kendisini sokması gibi bir durum içerisinde.
Özellikle Kandil’in vurulmasından sonra bu başıbozuk saldırıların arttığını görmek zor değil. Hedefte ise bilhassa askerler değil polisler var. Yine yakın bir zamanda halı saha maçı yapan polislerin uzun namlulu silahlarca vurulması ve şehit edilmesi olayını da bu başıbozuk saldırılar ve polisin odağa alındığı savına örnek gösterebiliriz. Tüm bunlar yaşanırken Türkiye’nin haklı olarak Kandil dağına hava operasyonları gerçekleştirmesi ve kara harekâtı olasılığının konuşulması bazı çevrelerce “terörle mücadelede 90’lı yıllara dönüş mü var” sorusu etrafında farklı bir tartışma oluşturdu. Türkiye’nin terörle mücadelede 90’lı yıllara dönmesi bugün içinde olduğumuz koşullarda pek mümkün görünmüyor ve zaten bunun desteklenmesi de mantıklı değil. Çünkü bugün Türkiye “susurluk dosyası” üzerinde bir özel harekatçının itirafları ile yeni bir merhaleye ulaşmışken ve çok uzak olmayan bir zamanda gerçekleşen helikopter kazasında ölen Muhsin Yazıcıoğlu’nun suikasta kurban gittiğini ve bunu yapanlarla ilgili cumhurbaşkanına ulaşan video görüntülerinde önemli delillerin olduğunu öğrenirken, 90’lı yılların gayri-hukuki ve insan onurunu hiçe sayan terörle mücadele uygulamalarına dönmesi düşünülemez. Her ne kadar eksikleri halen var olsa da Türkiye; demokrasi, hukuk ve insan hakları konusunda çok önemli ve geri dönülemez reformlar gerçekleştirmiş durumda.  Zaten bugün PKK’nın köşeye sıkışmış bir kedi gibi önüne geleni tırmalama çabası ve bir terör örgütü disipliniyle bağdaşmayan eylemleri bu reformların ve ilerlemenin açık bir göstergesi. Terör örgütü bir cinayet şebekesi de olsa kendi varlığını ve meşruiyetini sürdürecek argümanları oluşturabilmek için sistemli ve kendi iç disiplini ile hareket eder. Fakat son saldırılar gösteriyor ki PKK bu iç disiplini de yitirmiş ve artık var gücü ile yüklenmek istiyor. Çünkü PKK’nın elinde kullanabileceği argümanlar her yeni günde tükeniyor. Kürt Açılımı olarak adlandırılan süreç ile Türkiye’nin Kürt vatandaşlara ilişkin yaklaşımında gerçekleşen değişim ve hukuk dışı yolların her yeni günde imkânsız bir hale geliyor oluşu PKK’nın elini kolunu bağlıyor ve son çare olarak kitleleri hedef alan ve şehirleri vuran saldırı yöntemlerini deniyor. Hepimizin bildiği gibi terörün amacı korku yaratmak ve bu korkunun neticesinde hayatın normal akışını değiştirmektir. Bugün PKK’nın yaptığı hayatın normal akışını değiştirmek çabası ve bu çabanın arkasında Türkiye’nin başta batısına “yeter artık” dedirtebilmek. PKK sırf bunun için on saat süren bir çatışmayı göze alarak şehit sayısını arttırmayı hedefliyor. Her yeni günde şehit haberleri ile uyanıyor oluşumuzun yaratacağı psikoloji ile PKK kendisi için meşruiyet sağlayacak olan “bakın Türkler Kürtlere saldırıyor, Kürtleri istemiyor” argümanını oluşturmak istiyor.
Bu noktada önemli olan PKK’nın eylemlerinin güçlü bir istihbarat ile tespit edilebilmesi ve yaşanacak kayıpların en aza indirilebilmesidir. Karşımızda son demlerini oynayan ve dolayısıyla olabildiğince fazla kayıp verdirerek Türkiye’nin Başbakan’ın ağzından duyurduğu “terörle mücadele, siyasetle müzakere” stratejisini baltalamaya çalışıyor. PKK’nın en büyük temennisi sokakta bir Türk – Kürt kavgası çıkarabilmek yahut Türkiye’nin demokratikleşme ve ekonomik kalkınma süreçlerine darbe indirebilmek. Çünkü demokrasinin olmadığı, ekonomik refahın eksildiği her yer ve zamanda milliyetçi duyguların ön plana çıkacağını, hukuksuzların oluşacağını ve devlet dediğimiz aygıtın sağlıklı politikalar üretmeyi sürdüremeyeceğini çok iyi biliyor. Aslında Türkiye’nin de tam bu noktada sorunu daha geniş bir pencereden ele almasının vaktinin geldiğini söyleyebiliriz. Türkiye’nin Kürt meselesinde son yıllarda ileri adımlar attığı ve bu adımların çok yerinde olduğu bir gerçek ancak kamuoyundan baskı yemek ve oy kaybetmek endişesi ile bu ilerici tutumun durması kabul edilemez. BDP’nin meclise dönmemesi ve yaşanan saldırılar bahane edilerek demokratik sürecin durması ve bölgedeki ilgili – ilgisiz birçok vatandaşın tutuklanması doğru değil. Hatip Dicle konusuna bulunamayan çözümün bölge halkında yarattığı “oyumuzu gasp ettiler” düşüncesini unutmamak gerekiyor. Aslında sorun bölgede hangi siyasi aktörün daha güçlü olduğunu ispat etme sorunu çizgisinden çıkarılmalı ve BDP’li olsun AKP’li olsun tüm vatandaşların teröre fiilen bulaşmadığı sürece normal yaşamına devam etmesini sağlamak için çok hassas davranılmalı. Tabii ki tüm bunlar yapılırken PKK’nın vesayetine sığınmak gibi bir tutumla siyaseti ikinci plana atan BDP’li milletvekili ve yöneticilerin de ciddi anlamda kendilerini ve söylemlerini yenilemeleri gerekiyor. Çünkü Türkiye eski Türkiye olmaktan çok uzakta ve yeni Türkiye’de silahların değil siyasetin, çatışmanın değil müzakere ve diyaloğun ön plana çıktığını görmeleri gerekiyor. PKK – MİT arasında yaşanan görüşmelerin basına sızması ile kamuoyunda belki de birilerinin beklediği infial halinin yaşanmaması, aksine sağduyulu ve olgun bir tavrın belirmesi bunun en güzel kanıtı. İkinci olarak da BDP’lilerin dikkatle üzerinde durmaları gereken bir konu ise marjinalleşmekten ve bölgeye kapalı kalmaktan kendilerini sakınmaları olacaktır. PKK köşeye sıkışan kedi misali herkesi tırmalama gayreti içindeyken köşeden çıkamayacağını anladığı zaman son adım olarak en yakınında olanları da uçurumdan aşağıya beraberinde götürebilir.

25 Eylül 2011 Pazar

İnce Güç (Soft Power) Terk mi Ediliyor?



Hepimizin diline pelesenk oldu Türkiye’nin bölgesinde izlediği ince güç temelli politikalar. Türkiye ekonomik entegrasyon temelli bu politikalarını Türk dizileriyle süslüyor ve kendi içerisinde geliştirdiği demokrasisinden tutunda hukuk devleti olma yolunda attığı adımlar ile etrafına ve dünyaya “barış ve istikrar” mesajları vererek güçlü bir “soft power” imajı oluşturmuştu. Arabulucu Türkiye, “sıfır sorun” hedefli Türkiye ve ekonomik büyümesi ile imrenilen Türkiye, dünya basınında hep bu yakıştırmalar ile anılmaya alışmıştık. Kıbrıs Sorunu’nda bir adım önde olma hedefi, Ermeni meselesinde protokoller ve sınır kapılarını açma düşünceleri, Suriye ile kalkan sınırlar ve altını ısrarla çizdiğimiz ekonomik büyümemiz ile açılıyorduk tüm dünyaya. Ve bu barış temelli istikrar odaklı politikalar Türkiye’nin imajını pozitif yönde değiştirirken kendi içerisinde de demokrasisini daha ileri taşıması gerekliliği inancını bir bakıma oluşturuyordu. Çünkü dünyaya uyum sağlamak demek, büyük devlet olmak hedefine sahip olmak demek, daha fazla demokrasiyi, insan haklarına daha saygılı olmayı ve vatandaşına daha fazla ekonomik refah sağlamayı gerektiriyordu.  
Türkiye yukarıda saydığımız hedeflere ulaşma yolunda emin adımlarla ilerlerken ve her yeni günde adından daha fazla söz ettirirken ne oldu nasıl olduysa bugün bambaşka bir algı var ortada. Libya’da Sirte’ye yardım götüren kargo uçaklarımıza ateş açılıyor, Palmer Raporu açıklandıktan sonra Seyrüsefer açıklaması ile donanmanın Doğu Akdeniz’de daha sık görüleceği söyleniyor, Kıbrıs Rumları petrol arayınca ikinci kez Akdeniz’e savaş gemilerinin gitmesi gündeme getiriliyor ve hatta Başbakan İsrail ile savaşmayı gerektirecek bir olay olan 9 vatandaşımızın uluslararası sularda öldürülmesini büyük ülke gibi karşıladık ve barışçıl çözüm istedik diyerek bir nevi savaş da edebiliriz muhtırası veriyor. Hal böyle olunca da “proaktif dış politika” meselesine destek veren ve önemseyenler bile ne oluyor bize diye kendi kendilerine soruyorlar. Çünkü eski Türkiye dediğimiz ve eski politikalar diye adlandırdığımız temelsiz politikaların izlendiği günler geliyor aklımıza. Mesela Kıbrıs ile ilgili tarih boyunca yapılan dengesizlikler, komşulara ilişkin toptancı düşman yaklaşımı ve hatta uzak yerlerdeki soydaş – akraba topluluklara ve ülkelere karşı benimsenen “abi” duruşu bir anda beliriveriyor zihinlerde. İster istemez çekiniyoruz, tedirginleşiyoruz ve durumu idrak etmek için kendi kendimizi sorgula bir hale bürünüyoruz. Paranoyalarımız da depreşiyor tabii ki, oyunun içinde oyun mu var, kim bizi bu sürece itmek istiyor halet-i ruhiyesi de hasıl oluyor. Bunlar anormal değil, yıllarca yaşanılan politikasızlığın yarattığı endişe halleri ve bir tür psikolojik savaş eşiği de denilebilir.
Türkiye uzun zamandır yukarıda da bahsettiğimiz gibi “soft power” dediğimiz ince güç uygulamaları ile etrafında sıcak çatışmalar çıkarmaksızın ve ekonomik refah düzeylerini ve bağımlılığını arttırarak sorunları çözmek istiyor. Bunu uygulayıp başarılı olduğu birçok alan da var. Mesela vize uygulamasını kaldırdığımız ülkelerin sayısını eski döneme göre bir kıyaslayın. Yahut Bulgaristan, Yunanistan, Irak gibi ülkelerle ve hatta şu günlerde çok sıcak gelişmelere sahne olan Suriye ile yaptığımız ticareti eski dönemle karşılaştırın. Türkiye’nin Mısır ile yeniden oluşturulan ve düzenlenen ilişkilerine bir bakın. Tüm bunlar esasen ince güç uygulamasının yarattığı imaj ile geliştirilen ilişkilerdir. Ancak iş eninde sonunda soft power ile hard power arasında bir denge oluşturacak yaklaşımları mecburi kılıyor. Yıllarca arka çıkılmaya alışmış, hukuk tanımazlığı normal bir durum olarak gören ülkeler ve amiyane tabirle şımarık çocuklar bu yumuşak geçişe direniyor. Bugün İsrail ile Türkiye arasındaki sorunun temelinde değişmeyi ve dönüşmeyi ısrarla kabul etmeyen ve adeta tüm dünyaya meydan okuyan İsrail Hükümeti’nin yaklaşımları var. İsrail içinde dahi Türkiye’nin meşru taleplerini anlayan ve İsrail hükümetine sert eleştiri yapanların sayısı azımsanmayacak kadar çok. Diğer yanda Kıbrıs Rum Yönetimi’nin sanırım İsrail’in de desteği ve itelemesi ile izlediği politikalara bakmamız gerekiyor. Kısacası ince güç ile yumuşak geçiş her konuda ve aktörde aynı şekilde etkili olamıyor ve Türkiye hal böyle olunca ses tonunu yükseltmek durumunda kalıyor. Başbakan’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na hitaben yaptığı konuşmanın içeriğine bugün kim itiraz edebilir? İçerik konusunda ABD yönetiminin de bir itirazı olmadığı kesin ancak yöntem ve bu içeriği hayata kavuşturma konusunda sıkıntılar yaşanıyor. Biz ne kadar istemesek bile “gerekirse savaşılır” sözü ağızdan çıkıyor ve BM genel kurulunda Başbakan korumaları ile BM görevlileri arasında bu psikolojinin yansıması olarak itiş kakış yaşanabiliyor. Çünkü birileri oturup aklıselim ile konuşarak sorunların çözümüne yanaşmıyor. Sonra oyunun kuralları ister istemez değişiyor. Burada önemli olan da sizin yumuşak geçişi ince güç ile sağlayamadığınız yerde ses tonunuzu yükseltebilecek arka plana sahip olup olmadığınızdır. Eğer ekonominizin kredi notu yükseliyorsa, milli savunma konusunda kendinize güveniniz varsa ve içerideki hassas konuların sesinizin gür çıkmasını engellemek için bir araç olarak kullanılmayacağını temin edebiliyorsanız haliyle sahip olduğunuz özgüven ile kükreyebiliyorsunuz. İşte sorulması gereken soru da bu, “sesimizi bu tona yükseltecek kadar olduk mu?”
Tabiî ki bu sorunun cevabını verecek olan siyasi irade yani iktidardır. Biz ne kadar dışarıdan izlemeye çalışsak bile mutlaka kapalı kapılar ardında kalan konuşmalar, düşünceler ve gelecek planları vardır. Son seçimlerde %50’ye yakın oy alarak iktidara gelen AK Parti’nin dünya için “barış, adalet ve işbirliği” çağrıları yapması elbette hepimizin hoşuna gidiyor. Önemli olan bu çağrıları yaparken yaslandığınız zeminin sağlam olup olmadığıdır. İçerde patlayan bombalar, halen gündemin konusu olamayan yeni anayasa ve diğer meseleler ayağımıza dolanmazsa bu çağrılar çok daha anlamlı bir hale gelecektir. Türkiye’nin aklında halen daha ince güç var, bu çizgiyi kaybetmek istemiyor diye umut ediyor ve yerine göre özgüvenle sesimizi yükseltmeyi anlamlı bulmak gerektiğine inanıyoruz.

Burak YALIM (@burakyalim)

Sıfır Sorunlu Dış Politika Nereye?



Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Hoca şahsında sık sık eleştirilen “Komşularla Sıfır Sorun” politikasının tamamen iflas ettiği ve hatta “Komşularla Daha Çok Sorun” haline geldiği söyleniyor şu günlerde. Dış işlerimiz yahut dış ilişkilerimizin tozpembe olduğunu söylemek elbette doğru değil. İsrail ile başlayan krizin ne kadar derinleştiğini görmemek için at gözlüğü takmak gerekiyor. İran’ın Suriye’ye olan desteği ve Türkiye’nin Suriye’de Esad yönetiminin kalemini kırdığı ABD ile birlikte daha dün Erdoğan-Obama görüşmesinde net şekilde ortaya çıkmışken iki sınır komşumuz İran ve Suriye ile sıfır sorunluyuz diyemeyiz. Tüm bunların üzerine Kıbrıslı Rumların doğal gaz arama merakıyla Doğu Akdeniz’in yeniden gerildiğini de ifade etmek gerekiyor. Bu gelişmeleri yalın bir şekilde okuduğumuzda“sıfır sorun hak getire neredeyse savaşın eşiğindeyiz” bile diyebilirsiniz. Ancak konu göründüğü kadar basit ve yalın değil. Türkiye’nin komşularla iyi ilişkiler kurmak amacıyla yola çıkması ve bunun komşularca kabul edilmemesi sanıyorum bu politikayı yanlış olarak itham etmemizi gerektirmiyor.
Türkiye’nin bugün Suriye ile yaşadığı problem dolaylı olarak İran ile arasının açılmasına neden oluyor. Esasında İran ile Türkiye’nin bölgede hiçbir zaman açıkça ifade edilmeyen iki rakip ülke olduğu gerçeğini Suriye meselesi kaşıyor da denilebilir. Sıfır sorun politikasının başlangıcını oluşturan Suriye ile ilişkilerin bugüne nasıl geldiğine bakmadan Türkiye’nin politikasını başarısız olarak nitelemek doğru olmayacaktır. Tunus’ta başlayıp Mısır’la devam eden ve Libya’da süren“Arap Baharı” Suriye’yi de etkileyecekti. Türkiye bu konuya Arap Baharı diye anılan süreç henüz başlamamışken defalarca atıf yaptı. Sadece Suriyeli muhataplar değil İran da dâhil olmak üzere bölge ülkelerinin tamamına “halkın taleplerine kulak verin”, “demokrasinizi gözden geçirin”, “insan haklarına ihtimam gösterin” şeklinde çağrılar ve tavsiyeler defalarca dile getirildi. [1] Türkiye bu çağrılarını Başbakan Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da bölge ülkelerine yaptığı her ziyarette yineledi ve Ortadoğu coğrafyasına özel ihtimam gösterdi. Çünkü Ortadoğu coğrafyasında çıkacak yangın en önce Türkiye’yi etkileyecekti. Nitekim küsleri barıştırma girişimleri, arabulucu olma inisiyatifleri hep bu politikaların yansımasını oluşturuyordu.[2] Türkiye tüm bunları yaparken diğer yandan da ekonomik kalkınmasını hızla sürdürüyor ve ekonomisini dünyaya açıyordu. Buradaki gaye ise bir çekim merkezi oluşturmak refah örneği olarak önce ekonomik sonra siyasi düzlemde Ortadoğu coğrafyasını etkilemekti. Çünkü istediğiniz kadar demokrasi ve değişim çağrısı yapın bu değişimin ekonomik bir altyapısı olmadığı sürece gerçekleşmesi mümkün değildir. Değişim eş zamanlı olarak hem ekonomik ilişkilerin geliştirilmesini hem de bu süreçte siyasi diyalogun artarak etkileşimin oluşmasını sağlayacaktı. Nitekim bugün Mısır’dan Libya’ya ve Tunus’a kadar Türkiye’nin bir model oluşturduğu, batılı demokrasisi ile İslam anlayışını bir arada yaşatabilen tek bölge ülkesi olduğu gerçeği kabul görmüş durumdadır.
Peki, bu açılım, değişim ve uyum Suriye ve İran özelinde neden oluşmadı. Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Hoca Suriye lideri Esad ile belki de tarihin en uzun diplomatik görüşmesini yaparak daha önce defalarca dile getirilen gerçekleri ve reform taleplerini son kez iletmişti. Başlangıçta Esad’ın bazı küçük hamleler ile bu görüşmeden olumlu etkilendiği düşünüldü ancak daha sonra herkes gördü ki Suriye’de Baas Rejiminin değişmesi mümkün değil. Belki de Esad reformları yapıp belirli bir seçim takvimi koysaydı tarihe geçen lider olacaktı ama bugün görünen o ki yaptığı katliamlar ve sürecin sonunda da devrik bir lider olarak tarih sayfalarında yerini alacak. İran’a gelince ise İran 1979 devriminden beri batıyı şeytanlaştırıp içeride iktidarını koruyan ve besleyen bir kapalı rejime sahip ve Ortadoğu’da belirli başlı aktörlere destek vermek kaydıyla etkili bir aktör olma hevesinde. Lakin değişen dünya koşullarında İran’ın da bu söylem ve yöntem ile aynı politikalarını sürdürmesi mümkün görünmüyor. Nitekim İran’da da Ahmedinejad’ın yeniden seçildiği son seçimlerde büyük muhalif gösteriler düzenlenmişti. Türkiye İran ile diyaloğunu da hep bu yukarıda bahsettiğimiz değişim ve dönüşüm üzerine kurdu. İran’da etkili tüm aktörler ile ilişkilerini eşit ve iyi tutmaya özen gösterdi ancak İran’da iktidarın varoluş nedeni olan batı karşıtlığı noktasında Türkiye’nin politikalarının çok etkili olması zaten beklenemezdi. İran’ın bölgede yaşanacak değişim ile birlikte yalnızlaşması ve böylelikle dönüşüm sürecine dâhil olması bekleniyordu da denilebilir. Sıfır sorun politikasının belki de en son ayağı İran’dı ve İran buna mecbur bırakılmak isteniyordu. Nitekim bugün Türkiye ile Mısır arasında kurulan iyi ilişkilerin ilerleyen dönemde bölgeye yapacağı etkilerin İran’ı zorlayacağı ve yalnızlaştıracağı beklenmelidir.
Türkiye “sıfır sorun” politikasını oluştururken ve uygulamaya başladığında bölgeyi derinden sarsan “Arap Baharı” henüz başlamamıştı. Arap Baharı’nın ortaya çıkardığı kaos ortamıyla birlikte Türkiye’nin sıfır sorun diyerek bölgede aslında yumuşak bir geçişin temellerini atma çabasını yürüttüğü net bir şekilde belirginleşmiş oldu. Fakat siz ne kadar değişim ve dönüşüm deseniz ve bunu normal koşullar altında oluşturmaya çabalasanız bile bu değişime direnç gösteren noktaların ortaya çıkması ve sizin söylemlerinizi başarısız gösterme girişimi olacaktır. Tam bu noktada bölgede giderek yalnızlaşan İsrail ve İran’ın (dolayısıyla Suriye) Türkiye’nin değişim treninin hızını kesmeye çalıştığını söylemek çok yanlış olmayacaktır. Bölgede oluşan ve devam eden demokratik dönüşümün İran rejimini ve İsrail’in güvenlik eksenli zamanı geçmiş politikalarını tehdit ettiğini düşünürsek bu değişim ve dönüşüme öncülük etme çabasında olan Türkiye ile sorun yaşamaları veya Türkiye’ye sorun çıkarmaları anormal değildir. Ancak bu iki ülke özelinde ve Avrupa Birliği’nin başat güçleri Fransa ve Almanya’nın da Türkiye’nin büyüyen önemi ve Doğu Akdeniz’e dair hedefleri bağlamında Türkiye’nin zora sokulma girişimlerini “sıfır sorun” politikası başarısızlığa uğradı diye değerlendirmek hakkaniyetli bir yaklaşım olmayacaktır. Evinizin de içinde olduğu bir apartmanda sorunların çözülmesi, refah düzeyinin artması, yönetimin özerkleşmesi ve bireylerin yönetime katılmasını teşvik ettiğiniz için sırf birilerinin menfaatleri bozulacak diye sizi başarısız ilan etmeleri ne kadar doğru bir yaklaşımdır?  İşte Türkiye kendi coğrafyasında tüm bu talepler ışığında oluşturduğu “sıfır sorun” politikasını büyük bir çaba ve özenle yürütürken aslında sorunları ortaya koyarak sorunsuzluğu halen daha teşvik etmektedir. Bugün Ortadoğu’da İsrail’in bir sorun olmadığını kim iddia edebilir, İran’ın içe kapalı ve batıyı toptan yok sayan yaklaşımlarını kim doğru bulabilir? Fransa-Almanya güdümlü Avrupa Birliği politikalarının AB içine hukuksuzca aldığı Kıbrıs Rum kesiminin de Doğu Akdeniz’de bir başka sorunu işaret ettiği de Türkiye’nin “sıfır sorun” temelli proaktif dış politika yaklaşımı neticesinde daha açık bir şekilde görülebilmiştir.
Sonuç olarak Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Hoca özelinde eleştiriyi bir kenara bırakalım zaman zaman hakarete maruz kalan “sıfır sorun” politikası aslında işlevini sorunların ve bu sorunun taraflarının açık bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamak açısından yerine getirmiştir. Ahmet Davutoğlu Hoca’nın Stratejik Derinlik kitabı dikkatle incelendiğinde sorun alanlarına yapılan atıflar ve hepsinin birbirini kilitleyen yapıları açıkça anlaşılacağı gibi bu sorunlardan birindeki sıkışmayı yerinden oynattığınızda diğerlerinin de mevcut hali ile kalamayacağını da görebiliriz. Nitekim Türkiye – İsrail eksenli sorunların Filistin’i, Filistin Sorununun ise Kıbrıs Sorunu’nu doğrudan etkilediğini şu günlerde açıkça görebilmekteyiz. Diğer tarafta ise İran’ın aslında Türkiye’ye karşı gizli bir bölgesel rekabet yaklaşımı olduğunu ve bölgede güçlü ve lider Türkiye’yi hazzetmeyeceğini de söyleyebiliriz. “Sıfır Sorun” politikası başarısız söylemlerini oluşturanlar ve buradan siyasi rant devşirmek isteyenlerin ise öncelikle fikre fikir, projeye proje ile karşılık vermeleri gerekiyor. Özellikle konu dış politika olduğunda atılan adım ve izlenen politikaların Türkiye’nin geleceği açısından ehemmiyetli olduğunu idrak etmek ve başarısız olsunlar da sevinelim demek yerine eksik yönler varsa tamamlamak, yok eğer tümden yanlışsa doğruyu söylemek gerekiyor. Aksi takdirde niyet üzüm yemek değil bağcı dövmek oluyor.



[1] Cumhurbaşkanı Abdullah Gül henüz Dışişleri Bakanı olduğu dönemde İslam Konferansı Örgütü Toplantılarında “Eğer kendi evimizi düzene koymazsak başkası müdahale imkânı bulur” diyerek bölge ülkelerine tarihi olarak nitelendirilebilecek “değişim” çağrısını çok önce yapmıştı.
[2] Hamas ile El Fetih arasındaki problemleri çözmek konusunda yapılan girişimler, Suriye – İsrail, Irak’ta Sunni ve Şiiler arasındaki arabulucu çalışmaları.

21 Eylül 2011 Çarşamba

Kaç Kişi Var Cesaret Veren?

Hepimizin bildiği “karanlığın en koyu olduğu an aydınlığın en yakın olduğu zamandır” sözünün gerçekliğini görünce oturup bu hususta iki kelam etme gereksinimi duydum. Bazen bilhassa bizim yaşıtlarımızın içine girdiği dipsiz kuyuları da göz önünde bulundurarak aslında biraz da zorda kalmak, istemek ve başarmak üçlemesinin nasıl mümkün olduğunu önemli bir örnek ile anlatmak istedim. Zor duruma düşen ve bu zorluğu aşmak isteyen ve bu isteğini inanılmaz bir başarıya eviren bir hayat hikâyesine nicedir şahit olmuştum ancak bugün yakından bir kere daha gördüm.

Çilek Genç Odası dediğim zaman bunun ne olduğunu soracak çok az insan var sanırım ülkemizde. Bırakın ne olduğunun bilinmesini belki de bizim nesilden hemen iki kişiden birinin ya kendi odası ya da bir akrabasının veya arkadaşının odası bizzat Çilek Genç Odası’dır! Hatta Çilek adı sınırları aşmış  bugün Çilek, toplam 5 kıtada, 444 satış noktasına, 2.000 çalışana, 60.000 m2 satış alanına ve yıllık yaklaşık 220 milyon TL'lik perakende ciroya sahip hale gelmiştir. Peki, hiç merak edip bu markanın hikâyesini okudunuz yahut araştırdınız mı? Aslında bu konuda ciddi eksiğimiz var. Gözümüzün önünde, burnumuzun dibinde yaşanan gerçek başarıları göremiyor yahut görsek bile bunu kendimizin de yapabileceğini hiç düşünmüyoruz.

Çilek 1995 yılında tam da ailenin üzerine kara bulutlar çöktüğü zaman alınan bir karar ile kuruldu. 3 kardeşten en büyüğü Mustafa Çilek ODTÜ mezunu bir mühendis, ortanca Muzaffer Çilek dede – baba mesleği olan bakırcılığı sürdüren bir esnaf ve en küçük Muharrem Çilek ise Türk Silahlı Kuvvetleri’nde üsteğmendi. Hepsinin kendisine göre bir gelecek kurgusu vardı. Birisi rütbelerini birer birer yükseltecek, diğeri yeni ofisinde işlerini büyütecek ve ötekisi de bakırcı dükkânını büyütecekti belki. Ama işler hesaplandığı gibi gitmedi ve üç kardeşin de kendi bireysel kariyerleri tehlikeye girdi. Muzaffer’in bakır dükkanı işlemez hale geldi plastik kap-kacaklar moda olmuştu. Muharrem ise “yüksek tansiyon” nedeniyle askerlik mesleğini bırakmak zorunda kaldı ve Mustafa’nın yeni ofisinin kirası bile ödenemiyordu. Hal böyle olunca 3 kardeş kafa kafaya verip bu girdaptan çıkmanın yollarını aramaya başladı ve İnegöl’ün ünlü mobilya sektörüne adım atmaya karar verildi. Önceleri klasik mobilya ile yola çıkan Çilek kardeşler sonra “fark yaratmak” hayali ile klasik mobilyayı terk etti ve genç odası tasarım ve üretimine yöneldi. Bugün Superbrands International tarafından verilen, mobilya sektöründe Türkiye'nin tek Süpermarkası ödülünü alan Çilek böyle kuruldu. Süpermarka olmaktan tutunda kalite belgelerinden en beğenilen şirket ödülüne kadar Çilek’in hikayesi başarılarla dolu. Umarız bir gün fırsatını buluruz ve bugün Çilek Genel Müdür olan Muzaffer Çilek’ten bunu tüm detayları ile dinleyebiliriz.

Ancak bu hikâyede dikkat edilmesi gereken bambaşka bir husus var. Çilek kardeşlerden belki de en girişimci ve sosyal olan Muzaffer Çilek sadece bir şirket genel müdürü değil aynı zamanda tarihine sahip çıkarak bugün üzerine düşen görevi yerine getiren bir aktivist. Bosna-Hersek ile İlişkileri Geliştirme Merkezi (BİGMEV) Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini yürüten Muzaffer Çilek “Boşnak” olmanın sorumluluğunu üzerinde hissederek böyle bir girişime öncülük etmiş ve bu vakfın tüm masraflarını da bizzat üstlenmiş. Türkiye ile Bosna – Hersek arasında ilişkileri ilerletmek, sözde kalan “kardeşlik” vurgusunu gerçeğe taşımak ve ticarette gerçekleştirdiği başarıyı sosyal bir sorumluluk ile Bosna-Hersek / Türkiye ilişkilerine aktarmak için kurulmuş BİGMEV. Türkiye’nin Bosna–Hersek’e yatırım yapan ülkeler arasında 11. Sırada bulunduğu gerçeğini değiştirmek ve bu ilişkiyi daha ileriye taşımak amacıyla Türkiyeli ve Bosnalı yatırımcıları, iş adamlarını, akademisyenleri ve kanaat önderlerini bir araya toplamış. Bugün Bosna–Hersek’te hangi yatırım alanları fırsat oluşturuyor, Türkiye’den hangi sektörlere yatırım yapılabilir gibi soruların cevaplarını BİGMEV’de bulabilirsiniz. BİGMEV bu fırsat alanlarını sunmakla kalmamış ve bizim kültürümüzün kötü yanı olan duyarsızlık ve ilgisizliği de ortadan kaldırmak amacıyla dosyalar hazırlayarak ilgili sektörlerdeki girişimcilerin ayağına kadar gitmiş. Eğer Bosna-Hersek’te bir yatırım yapılacaksa ve devlet ihalesi varsa BİGMEV bu yatırım imkânlarını bizzat devlet yetkililerinden öğrenip Türkiye’deki yatırımcılara sunuyor. Temel amaç, Bosna-Hersek’in sadece “börek, Mostar ve güzel Boşnak kızları” ile anılmasını değil aynı zamanda fırsatlar oluşturan yatırım alanlarını da gözler önüne sermek ve Bosna-Hersek’in yapılanma sürecinde Türkiye sermayesini ön planda tutabilmek. Tabii ki benzer bir şekilde Bosna-Hersek’in Türkiye’ye olan ihracatını da arttırmak.

Yukarıdaki girişimcilik öyküsünü uzun zamandır biliyordum. Muzaffer Çilek beyefendinin “Bosna Sevdasını” da işitir ve gözlemlerdim. Hali hazırda babam da yaklaşık 7 yıldır Çilek’te çalışıyor. Bu satırları çok önce de yazabilirdim lakin bugün kendisi ile görüştüğümde bambaşka bir şeyi daha keşfettim. Bu aslında Muzaffer Çilek şahsiyetinde hepimizi ilgilendiren bir husus diye düşünüyorum. “İstemek ve başarmak yetmiyor, duyarlı ve sorumluluk sahibi olmak gerek” Ülkemizde Muzaffer Çilek gibi nice iş insanı vardır elbet. Hepsinin kendi ilgi alanları ve o alanda önemli başarıları da bulunmaktadır. Fakat Muzaffer Çilek gibi olanı gerçekten azdır. Karşısında oturan 4 genç insanın inancını okuyan, bu inanca samimiyetle yaklaşan ve yapıcı eleştiriler gerçekleştiren, tüm bunları yaparken bulunduğu konumla ilgili herhangi bir “büyüklük” göstermeyen birisi Muzaffer Çilek. Biz kendisini ziyaretimizde maddi beklentilerimizden öte manevi olarak bize kattıkları ile yarına daha pozitif bakıyoruz. Karanlık çökerken yeni bir fikirle aydınlığı yalnız kendisine değil birçok insana verdiği iş imkanı ile etrafına getiren, para kazanmakla kalmayıp hayata karşı sorumluluk hissederek en önce ülkesi ve kendi kimliğine hizmet eden ve en önemlisi genç arkadaşlarına “tecrübesizsiniz, siz bilmezsiniz, o öyle olmaz” demek kolaycılığına kaçmayıp onları dinleyerek ümit aşılayan ve cesaret veren kaç tane insan var şu dünyada… Teşekkürler Muzaffer Çilek!

19 Eylül 2011 Pazartesi

Sağım Tayyip, Solum Atatürk, Arkamda Kim Var?


Yatıyorum kalkıyorum aklımda hep şu soru var; Tayyip Erdoğan Mustafa Kemal kadar mı yoksa Mustafa Kemal Tayyip Erdoğan kadar mı güçlü? Ya da her ikisini de güçlü kılan güç mü hep güçlü? Yumurta ile tavuk meselesine benziyor biraz bu, hangisinin bir diğerinden çıktığı belli değil. Rusların matruşkası gibi de olabilir. Mustafa Kemal’i kaldırınca Tayyip Erdoğan, Tayyip Erdoğan’ı kaldırınca Mustafa Kemal çıkabilir karşımıza. Kemalistlerin bu kıyastan nefret ettiğini biliyorum ama üzülmeyin Tayyibistler de aynı oranda bu yakıştırmamı sevmiyorlardır. Sahi Tayyibizm denen bir şey mi var diye soranlarınızı da işitiyorum ama siz ister buna hayranlık deyin ister başka bir şey, ben -izm-severliğimizi bildiğimden Tayyibizm diyorum.  Bu iki önemli figürü benzeştirdiğimi söylemek zorundayım.

Tayyibizm’i Başbakan Erdoğan istemiyordur eminim. Kemalizmi de Mustafa Kemal istemiyordu zaten. 15. Kolordu Komutanı olarak kendisinden daha düşük rütbedeki Mustafa Kemal’e Ankara’da selam duran Kazım Karabekir Paşa’nın cumhuriyet kurulduktan sonra hangi zorlukları yaşadığını bugün hepimiz konuşuyoruz. Rahmetli Necmettin Erbakan da Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu Refah Partisi’nin Genel Başkanıydı mesela… Mustafa Kemal İngilizlerden madalya almıştı, Tayyip Erdoğan ise bugün halen iade etmediği Yahudi Üstün Cesaret ödülünü almıştı. Dikkat buyrulması gereken bir konu da tarihi farklılıklara rağmen yaşanan gelişmelerin birbirini andırıyor olmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllarda Ortadoğu coğrafyası bambaşka bir şekle bürünmüşken bugün yine benzer bir değişim sürecini yaşamaktadır. Söylemler çok farklı değil dikkat ederseniz. Mustafa Kemal “batı” modeli ulus-devlet mekanizmasını benimserken Tayyip Erdoğan yine “batı” merkezli küreselleşmenin getirdiği yapının inşa sürecindedir. Birisi Türk Milleti derken diğeri günün koşulları gereği Türkiye Vatandaşı vurgusuna meyletmektedir. Son yurtdışı gezileri esnasında batı medyasında Atatürk’ten sonra en güçlü lider ilan edilen Tayyip Erdoğan, Mısır, Tunus ve Libya’ya “laiklik” dersleri vermektedir. Tıpkı Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Mustafa Kemal’in döneminde bazı ülkelere anti-emperyalist sosu içerisinde örnek gösterilmesi gibi… Türkiye Cumhuriyeti ruhu atıp şekli dayatmıştı diye konuşulur hep, bugün ise şekil yerine oturmuş gibi görünüyor. Semboller üzerinde sörf yapan bir Müslüman modelimiz olmadığını kim söyleyebilir. Rakı masasında eğlenirken yan masada Allah’a küfür edilmesine içerleyip hır gür çıkarmaktayız. Örtünmenin şekline tutkun, Cuma Namazı’nın gösterişine vurgunuz resmen. Sanıyorum bu şekli ihraç zamanlarındayız artık. İslam coğrafyasının geri kalmış(!) yahut geri bırakılmış ülkelerine demokrasi ile birlikte laikliği ihraç etme misyonu güzel bir takım elbise gibi duruyor üzerimizde. Çok mu marjinal şeylerden bahsediyorum yoksa? Paranoyanın sınırlarını aştık, artık metafizik teoriler kurma çabasındayız. Bu Amerikalılar yok mu diye ah edip vahlayanlar safına geçiverdik bir nefeste. Kurtlar Vadisi dizisindeki gibi bu yazıdaki tüm karakter ve yaklaşımlar bir hayal ürünüdür o zaman.

Hayallerimizi hangi saiklerle kuruyoruz bakar mısınız? Mustafa Kemal’e bırakın muhalefet etmeyi, eleştirisini yapmak bile bazı ortamlarda henüz mümkün değil. Peki, bir benzer süreci Tayyip Erdoğan için elimizle hazırladığımızı fark ediyor muyuz? Yoksa rövanş almak bir hak ve bu hakka bıçak bilemek sünnet midir? Şimdi hangi zemine kendimizi yaslarız endişesi taşırsak eğer, üstadın “ben bir genç arıyorum gençlikte köprübaşı” deyimine nail olma çabasını ıskalayabiliriz. Ayrıca “kim var” dediklerinde hep birilerini mi işaret edeceğiz. Anıtkabir’den Mustafa Kemal çıkmayacağı gibi ölümlü dünyada Tayyip Erdoğan’a da düşecek en son pay 9 tahta altı olacaktır. O zamanda Karacaahmet mezarlığını yahut devlet mezarlığını mı işaret edeceğiz “kim var” diye sorulduğunda? Birilerini görürdüm başörtüsünü çıkarıyorlardı Anıtkabir mozolesinde, şimdi de birilerini duyuyoruz Tayyip Erdoğan’a dokunmakla ibadet etme çabasındalar. “Muhafazakar Demokrasi” ile “Kemalist Demokrasi” arasında 7 fark bulabiliyorsanız ne ala! Kemalizmin demokrasi ibaresi alması da pek nahoş bir durum gibi görünüyor diyeceksiniz ama peki ya muhafaza(!) edilen demokrasi ne kadar demokrasi? Eskisine göre daha kabul edilebilir olduğu için yenisini sorgulamayacak ve sorgulatmayacak mıyız? Bir de askerler vardı bekçilerimiz şimdinin polisi soyunuyor sanki o kimliğe! Polis devleti değil asker devleti değil siyasetin devletini istiyoruz dediğimiz zaman niye kızıyor birileri? Askerliğe muhalefet kanunundan içeri girmedik ama acaba telefonlarımızın dinlenmesi ile polislerimiz kendilerine muhalefet edip örgüt falan kurduk diye alır mı bizi diye merak eder olduk. Sahi ne oluyor bu adama, anti-kemalist, Atatürk düşmanıydı (!), şimdi Tayyip Erdoğan düşmanı mı oldu acaba diyor da olabilirsiniz.

Bitti mi hikâyemiz, bu ne biçim son böyle, değmez miydi sevgimiz savaşıp direnmeye… Böyle diyordu Model ve ekliyordu “biz hiç beceremedik sevmeyi de terk etmeyi de” "Kendimize sahip çıkıp dünyayla yüzleşmeyi de!"