UAEK’in
raporunun ardından bildiğimiz koro; Fransa, İngiltere, ABD üçlüsü ve
hatta buna Almanya’da dahil edilebilir, “İran’a yaptırımları arttırma”
sloganını yüksek sesle söylemeye başlarken yine bu koronun aksi yönde
pozisyon belirlemeyi misyon edinmiş Rusya – Çin ikilisi, yaptırımların
arttırılmasının herhangi bir sonuç doğurmayacağını ve yaptırımların
arttırılmasının gerilimi daha da tırmandırıp Ortadoğu’yu içinden
çıkılamaz bir kaosa sürükleyeceğini dillendirdiler. UAEK’in raporu olsun
olmasın her fırsatta İran’a en azından hava saldırısı düzenlenmesini
amaç edinmiş İsrail ise raporun da çarpan etkisi ile kısa zamanda İran’a
savaş açacakları yönünde psikolojik bir harekâta kalkıştı.
İsrail’in
psikolojik harekât yürüttüğünü ve söylemlerinin ardında gerçek bir
eylemin olmadığını anlamamız çok zor değil. Zira tarih, İsrail’in daha
önce benzer saldırılar olan 1981’de İran’ın Osirak Reaktörünü ve 2007’de
Suriye’de reaktör olduğu iddia edilen yeri vurduğunda bu niyetini
kamuoyu ile paylaşmadığı ve tartışmadığı gerçeğini bizlere gösteriyor.
İsrail’in
İran’ı vurmakla ilgili yürüttüğü psikolojik harekâtın hedefi diğer
ülkelerin İran’a ilişkin politikalarını etkilemek ve yaptırımların
artmasını sağlamak ancak diğer ülkeler olarak andığımız başta Rusya, Çin
ve Türkiye’nin bu yönde uygulanan baskılara direnecek argümanları
mevcut. ABD’nin Irak işgalini gerçekleştirdiğinde de BM’den Irak’ta
nükleer silah olduğu yönünde bir rapor çıkarılmıştı ancak işgal
sonrasında işgal döneminde yetkili olan ABD’li bürokratlar bile bunun
bir palavra olduğunu itiraf etmişlerdi. Bunun yanında bölgede yani
Ortadoğu’da İsrail’in nükleer silahlara sahip olduğu gerçeği inkâr
edilmezken ortada hiçbir somut veri yokken İran’a bu yönde suçlamaların
yapılmasını da özellikle Türkiye için inandırıcılık sorunu yaratıyor.
UAEK’in
raporunun gerçekleri yansıttığı düşünülse bile ABD’nin İsrail ile
birlikte İran’a saldırı yürütme ihtimali çok düşük. Libya’da muhaliflere
NATO tarafından sağlanan destekle Kaddafi ancak 8 ay gibi bir sürede
hiç kimsenin onaylamadığı bir şekilde öldürülerek uzaklaştırılabildi.
Libya ile İran’ın büyüklüğü ve askeri anlamda güçleri mukayese
edilemeyecek kadar farklı ve İran bu anlamda Libya’nın çok fazla
ilerisinde. Suriye’de yaşanan gelişmelerde Esad’a karşı net bir tavrı
olan ABD henüz Suriye ile ilgili askeri müdahaleyi ciddi şekilde
dillendirebilmiş değil. Irak’tan kademeli olarak askeri kuvvetlerini
geri çeken ve yakın zamanda tamamen Irak’ı terk etmesi öngörülen ABD’nin
Afganistan’da çok yakın zamanda bir helikopteri düşmüş ve ABD 31
askerini kaybetmişti. Afganistan’da her yeni günde NATO ittifakından
diğer ülkelerin askerler sayılarını yükseltmeye çağrı yapan ABD’nin
bugün olası bir İran müdahalesine kalkışması herhalde askeri yönden
ABD’nin iflası anlamına gelecektir. Yaklaşan seçimler sebebiyle
Obama’nın Cumhuriyetçiler karşısında zayıflamamak adına sert bir üslup
benimseyebileceği düşünülse bile Amerikan halkının da cumhuriyetçileri
iktidara taşımak için olumlu yönde geçerli bir sebebe sahip olduğunu
söylemek zor. Cumhuriyetçi bir başkanın ABD’ye getireceği en önemli
değişiklik mevcut savaş cephelerinin artması ve yeni Amerikan
askerlerinin ölümünden fazla bir şey olmasa gerek. Ayrıca mevcut başkan
Obama’nın da İsrail’deki Netenyahu hükümetine zoraki tahammül ettiğini
G-20 zirvesinde mikrofonların açık unutulması ile açıkça öğrenmiş
durumdayız. G-20 Zirvesi’nde Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile ABD
Başkanı Obama’nın açık kalan mikrofonların farkında olmadan aralarında
geçen sohbette Sarkozy İsrail Başbakanı Netenyahu hakkında “ona dayanamıyorum, o bir yalancı” deyince ABD Başkanı Obama, “Sen ondan bıktın bense onunla her gün uğraşmak zorundayım” şeklinde yanıt vermişti.
ABD’nin
askeri gücünün İran’a hava saldırısı gerçekleştirme olasılığı baki
olmakla birlikte İran’ı işgal etme konusunda ne kadar yeterli olacağı
büyük bir soru işareti. Peki, İran’ı işgal etmeden hava saldırıları ile
nükleer programından vazgeçirmek ve deyim yerindeyse ehlîleştirmek
mümkün mü? ABD’nin olası hava saldırıları ile nükleer çalışma yapılan
tesisleri vurması İran açısından rejimin yeni bir güç kazanma sürecine
girmesini kolaylaştıracaktır. Hali hazırda “şeytan batı” söylemi
üzerinden bugünlere ulaşan İran rejiminin halkını yeniden motive etmesi
için en yararlı şey sanırım olası ABD ve İsrail saldırısıdır. İran’ın
nükleer silah yapma konusunda bugün yoksa bile olası saldırılardan sonra
mutlaka bu yönde girişimleri olacaktır ve yapılacak saldırı İran’ın tam
anlamıyla olmasa bile UAEK ve uluslararası toplum ile yürüttüğü
ilişkileri de koparacak ve İran içine kapalı bir şekilde dünyanın da
bilgisi dışında yeni bir nükleer program yörüngesine girecektir. ABD
Başkanı Obama’nın savunma bakanı Robert Gates bu tehlikeye yaklaşık bir
yıl önce “İran’a yapılacak saldırının İran’ın nükleer programını en
fazla 3 yıl geciktirebileceğini” söyleyerek işaret etmişti. Bu durumda
Başkan Obama’nın İran’ı daha büyük bir tehdit haline getirecek olan
saldırı ihtimalini düşünüyor olsa bile gerçekleştirecek kadar irrasyonel
bir eyleme girişmesi mümkün görünmüyor.
Sonuç
olarak söylemlerle İran-İsrail-ABD gerilimi yükseliyor olsa da eylem
olarak bu gerilimin herhangi bir saldırı veya savaşa dönüşmesi çok düşük
bir ihtimal olarak görünüyor. Ortadoğu’nun içinde bulunduğu “Arap
Baharı” sürecinde İran’a yapılacak bir saldırının Suriye’de (Esad
Rejimi) ve Lübnan’da (Hizbullah) ve hatta Hamas eliyle Filistin’de
karşılık bulacağı ihtimalini de göz ardı etmemek gerekiyor. İran’ın
mevcut rejimi uluslararası işbirliği ve küresel politikalar açısından
uyumsuz görülüyor ve tehdit olarak algılanıyorsa bu tehdidin bertaraf
edilmesinin en doğru yolu etraftaki mayınların yani Suriye, Lübnan ve
Filistin meselelerinin İran’a prim yaptırmayacak şekilde hal yoluna
koyulmasından geçiyor. Diğer taraftan da İranlı yetkililere nükleer
silah yapımının İran’ın çıkarlarına olmadığının anlatılabilmesi
diplomatik yollarla başarılabilmeli. Tabii İran’a nükleer silahın
çıkarına olmadığını anlatmak için İsrail’in nükleer bir güç olarak
bölgede varlığını koruması mümkün değil. Dolayısıyla İsrail’in de
nükleer silahlardan arındırılması ve barışçıl yollarla bölge siyasetine
entegre edilmesi gerekiyor. Mısır’da yaşanan dönüşümün katkısıyla
Kahire-Ankara ekseni kuvvetlendirilebilir ve bu eksenin bölge
politikalarına birlikte yön vermesi sağlanabilirse İran’ın giderek
yalnızlaşacağı ve demokratik dönüşüme mecbur kalacağı ihtimalini de
ayrıca belirtmekte yarar var. Ortadoğu’da barış ve istikrar sağlanacaksa
bunun yolu yeni savaş cepheleri açmaktan çok mevcut gerilimi azaltacak
barışçıl inisiyatifleri arttırmak ve diplomasiye öncelik vermekle
mümkün.
(12 Kasım 2011)
Burak YALIM
UİÇ Derneği Başkanı
@burakyalim (twitter)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder