Yaklaşık 1 ay kadar önce bir dost meclisinde
güncel meseleleri konuşuyorduk. Başbakan Erdoğan’ın ikamesi var mı, var
ise kimdir, AK Parti’nin geleceğini nasıl görüyoruz gibi bir takım
sorulara cevaplar arama derdindeydik.
Konu AK Parti olunca ortamdaki AK Parti karşıtlarının veya AK Parti
sevmeyen güruhunun konuyu mecrasından bir şekilde saptırma girişimleri
başarılı oluverdi. Aslında fena da olmadı çünkü AK Parti realitesini
anlamamış insanlara bir de o siyasi partinin nasıl evirilebileceğini
anlatma telaşı çok beyhude oluyordu. Kürt meselesinde yapılan
yanlışlardan tutun da alfabenin latin olmasına kadar birbiri ile
alakasız konuları Türkiye üst kümesinde buluşturarak tartışmaya
çalıştık. Küresel oyun mu küresel paranoya mı yoksa küresel gerçeklik mi
şeklinde dünyada yaşanan gelişmelerle ilgili beyin jimnastiği
yaptığımız kısım sanırım en iyi kısım oldu. Çünkü orada bir kere daha
anladım, ölü seviciliğimizin bir üst evresi sevdiğimizin öldüğünü idrak
edememe durumuymuş. Nekrofilliğimiz (ölü sevicilik) bir
tarafta dursun bunu aşıp kısmi beyin nekrozu yaşar hale gelme tehlikesi
içerisinde olanlar halen daha var. Nekroz bir takım dokunun veya
hücrenin geri dönüşemez şekilde ölmesidir. Aslında nekroz ile nekrofilik
arasında da derin bir ilişki kurulabilir. Beyin hücrelerinin bir
kısmını ölü sevicilik uğruna öldürenler için nekrofil nekrotik diye bir
tabir uydurma şansımız da oluşabilir. Nekroz ile nekrofili ilişkisini
düşünmek üzere bir kenara bırakıp meselenin özüne dönelim.
Arap
Baharı ile ilgili derin tartışmamızda bir arkadaş kalkıp işte onlara da
bir Atatürk lazım şimdi dediği an ben tartışmanın nereye gideceğini
hissetmeme rağmen müdahale etmek istemedim. Arkadaşımız konuya Arapların
bir kurtarıcıya ihtiyacı olduğu noktasından bakıyor ve kendi
kurtarıcısı olarak da Mustafa Kemal Atatürk’ü görüyordu. 2011 yılında
toplumsal taleplerin gündem belirlemesi, demokratik teamüller, halkların
inisiyatifi vs. bu arkadaş için önem teşkil etmiyordu. Eğer birileri
kurtarılacaksa mutlaka onların bir Atatürk’ü olmalı ve o Atatürk olmazsa
onların kurtuluşu olmayacaktı. O halklar ancak emperyalistlerin elinde
kurtarılmış hissi uyandırılarak sömürülmeye devam edeceklerdi. Bu
yaklaşımın birçok sorunlu yanı var aslında. Arapları kurtarılacak
halklar olarak görmekten tutun da halkların mutlak bir kurtarıcıya
muhtaç olduğuna kadar neresinden tutsanız dökülen bir yaklaşım. Yaklaşım sakat diyorum çünkü bir insan bir kurtarıcı arıyorsa eğer, kendisine olan güveni yok demektir.
Kurtarıcı gözüyle baktığı insan olan Atatürk bile muhtaç olduğu
kudretin damarlarındaki asil kanda mevcut olduğunu söylemiştir kısmına
hiç girmiyorum. Çünkü o asil kan üzerinden yürütülen faşizan
politikaların da nelere sebep olduğunu gördük. Ayrıca asil kan diye bir
kan türü var mı bunu da bilemiyorum. Arap Baharı için Atatürk’ün bir
kurtarıcı olarak görülmesi ve onlara lazım denilerek Araplar için
gerekliliğine atıf yapılması beni çok da şaşırtmadı. Yıllarca “yetiş atam kurtar bizi” saçmalıklarına
maruz kalmış birisi olarak Araplar için bir Atatürk temennisi ile
şaşıracak değildim. Ama konu dallanıp budaklandıkça ve ABD
emperyalizminin dünyaya çektirdiklerinden sonra Arapların Baharında da
esas belirleyici olduğu teziyle giriş yaptığımız kısımda kurulan bir
cümle ile şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Atatürk sevici, pardon ölü
sevicilerimizden birisi kalkıp “ben boşuna onlara Atatürk lazım
demiyorum, Japonlara nükleer silahı Atatürk mü attı, tabii hayır, ABD
attı” demesi ile birlikte ha s..tir dedim içimden. Neyin kafası Atatürk
ile Japonya’ya atılan nükleer bombalar ve ABD arasında ilinti
kurduruyordu acaba diye düşünmeye başladım. İşte bu nokta bana, Atatürk
seviciliğin bir hastalık (ölü sevicilik) olmaktan öte doku yokluğuna da
(nekroz) neden olduğu ve tabiatıyla geri dönüşü mümkün olmayan patolojik
bir ölümü doğurduğunu gösterdi. Hemen aklıma bu sözü eden zat-ı
muhteremin henüz ilkokula başlamayan çocuğunun birkaç zaman önce
söylediği “Dinazorları Sadece Atatürk Gördü” lafı geldi. Ötesine gitmek
istemiyorum çünkü endişe verici bir entelektüel aktarımın nelere mal
olabileceğini az çok kestirip ürküyorum. Atatürk’ü sevmek güzel bir şey
olabilir, sevmemek de güzel bir şey olabilir. Atatürk herkes için farklı
anlamlar ifade edebilir ve kimin nasıl seveceği yahut sevmeyeceği
bizi/beni hiç ilgilendirmez elbette. Ama ortada ciddi bir zaman
donukluğu ve kabullenemeyiş olduğunu ifade etmem de herhalde ayıp olmasa
gerek. Sanıyorum bu ölü sevici ve doku kaybı durumlarına mazhar olan
arkadaşlar veya şahıslar zamanı 1938’de dondurmuşlar ve ondan sonrasını
pek kabul etmek istemiyorlar. Veya Atatürk’ü ölümsüz ilan ettikleri için
halen daha onun ismi, düşüncesi, yaptıkları, söyledikleri, ve dahası ne
varsa tüm bunları enstrüman olarak kullanarak dünya meselelerini
yorumlayıp çözebileceklerini zannediyorlar. İşte bu noktada konu ister
istemez beni de ilgilendiriyor. Çünkü eski usul ile yorumlama çabası
içinde oldukları yenidünyada ben de yaşıyorum ve haliyle gelişen
olaylara karşı benim de bir yorum ve duruşum oluşuyor. Bu yorum ve duruş
meselesini konuşmak hasıl olunca da bu nekroz halindeki nekrofili
dostlarla, akrabalarla ve arkadaşlarla anlaşabilmek hayli güç oluyor.
Yukarıda
anlatılan durumun son dönem Türkiye’sinde sıklıkla yaşanıyor olmasını
da tesadüf olarak karşılamamak lazım. Çünkü son dönemde Türkiye’de
kendini sıkı sıkıya Atatürk ile özdeşleştiren, Atatürk’ün yaşam
biçiminin ve söylediklerinin kesin doğru olarak kabul gören çevrelerin
bu romantik rüya ile yaşayamayacağı belirginleşti. Bir ölü üzerinden
hayat düzeni kurmak ve diğer etken unsurları yok saymak kimsenin hayrına
değil. Ölüye ölü dediğimiz için başımıza taşlar düşeceğini düşünmek ve
bunu bir hizaya sokma aracı olarak kullanmak ise bundan böyle
beyhudedir. Atatürk’ün bu kadar sıkı sıkıya sarılma ihtiyacı duyulan bir
sembol oluşu bir başka güçlü liderin varlığı ve kendini dünyaya kabul
ettirme çabası da olabilir. Benim naçizane önerim ise hastalık
seviyesine ulaşan, yani körü körüne ve koşulsuz sevgi ile koşulsuz
nefretin hiçbir konuda bize yol gösterici olamayacağını idrak etmemiz
gerektiğidir. Ayrıca kimsenin kutsalına pislememek lazım, ancak kimsenin de kutsalını dayatmaması gerekiyor.
Serbestlik hali ile sevgiyi yakalamak çok daha kolay olabilir. Mesela
Atatürk’ün bilmem ne savaşını bilmem nasıl kazandığını sevmez adam ama
kalkıp Atatürk ile Eleni’nin aşkında kendisinden bir şeyler bulabilir.
Belki rakıyı sevdiği için Atatürk’ün rakı severliğine bayılır. Atatürk’ü
ülkeyi kurtaran adam diye sevdirmek psikolojisinin Atatürk’e zarar
veren bir durum olup olmadığını tahlil etmek gerekiyor. Bırakalım
Atatürk’ü kimisi Mustafa Kemal diyerek kimisi Gazi Mustafa Kemal diyerek
selamlasın. Zoraki sevişmeden burunsuz çocuk doğurma telaşına
girmeyelim. Biliyorsunuz zoraki sevişme bazen tecavüzle
mümkündür, biz de kalkıp insanlara Atatürk üzerinden izlerinin zor
silineceği bir tecavüze yeltenmeyelim. Atatürk’ün öldüğü
gerçeği ile yüzleşebilmek, Atatürk öldü diye başımıza taşların
düşmeyeceğini bilmek, onu seven ve sevmeyenlerin de olabileceğini idrak
etmek ve kabul etmek gerekiyor. Bir figürü veya şahsı kanunlarla koruma
altına almak kadar sapıkça bir yaklaşım olmasa gerek. Fransa’da
soykırım yoktur demenin suç olduğunu ilan eden kanun çıkarmak ile
Türkiye’de Atatürk’ü koruma kanunu bulundurmak çok farklı şeyler değil.
Toplamda her iki kanun da insanın özgür iradesine ipotek koymuyor mu? Hani
bağımsızlık bizim en büyük karakterimizdi? Hem sonra geçmiş yakamıza
yapışmazsa, dayatılmaz ve diretilmezse daha bir keyifle, özgürce o
geçmişe eğilip bakmaz mıyız? O geçmişi özgürce ve dilediğimiz gibi
anımsayabildiğimiz zaman kahkahalara ve hüzünlere boğulmuyor muyuz? Yani
işin içine duygu daha rahat girmiyor mu? Bırakın Atatürk’ü ve onunla
geçen yılları da daha özgür, daha kendimizce okuyalım, dinleyelim ve
öğrenelim. Bakın o zaman daha fazla güleceğiz, ağlayacağız ve duyguyu da
işin içine katıp sahipleneceğiz. Böyle yaklaşabildikten sonra insan
öyle bir duruma geliyor ki, kötü bildikleri ile iyi bildikleri yer
değiştirebiliyor, kötü de olsa sahiplendikleri oluyor. İşin sırrı ölüyü ölü haliyle değil diri olduğu zamanlarda insanca yaşadıkları üzerinden okuyabilme ve hissedebilme çabasında…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönderme