Kemalist Türkiye,Tayyibist Türkiye ve
Nihayetinde Demokratik Türkiye
Burak Yalım yazdı... - Cum, 25/11/2011 - 16:53

Sav,
karşı sav ve bireşim… Hegel’in diyalektik felsefesini oluşturan tez,
antitez ve sentez kelimelerinin bir başka ifade şekli. Hegel mantığına
göre üç aşamalı bir diyalektik vardır. Her varlık özü gereği kendini
aşar ve karşıtına dönüşür. Her sav bir karşı savı, her eylem ise bir
karşı eylemi oluşturmaktadır. Bireşim dediğimiz sentez ise hem savı hem
de karşı savı içerisinde barındıran yeni bir savdır. Örnek olarak
eşitlik bir sav eşitsizlik ise karşı savdır, bu ikisinin bireşiminden
yani sentezinden ise adalet çıkar diyebiliriz. Çünkü adalet hem eşitliği
sağlar hem de eşitsizliği giderir. Sonuç itibariyle adalet hem eşitlik
hem de eşitsizliği içinde barındırmaktadır ve sav ile karşı savı
olumlama yoluyla bireşim haline getirmiştir. Mantıksal gelişmede de her
sav bir olumlama ve her karşı sav bir olumsuzlama olarak görülür ve
bireşim olumsuzlamanın olumlanması yahut olumsuzlanması yoluyla
olumlanmasıdır. Daha açık bir ifade ile tez sevilen, iyi olan,
beğenilen, antitez ise sevilmeyen kötü olan, beğenilmeyendir.
Nihayetinde sentez ise antitezin sevilir hale gelmesi tezin de antiteze
göre pozitif hale gelmesi ile oluşan bir bütüncüldür. Çok yalın bir
ifade ile tez Kemalizm, antitez Tayyibizm ve sentez ise henüz oluşması
beklenendir. Hegel’in diyalektik felsefesinden yola çıkarak bir Türkiye
analizi yapma çabası uzun zamandır zihnimde hâkimdi. Özellikle Ak Parti
iktidarının son döneminde daha baskıcı ve daha devletleşen bir yapıya
büründüğünü hissettikçe bu analizin aslında çok da abartılı olmadığını
düşünmeye başladım. Şu son Dersim tartışması ile birlikte “Kemalist
Türkiye, Tayyibist Türkiye ve en nihayetinde Demokratik Türkiye”
şeklinde bir sloganlaştırma yaptım. Konunun sosyolojik bir vakıa
olduğunun altını ısrarla çizdikten sonra “tez/antitez=sentez” meselesine
giriş yapabiliriz.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşunu, -cumhuriyet kurulduktan sonra yapılan
devrimler yoluyla- Osmanlı döneminden tamamen kopma, sıfırdan başlama,
en azından zihinsel olarak Osmanlı anlayışını terk etme olarak almamız
yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla tezimiz 29 Ekim 1923’te “Cumhuriyetin”
ilanı ile başlangıç göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu
günden 2000’li yıllara ve hatta 2003’te Ak Parti’nin iktidara gelmesine
ve 12 Eylül 2010 referandumu ile birlikte askeri ve yargı vesayetini
ortadan kaldırmasına kadar “tez” canlılığını çeşitli yollarla korumuş ve
hükümranlığını sürdürmüştür. 1946’da çok partili hayata geçildiğinde ve
Rahmetli Menderes’in Demokrat Parti dönemlerinde “halk” nispeten soluk
almışsa da Türkiye Cumhuriyeti devletinin baskıcı, totaliter ve
farklılıkları yok sayan derin bir anlayışla yönetildiği gerçeğini göz
ardı edemeyiz. Bahsettiğimiz zaman dilimi boyunca ne Kürtler Kürt
olabilmiş, ne tarikatlar yahut cemaatler yaşama alanı bulabilmiş ne de
farklı inanç grubuna ait kitleler kendilerini tam anlamıyla ifade
edebilmiştir. Buna “azınlık” olarak andığımız Ermeni, Rum ve Yahudi
cemaatleri de dahildir. Bu gruplar bırakın kendilerini ifade etmeyi her
fırsatta çeşitli baskı, sindirme ve asimilasyon politikalarına maruz
kalmışlardır. Ezanın Türkçeleştirilmesi, Dersim’de yaşanan katliam,
Camilerin kapatılıp ahır olarak kullanılması, Varlık Vergisi uygulaması,
6-7 Eylül olayları, Azınlık vakıflarının mallarına el koymak, faili
meçhuller, idamlar, yargısız infazlar… Tüm bu saydıklarımızı münferit
olaylar şeklinde aktarmaya kalkmak ve bunu objektif olarak yapmak
tarihçiler için büyük bir sorumluluk olarak beklemektedir. Bu
saydıklarımızın yanında halkın Alevi-Sünni kışkırtması ile birbirine
düşürüldüğü ve Alevi vatandaşların katledildiği Sivas-Maraş olayları,
sağ-sol çatışmasından doğurtulan 1980 Kenan Paşa darbesi, öncesinde
kendi başbakanını asan ülke durumuna düştüğümüz 1960 darbesi ve darbeler
tarihimiz… 28 Şubat’ta seçilmiş başbakanın baskı ve yıldırmayla, yani
post-modern diye tabir ettiğimiz darbe ile iktidardan uzaklaştırılmasına
da ayrı bir pencere açmak gerekiyor.
Uzun
lafın kısası “Kemalist Tez” Türkiye’ye hiç ama hiç yaramadı ve aksine
büyük belalar, acılar, hüzünler bıraktı. Bunun adını Kemalizm koymak da
aslında çok isabetli değil, Kemalist-Militarist-Elitist devlet anlayışı
demek daha açıklayıcı olacak sanırım. Çünkü bu yıkım ve acı dolu tez,
her sıkıştığında Atatürk’ü, Vatan’ı, Milleti, Milliyetçiliği ve yerine
göre dini kendine kalkan olarak kullanan “askeri ve elitist bürokrasi”
tarafından gerçekleştirildi. Bilginin bu kadar akışkan olmadığı, gerçek
bilgiye ulaşmanın sokaktaki vatandaş için neredeyse imkânsız olduğu
dönemlerdi bunlar. Ruhumuza sinen “devlet baba” anlayışı ve “devleti
milletten üstün tutan” yaklaşımın bir ürünü olarak bu tez çok uzun bir
dönem boyunca yaşam şansı buldu. Elinde silah olan adamlara karşı
duracak babayiğit politikacılarımızın olmayışı yahut o politikacıların
da bu düzenin bir parçası olması da önemli bir etkendi. Düşünsenize
Demirel 7 kere gidip 8 kere gelebiliyordu. Yüzde elli bandında oy alan
Başbakan’ın asılmasına millet sesini çıkarmıyor, onu asanlara karşı
bayrak açmıyordu. 1980 darbesi öyle punduna getirilerek yapılmıştı ki
millet darbeci paşaya minnet borçlu hissetmişti kendisini. Pompalanan
şeriat korkusu, irtica yaftası ile Erbakan istifa etmek zorunda
bırakılmıştı. Millet seçimlere gidip yönetici seçiyordu ancak seçilen
yöneticiyi yönetecek güce sahip unsurlar vardı. İşte bu, Türkiye’nin
algıda olumlu, yani demokratik, hukuk, laik, sosyal bir devlet olduğu
algısının çeşitli unsurlar kullanılmak suretiyle yutturulduğu,
vatandaşın kimliğinden, değer yargılarından, idrak ve anlayışından
tamamen kopuk yıllardı. (80 yıllık tez) Başörtüsü takan üniversiteye
giremiyor, annesi başörtülü olan askeri okullara sokulmuyor, dinden ve
imandan bahseden “geri kafalı” oluyor, orduevlerine giremeyen halkın
çocukları Mehmetçik oluyor, askerlik peygamber ocağı ama askeriye çağdaş
batılı ileri zekâlı… gibi bir ton çelişkili ruh halini içinde
barındıran bir tezdi yaşadığımız. Adeta bir deli gömleği giydirilmişti
halka ve halk bunun farkında olmasın diye her türlü argüman
kullanılıyordu.
Sonra ibreler 3
Kasım 2002’yi gösterdiğinde Türkiye bir genel seçim yapıyordu.
Sandıklardan Ak Parti güçlü bir birincilikle çıktı. Necmettin Erbakan’ın
eski talebeleri Türkiye’de iktidar olmuşlardı. 28 Şubat’ı yapanların
1000 yıl sürecek dedikleri darbe 5 yıl bile sürmedi. Ak Parti’nin genel
başkanı Recep Tayyip Erdoğan “tez” yazıcı ve yapıcıların hiç
hazzetmediği ve hatta bir kaşık suda boğmak istedikleri bir liderdi.
Detaylara girmenin lüzumu yok. Ak Parti iktidara geldiği gibi eski
tecrübelerinin oluşturduğu derin akılla Avrupa Birliği çıpasına tutundu.
AB yolunda yapılacak her yeni reform Türkiye’de militarist güçlerin ve
bürokratik elitlerin elini zayıflatacaktı. Yani Ak Parti kadroları
“tezi” her yönüyle yaşamış, acılar çekmiş ve derslerini iyi çalışarak
iktidara gelmişti. Şimdi iş halkın üzerindeki bu deli gömleğini çıkarmak
için zinde güçlerin gerilemesini sağlayacak adımları atmaktaydı. Bu
süreçte hiç kolay geçmedi. Ak Parti’ye balyoz indirmek istediler,
Erdoğan’a suikastlar düzenlemeye kalkıştılar, partiyi kapatmak için
uyduruk davalar oluşturdular ve hatta 27 Nisan E-muhtırası olarak
kayıtlara geçen bir askeri muhtıra yayımladılar. Lakin Ak Parti
kadroları dersini iyi çalışmıştı ve artık devir eski devir değildi.
Halkların taleplerinin daha baskın olduğu, bilgiye erişimin kolaylaştığı
ve manipülasyonların eskisi kadar kolay olmadığı yeni bir dünya vardı
karşılarında. Halk seçtiği kadrolara uzanan kirli elleri gördükçe
siyasetin arkasında durdu. Cumhurbaşkanı Gül’ü ilk aday olduğunda
seçtirmemek için ellerinden geleni yapanlara gerçekleştirilen seçimlerde
Ak Parti’yi daha güçlü bir şekilde meclise taşıyarak cevap verdi. Hal
böyle olunca zinde güçler artık eski zindeliğinde değildi. Ak Parti
halkın önünü açan değişimler gerçekleştirdikçe teveccüh gördü ve bu
teveccühü çekemeyenler halkı cahillikle suçladı. Artık devir değişmişti.
Seçilenlerin iktidarı kurucu iktidara galip geliyordu. Yani “tez”
kaybetmişti.
Şimdi sıra
“anti-tezin” yaşanmasına gelmişti. Burada altı çizilmesi gereken husus
antitezin tez kadar vahşi ve yıkıcı olmadığı gerçeğidir. Çünkü dönemsel
olarak antitez demokrasinin, insan hakları ve özgürlükleri ile ilgili
taleplerin, şeffaflığın, bilgiye erişim ve ulaşımın daha kolay olduğu
bir zaman diliminde yaşandığı için bu mümkün olmayacaktır. Ama hiç kimse
yıllarca zulüm görmüş ve aşağılanmış bireylerin iktidara geldiğinde
tamamen tahammül ve hoşgörü sahibi olmasını beklememeli. Burada ilginç
bir nüansı belirtmek gerekiyor. Tez yazıcı ve yapıcıların elitleri yani
üst kadroları antitezin tabanına büyük baskı ve zülüm gerçekleştirmişken
bugün antitezin üst kadrolarının tezi halen destekleyen kitlelere karşı
yaklaşımı çok daha makul ancak antitezin yani Ak Parti tabanının bu
anlamda ciddi bir tahammüle sahip olduğunu veya “biz çektik siz
çekmeyin” diyebildiğini sanmıyorum. Kısacası Ak Parti’nin tabanında
ciddi bir rövanş isteği olduğunu ve dün bize bunları reva gördünüz biraz
da siz çekin yaklaşımını taşıdığını söyleyebilirim. Bu da eşyanın
tabiatı gereği normaldir. Birisi size tokat attığında ona o an
güçsüzlüğünüz nedeniyle cevap verememişseniz gücü elinize geçirdiğiniz
ilk fırsatta siz de o tokatın cevabını verirsiniz. Bu tasvip edilir
olmamakla birlikte insanın doğası gereğidir. Zaman zaman bu durum
Başbakan Erdoğan’ın üslubuna da sirayet etmektedir. “Iksırıp
tıksırıncaya kadar içiyorsunuz” deyişi olsun, alkole yapılan vergi
zammında “biraz da az için” söylemi olsun bu konuya ilişkin önemli
örneklerdir. Özellikle 12 Eylül 2010 referandumundan sonra vesayetin
tamamen kalkması ile Ak Parti ve onun kadrolarında bu ruh halinin daha
bariz bir şekilde oluştuğunu gözlemliyoruz. Liberal yazarlara ve
fikirlere dair dışlayıcı söylemler, bedelli askerlik meselesinde ve
vicdani redde karşı alınan tavırlar bunun bariz örnekleridir. Bu yazıyı
yazmama neden olan Dersim özrü meselesi de önemli bir emare olarak
görülebilir. Başbakan’ın devlet adına özür dilemesini takdir etmekle
birlikte bunu CHP’ye gol atar bir tavırla yapması, aynı özrü Maraş
katliamı için dileyip dileyemeyeceği meselesi antitez olup olmadıkları
hususunda bize net bir fikir verebilir. Benim temsil ettiğim düşüncenin
yaptığı yanlışları ağzıma almam ama “tez” döneminde yapılan ne varsa
onlarla hesaplaşırım gibi bir tavır antitez olduğunu itiraf etmek
anlamına gelebilir. Ayrıca deniz feneri meselesinin adeta örtbas
edilmesi bunun yanında doğan grubuna yüklenilmiş olması da bir başka
“bendense susarım ondansa yakarım” yaklaşımıdır. Henüz içinde olduğumuz
bir dönem olduğu içinde “antitez” olduğunu iddia ettiğim Ak Parti
dönemiyle ilgili çok daha fazla veriye yahut sonuca şahit değiliz. Ancak
bu haleti ruhiye ile politika yapılmaya devam edilirse -edileceğini de
gözlemliyoruz- Ak Parti dönemini de tam anlamıyla “antitez” olarak
isimlendirebiliriz.
Sonuç olarak
Türkiye fecaat bir “Kemalist Tez” yaşamıştır. Bu dönemsel şartlar
gereğince alabildiğine yıkıcı ve somut acıları içinde barındırmıştır.
Kemalist tezin bunca zaman yaşamasının sebebi ise söylediğimiz gibi
bilginin dolaşımı, bilgiye erişim, teknoloji ve tarihsel şartlar ile çok
alakalıdır. Bugün ise Türkiye “Tayyibist Antitez” yaşıyor olabilir. Bir
antitez yaşadığımızı gözlemliyorum ancak bunun adının “Tayyibizm”
olduğuna henüz kesin kanaat getirmiş değilim. Tez laik-kemalist güruhun
elitleri tarafından gerçekleştirilmiş bir baskı aracı iken antitez Ak
Parti’nin bariz bir şekilde tabanı tarafından dayatılan yaşam şekli ve
bakış açısıdır. Laik-Kemalistlerin dindar-muhafazakarların ümüğünü
sıkamayacağını ve uzun yıllar haksızlık ettiklerini anlamış olmaları
gerekiyor. Anlamayanları da pek yakında anlayacaklardır. Anlamamak
isteyenler ve bunda ısrarcı olanlar da elbette olacak ve marjinal
kalacaktır. Antitez ise buram buram buradayım diyor. Beyoğlu’nda
yıllardır aynı yerinde olan masaların oradan kaldırılmasını masumane
görmek mümkün değil. Nitekim içki içen veya dindar olmayan insanlara
karşı da bir aşağılayan yahut dışlayan bakış açısını da zaman zaman
hissetmiyor değiliz. Lakin ben bunun uzun sürmeyeceğini düşünüyorum.
Mutlaka dindar-muhafazakâr kesim de laik-kemalist cenahın ümüğünü
sıkmanın mümkün olmayacağını, birlikte yaşamak zaruriyetini ve hatta bu
birlikteliğin çok daha anlamlı olacağını idrak edecektir. Çünkü
ellerindeki iktidar aygıtlarının zulüm yapmaya başladığı anda
kendilerini alaşağı edeceğini yaşadıkları zulüm dolayısıyla biliyorlar.
Toplum neticede turşu değil, kuralım 6 ay sonra dilediğimiz kıvama
gelsin diyemeyiz. Her tepkinin bir karşılığı mutlak surette oluşuyor. Bu
oluşmanın hızını, ortam ve koşullar belirler. Ortam ve koşulların
gerektirdiğine göre bu oluşma, çok yavaş ya da çok hızlı olabilir. Bunu
ben değil Hegel’in diyalektiği söylüyor. Tez çok yavaş ve uzun
vadeliydi, antitez ise kanaatimce hızlı ve kısa vadeli olacak. Peki ya
sentez? İşte onu da bir başka yazıda konu almak gerekiyor. Çünkü sentez
bizim neslimizi, yeni toplum tahayyülünü, yarını ve 2020 sonrasını
işaret ediyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder