Özellikle
Kandil’in vurulmasından sonra bu başıbozuk saldırıların arttığını
görmek zor değil. Hedefte ise bilhassa askerler değil polisler var. Yine
yakın bir zamanda halı saha maçı yapan polislerin uzun namlulu
silahlarca vurulması ve şehit edilmesi olayını da bu başıbozuk
saldırılar ve polisin odağa alındığı savına örnek gösterebiliriz. Tüm
bunlar yaşanırken Türkiye’nin haklı olarak Kandil dağına hava
operasyonları gerçekleştirmesi ve kara harekâtı olasılığının konuşulması
bazı çevrelerce “terörle mücadelede 90’lı yıllara dönüş mü var” sorusu
etrafında farklı bir tartışma oluşturdu. Türkiye’nin terörle mücadelede
90’lı yıllara dönmesi bugün içinde olduğumuz koşullarda pek mümkün
görünmüyor ve zaten bunun desteklenmesi de mantıklı değil. Çünkü bugün
Türkiye “susurluk dosyası” üzerinde bir özel harekatçının itirafları ile
yeni bir merhaleye ulaşmışken ve çok uzak olmayan bir zamanda
gerçekleşen helikopter kazasında ölen Muhsin Yazıcıoğlu’nun suikasta
kurban gittiğini ve bunu yapanlarla ilgili cumhurbaşkanına ulaşan video
görüntülerinde önemli delillerin olduğunu öğrenirken, 90’lı yılların
gayri-hukuki ve insan onurunu hiçe sayan terörle mücadele uygulamalarına
dönmesi düşünülemez. Her ne kadar eksikleri halen var olsa da Türkiye;
demokrasi, hukuk ve insan hakları konusunda çok önemli ve geri dönülemez
reformlar gerçekleştirmiş durumda. Zaten bugün PKK’nın
köşeye sıkışmış bir kedi gibi önüne geleni tırmalama çabası ve bir terör
örgütü disipliniyle bağdaşmayan eylemleri bu reformların ve ilerlemenin
açık bir göstergesi. Terör örgütü bir cinayet şebekesi de olsa kendi
varlığını ve meşruiyetini sürdürecek argümanları oluşturabilmek için
sistemli ve kendi iç disiplini ile hareket eder. Fakat son saldırılar
gösteriyor ki PKK bu iç disiplini de yitirmiş ve artık var gücü ile
yüklenmek istiyor. Çünkü PKK’nın elinde kullanabileceği argümanlar her
yeni günde tükeniyor. Kürt Açılımı olarak adlandırılan süreç ile
Türkiye’nin Kürt vatandaşlara ilişkin yaklaşımında gerçekleşen değişim
ve hukuk dışı yolların her yeni günde imkânsız bir hale geliyor oluşu
PKK’nın elini kolunu bağlıyor ve son çare olarak kitleleri hedef alan ve
şehirleri vuran saldırı yöntemlerini deniyor. Hepimizin bildiği gibi
terörün amacı korku yaratmak ve bu korkunun neticesinde hayatın normal
akışını değiştirmektir. Bugün PKK’nın yaptığı hayatın normal akışını
değiştirmek çabası ve bu çabanın arkasında Türkiye’nin başta batısına “yeter artık”
dedirtebilmek. PKK sırf bunun için on saat süren bir çatışmayı göze
alarak şehit sayısını arttırmayı hedefliyor. Her yeni günde şehit
haberleri ile uyanıyor oluşumuzun yaratacağı psikoloji ile PKK kendisi
için meşruiyet sağlayacak olan “bakın Türkler Kürtlere saldırıyor, Kürtleri istemiyor” argümanını oluşturmak istiyor.
Bu
noktada önemli olan PKK’nın eylemlerinin güçlü bir istihbarat ile
tespit edilebilmesi ve yaşanacak kayıpların en aza indirilebilmesidir.
Karşımızda son demlerini oynayan ve dolayısıyla olabildiğince fazla
kayıp verdirerek Türkiye’nin Başbakan’ın ağzından duyurduğu “terörle mücadele, siyasetle müzakere”
stratejisini baltalamaya çalışıyor. PKK’nın en büyük temennisi sokakta
bir Türk – Kürt kavgası çıkarabilmek yahut Türkiye’nin demokratikleşme
ve ekonomik kalkınma süreçlerine darbe indirebilmek. Çünkü demokrasinin
olmadığı, ekonomik refahın eksildiği her yer ve zamanda milliyetçi
duyguların ön plana çıkacağını, hukuksuzların oluşacağını ve devlet
dediğimiz aygıtın sağlıklı politikalar üretmeyi sürdüremeyeceğini çok
iyi biliyor. Aslında Türkiye’nin de tam bu noktada sorunu daha geniş bir
pencereden ele almasının vaktinin geldiğini söyleyebiliriz. Türkiye’nin
Kürt meselesinde son yıllarda ileri adımlar attığı ve bu adımların çok
yerinde olduğu bir gerçek ancak kamuoyundan baskı yemek ve oy kaybetmek
endişesi ile bu ilerici tutumun durması kabul edilemez. BDP’nin meclise
dönmemesi ve yaşanan saldırılar bahane edilerek demokratik sürecin
durması ve bölgedeki ilgili – ilgisiz birçok vatandaşın tutuklanması
doğru değil. Hatip Dicle konusuna bulunamayan çözümün bölge halkında
yarattığı “oyumuzu gasp ettiler” düşüncesini unutmamak
gerekiyor. Aslında sorun bölgede hangi siyasi aktörün daha güçlü
olduğunu ispat etme sorunu çizgisinden çıkarılmalı ve BDP’li olsun
AKP’li olsun tüm vatandaşların teröre fiilen bulaşmadığı sürece normal
yaşamına devam etmesini sağlamak için çok hassas davranılmalı. Tabii ki
tüm bunlar yapılırken PKK’nın vesayetine sığınmak gibi bir tutumla
siyaseti ikinci plana atan BDP’li milletvekili ve yöneticilerin de ciddi
anlamda kendilerini ve söylemlerini yenilemeleri gerekiyor. Çünkü
Türkiye eski Türkiye olmaktan çok uzakta ve yeni Türkiye’de silahların
değil siyasetin, çatışmanın değil müzakere ve diyaloğun ön plana
çıktığını görmeleri gerekiyor. PKK – MİT arasında yaşanan görüşmelerin
basına sızması ile kamuoyunda belki de birilerinin beklediği infial
halinin yaşanmaması, aksine sağduyulu ve olgun bir tavrın belirmesi
bunun en güzel kanıtı. İkinci olarak da BDP’lilerin dikkatle üzerinde
durmaları gereken bir konu ise marjinalleşmekten ve bölgeye kapalı
kalmaktan kendilerini sakınmaları olacaktır. PKK köşeye sıkışan kedi
misali herkesi tırmalama gayreti içindeyken köşeden çıkamayacağını
anladığı zaman son adım olarak en yakınında olanları da uçurumdan
aşağıya beraberinde götürebilir.