8 Aralık 2012 Cumartesi

Fakir Edebiyatından Eşitlik Çıkmaz


Hükümet okullarda kılık-kıyafeti kısmen özgürleştiren bir adım attı. Kısmen özgürleştirdi diyorum çünkü tüm kademelerde başörtüsüne özgürlük gelmediği gibi şortla-kolsuzla okula gitmek de mümkün değil. Sakal-bıyık ve okul rozeti dışında herhangi bir sembol taşımak da yasaklar listesinde. Şu satırları yazarken, yani sakal-bıyık ve örtü-şort üzerinden konuşurken inanılmaz rahatsızım. Çünkü devletin görevli memuru dışındaki vatandaşına, yani hizmet alana kıyafet dayatmasını aklım bir türlü almıyor. İnsanlar kıyafetleri ile ağırlanıp fikirleri ile uğurlanır diye bir atasözümüz var. Fakat biz kıyafetlerimiz ile ağırlanmakla kalmıyoruz kıyafetlerimizle değerlendiriliyor ve hatta kendi kendimizi de öyle değerlendiriyor ve “fikri” bir kenara atıyoruz. Şahsi görüşüm kıyafetin bir ihtiyaç olduğu ve insanın kendine yakıştırdığını kendince giymesi yönünde. Bunu da söyleme gereği hissediyorum zira örtünün hangi şekilde bağlanınca bilmem ne ifade ettiği ile de zerre ilgilenmiyorum. Ama ilgilendiğim bir şey var; o da sene 2012 ve ülkemin gündeminde neyin nerede neden giyilip-giyilemeyeceğinin tartışılıyor olması.

Hükümetin kısmi özgürleştirici adımına başıma çok bela olan “yetmez ama evet” mantığı ile yaklaşıyorum. Biraz özgürleşmeyi hiç özgürleşmemeye tercih ediyorum. Hoş bireysel anlamda benim için hiçbir şey ifade etmeyen (okul biteli yıllar oldu) bu reformu sadece şeklin yerine içeriği ön plana taşıma ihtimali yüzünden bile önemsiyorum. Nedir içeriğin öne çıkıp şeklin önemsizleşmesi diye soracak olursanız ona da bir şarkı sözü ile yanıt verebilirim; “fikrim hevesimi alt etsin”. Ancak bunu biraz daha açmak istiyorum. Bana göre hepimizin mavi renkli beyaz yakalı önlükler giymesi hiç birimizi eşit kılmadığı gibi fakir-fukara çocuklarını zengin veya belli kimselerin çocuklarının karşısında/yanında en fazla eşitMİŞ hissiyle donatmıyor, öyleyse bile ortada bir kendini kandırma söz konusu. Eğer beyaz yakalı mavi önlükler bizleri eşit yapıyor ise -ki birisinin beni buna inandırması lazım- lütfen bunu sadece ilk-orta öğrenimle sınırlamayalım, üniversite de dahil olmak üzere sosyalleştiğimiz her alana yaygınlaştıralım. Sanıyorum ki çocuklar-gençler birbirleri ile sadece okulda görüşmüyorlar, okul dışında yaptıkları her buluşma için de kural koyalım ve hepsini tek tip kıyafet giymek zorunda bırakalım. Ancak eşitmiş gibi hissetmemiz için bu da yetmeyecektir. Derhal okullar veya yetkili merciler bir mont-kaban tipi geliştirsinler ve hatta kışlık bot ve yazlık ayakkabı modeli önersinler ki bu alandaki eşitsiz görüntüyü de ortadan kaldırabilelim. Muhtemelen bu anlamda bir cep telefonu ve aksesuar kuralı da koymamız gerekecek. Zira birisi elinde akıllı telefon ile gelirken diğerinin çok daha eski model telefon kullanması da eşitmiş hissimizi zedeleyecektir. Anne-baba statülerinden kaynaklanan eşitsizlikleri ise hiç saymak istemiyorum.

Yukarıdaki tüm şekilsel eşitliği sağladıktan sonra eşitmiş hissini oluşturmak için çok başka şeyleri de yasaklamamız veya kısıtlamamız gerekecek. Mesela anne-babalar çocuklarını okullara arabayla bırakmayacak veya bırakacaksa da hepsi eşit arabalar kullanacak. Servisle okula gitmek her öğrenciye sağlanacak bir hizmet olacak ve ücret talep edilmeyecek ya da servis falan olmayacak. Okul kantininden her öğrenciye günlük kumanya çıkarılacak ve bunun dışında herhangi bir şey tüketmeye izin verilmeyecek. Buna benzer yığınla önlem almamız gerekecek çünkü aksi takdirde eşitmiş gibi hissetmemiz mümkün olmayacak ve psikolojik olarak fakir çocukları etkilenecek. Ayrıca zengin çocuklarının okulda akşam evde ne yedikleri, ailesiyle hafta sonu ne yaptıkları, tatillerini nerede geçirdikleri gibi şeyleri anlatması da yasaklanacak. Peki, tüm bunları da yapsak sizce fakir öğrenci ile zengin öğrenci arasındaki eşitsizliği sona erdirebilecek miyiz? Gerçekle yüzleşmeyi bir kenara bıraktığımızda birbirimizi kandırmaktan öteye geçemeyeceğimiz gayet açık olduğu gibi fakir ama zenginle eşit hissiyatına sahip bireyleri de daha sonra yüzleşmekten kaçamayacakları bir travmaya hazırlamaktır bu. Düne kadar eşittik şimdi ne oldu da bu çocuk yurtdışına master yapmaya gitti sorusunu sormaktansa benim daha çok çalışıp burs imkanı oluşturmam lazım, benim ailemin imkanları şunlara yetiyor o halde bu imkanları genişletmek için ayrıca şunları da yapmam, daha fazla çalışmam lazım bilinciyle mi yetişmek bana daha makul görünüyor. Neticede birileri zengin birileri de fakir, bunu aynı elbiseleri giydirmek suretiyle değiştirmemiz mümkün değil. Bunun değişmesi fakirin daha başarılı olmayı arzulaması, içinde bulunduğu koşulların farkında olup daha kaliteli yaşam seviyesine ulaşmak için daha çok çalışması ile mümkün olabilir. Yoksa kimse aynı kıyafetleri giydiği için bir diğerine hadi sen de benimle aynı arabayı kullan, aynı yere tatile git, aynı mekanlarda yemek ye falan demiyor ve demeyecek. (Burada zenginlerin fakirleri sömürmesi, kendi zenginliklerini büyütmesi ve fakiri belirli ekonomik seviyenin üstüne çıkarmaması için elinden geleni yapması konu edinilmemiştir)

Sonuç olarak fakir öğrenci ile zengin öğrenci arasındaki fark bana göre bir kılık-kıyafet tek tipçiliği ile giderilemez. Kıyafet tek tipçiliğinin ortadan kaldırılmasına karşı bu argümanı savunmak da eski solculuk, olmayan komünistlik veya en hafifi AK Parti karşıtlığından başka bir şey değil. Şeklin içeriği esir aldığı bir toplumsal tablonun demokratikleşmesi de, özgürleşmesi de pek mümkün değil. Çocuklarımıza asker-polis muamelesi yapmayı bırakalım. Kılık-kıyafet konusunda yapılan düzenlemeyi yeterli bulmadığımı söylemiştim. Zaten halen daha şekil üzerinden tartışıyor olmamız da anlamsız. Tek tip kıyafeti aştık diyelim, halen daha tek tip öğrenci yetiştiren müfredat yok mu? Kemalist-Militarist olmayan bir idarenin kemalist-militarist öğrenciler yetiştirdiğini görmüyor muyuz? Halen daha andımızı okuyan ve varlığını Türk varlığına armağan eden, rahat-hazır ol komutları eşliğinde askeri düzende sıraya geçen çocukların kıyafetleri tek tip olsa ne olur olmasa ne olur.

(http://www.konseptdisi.com/burak-yal%C4%B1m/fakir-edebiyat%C4%B1ndan-e%C5%9Fitlik-%C3%A7%C4%B1kmaz-833)

18 Kasım 2012 Pazar

Açlık Grevleri ve İnsani Duruş


Her yeni güne umutla başlamak isterim. Karamsarlığa da kolay pabuç bırakmam ve güzel günlerin geleceğine dair ısrarcıyımdır. Zira umut tek başına yetmez yanı başında bir çaba ve ısrar gerektirir çünkü siz “iyi” yapacağım derken bazıları “kötü” için çoktan çalışmaya başlamıştır. Kime göre neye göre iyi diye sormayın, her ne olursa olsun bir insanın yaşamasından yana tavır almak ile bilmem ne suçundan, ahlaksızlığından ötürü onun “gebermesini” savunmak arasında tercih yapmak durumunda kalıyorsanız, eğer böyle bir tercihe itilmişseniz ve zihninizden bu geçiyorsa zaten konuyu burada kapatalım. Bir insan bir başkasının yaşama hakkına kast etmiş hatta bir tanesinin değil bin tanesinin yaşama hakkını elinden almış olsun. Kalkıp o insana yaptığı yanlışı anlatırken siz de onun canını mı alacaksınız? Evet, şu sıralar başbakanımız da idamı isteyen kitlelerden bahsediyor, ölüm cezasını dillendiriyor ve belki de tehdit unsuru olarak kullanıyor. Peki, ölümlere neden olduğu için birisine ölüm cezası vermek aslında öldürenle aynı safa geçmek olmuyor mu? Katili katlederek mi terbiye edeceksiniz ve bu sizi katilleştirmeyecek mi?

Bugün uyandığımda hepimizin malumu açlık grevinde olan 600 küsur kişiye dair aynı kurumda yöneticilik yaptığım bir arkadaşımın desteğini(!) gördüm. Öyle bir destek ki “gebermelerini” temenni ediyor ve dünyayı “pisliklerden” arındırdığına inanıyordu. Yanılmıyorsam Hitler için de öldürdükleri pisliklerdi ve Hitler’e sorsanız dünyanın en güzel temizliğini yapıyordu. Benzer şekilde Miloseviç-Kradziç-Mladiç üçlüsünün kafasındaki temizlikti, etnik bir temizlik ile Bosna-Hersek’i Boşnaklardan arındıracaklardı. Peki ya Sabra-Şatilla’da ve bugün Gazze’de İsrail’in yaptığına ne demeli? Netanyahu, Şaron ve diğerleri Kutsal Yahudi topraklarından Filistinli pislikleri temizliyorlar kendilerince! Olayı abartmıyorum çünkü biliyorum ki halen daha Kandil’i bombalamak suretiyle çözümü getireceğine inanan bir sürü insan var.

Şimdi diyeceksiniz ki Yahudiler Hitler’e, Filistinliler Yahudilere ve Boşnaklar Sırplara ne yaptı ki ölümü hak edecekler ama bugün konu olan kişiler eli kanlı teröristler, mahkum edilmişler ve kalkıp açlık grevi yaparak hak talep ediyorlar. Karadziç de kalkıp açlık grevi yaparak hak mı talep etsin gibi kendinizce haklı sorular sorabilirsiniz. Ancak bugün açlık grevi ile “anadilde savunma – Öcalan’a tecrit” isteyenler ile Karadziç arasında kocaman bir fark olduğunu görmelisiniz. Bugün açlık grevi yapanlar ne Karayılan, ne Bahoz Erdal ne de Öcalan değil. Çocuk ve genç yaştaki insanların da dâhil olduğu 600 küsur kişiden bahsediyoruz. Ayrıca talep edilenlerin hangisi hak ve hukuk çerçevesinde meşru değil? Anadilde savunma hakkının Lozan’ın 39/5 maddesinde olduğunu bilmeyen kaldı mı? Ayrıca bunu izah etmek için illa Lozan’a kadar gitmek mi gerekiyor? Müebbet hapis yatıyor dahi olsa mahkûmun tecride maruz kalması hukuki mi?

Zaten bu işlerin böyle olmadığı en nihayetinde hükümet tarafından da kabul edilip anadilde savunma ve Öcalan’a uygulanan tecritle ilgili olumlu hamleler atıldı/atılıyor. Peki, biz hangi yetki ile çemkirip “gebersinler” diyebiliyoruz?

Yetki ve sorumluluğu da bir tarafa koyalım ne zaman vicdanımızı kaybettik, PKK’nin askerlerimizi şehit etmesi ile yine PKK’nin talimat vererek bu genç-çocuk 600 küsur kişiyi greve başlatması arasında ne fark var?

Hadi talimatla değil de gönüllü olarak açlık grevine gitmiş olsunlar. Talep ettiklerinin meşruiyeti bu grevi haklı kılmaz mı? PKK talimat verdi, onlar da zaten mahkûm teröristler diyerek grevcileri ölüme göndermek onulmaz yeni yaralar mı açacaktır yoksa sorunu mu çözecektir? Acıların üzerine yenilerini eklemek mi istiyoruz yoksa hukuk çerçevesinde çözüm üretmek mi? İktidarın anadilde savunma ile ilgili tasarıyı bakanlar kurulundan geçirip CMUK 202’ye ekleme girişimi takdire şayandır. Öcalan’ın tecrit edilmediği, edilmişse de bunun kendi isteğiyle gerçekleştiği, isterse yakınlarının görüştürüleceğinin hükümet sözcüsü tarafından duyurulması da durumu rahatlatmıştır. 
Başa dönecek olursak eğer bugün en kolayı “öldürmek” ve toplumun hassasiyetlerine matuf cümleler kurarak alkış almak olabilir. Şehit/Terörist karşıtlığı ve PKK/Devlet bakış açıları üzerinden yapılacak söylemler üzerinde büyük kitleler uzlaşıyor olabilir ama bunlar ölümleri durdurmadığı sürece bir anlam ifade etmeyecek. Siyaset, öldürmek için değil aksine yaşatmak, daha yaşanılabilir bir ortam hazırlamak için var. PKK’nin Şemdinli’de öldürdüğü 11 yaşındaki Faris’e nasıl üzüldükse ve bunun hangi sorunu çözdüğünü sorguluyorsak, yarın açlık grevindekilerin ölümü de bizleri üzecek ve herhangi bir çözüme hizmet etmiş olmayacak.

Her insan suç işleyebilir, cinayet işlemiş ve hatta terör eylemine de katılmış olabilir, bunların hiç biri meşru değildir ve hukuk karşısında cezaları neyse verilir ama her ne olursa olsun bir insanın yaşama hakkına göz dikmek affedilebilir bir şey olmadığı gibi katilimize benzemekten başka bir şey değildir.

@burakyalim 

http://www.haberx.com/aclik_grevleri_ve_insani_durus(19,w,12326,262).aspx

3’ü Bir Aradanın Vesayeti Altında Demokratlık



Türkiye’de herkes biraz demokrattır ve kendine göre en demokrattır. Bizim demokratlarımız hem Atatürkçü hem demokrat, hem milliyetçi hem demokrat ve hem muhafazakar hem demokrat olmak üzere çok çeşitlidir. Demokrasinin özü çeşitliliğe atıf yaptığından mütevellit olsa gerek biz de bu çeşitli demokratlık kategorilerine dağılmışızdır. Liberal demokratlar ile sosyal demokratlar bu paylaşımda nerededir diye sorarsanız; onlar toplumun en ücra köşelerindedir ve en silik grubu oluştururlar çünkü Atatürkçü, milliyetçi ve muhafazakar değillerdir ve hatta bu kavramların içinin boşluğuna atıf yaptıkları için “hain-satılmış” kategorisine girmektedir.  Zaten “liberal” diye bir şey de yoktur o olsa olsa liboştur. Sosyal demokrasi ise CHP’nin tek olamadığı ancak bıkmadan usanmadan olacağını zannettiği şeydir.

Bir de malumunuz demokrasinin “ileri” versiyonu var. AK Parti’nin vatana millete armağan ettiği ve hepimizin bundan mutlu olmamızı beklediği şey işte “ileri demokrasi”. Yürürlükte olan 1982 anayasasına rağmen hedefleyebildiğimiz “ileri demokrasi” için umutluyum zira bu dar alanda bu kadar büyük ufuk çizmek umut arttırıyor. Her ne kadar 12 Eylül 2010 tarihinde malum dar alanı nispeten genişletecek desteği vermişsek de bu nispi genişlemenin yetmezliğini de haykırmıştık ve haykırıyoruz. Peki, sesimizi duyan var mı? İşte o sesin duyulup duyulmaması biraz da malzemenin ne olduğuna bakıyor. Bilirsiniz ses yalıtımı yapılır binalarda, yan komşuyu duymayalım yahut sokak sesi evin içini rahatsız etmesin diye. Şimdi bakıyorum da ülkece yalıtılmışlığımızı ve yanıltılmışlığımızı ve elbette 10 yılda 15 milyon genç yaratmışlığımızı eksik teşebbüslü demokrasimize borçluyuz herhalde. Biz bırakın sokaktaki seslere aşina olmayı yan komşuda ne olup bittiğinden bihaber yetiştik ve yetiştirildik. Varsa yoksa evin içindeki tablolara, nutuklara ve babamızın buyurduğu tek kimliğe adadık hayatlarımızı. Birisi aksi istikamette konuşunca ailenin birliğine, evin bölünmezliğine ihanet ettiği yanılgısıyla dışladık yahut cezalandırdık. Kısacası evlere ses girmesin diye olumlu manada kullanılan yalıtım sistemi bizim hayatlarımızı olumsuz manada etkiledi. Kocaman bir duvar ördük bizden farklı olana, dışarıya ve dünyaya karşı. Ve nihayetinde arkasına demokrat sıfatı eklediğimiz –ci –cu –ist ve –izm’lerimiz oldu bizim.

Demokratlığı önceleyemedik maalesef. Atatürkçü, milliyetçi, İslamcı/muhafazakar demokrat da olmak mümkündü ama biz içini dolduramadığımız izm’lerimizin vesayeti altına ittik demokrasiyi. Şimdi kalkıp nerede ileri demokrasi diyoruz ve bunu akşamdan sabaha tesis etmedikleri için birilerine yükleniyoruz. Atatürkçü demokrat, milliyetçi demokrat ve İslamcı demokrat kitlelerin cirit attığı bir ülkede “ileri demokrasi” ortamını tesis etmek hem de bunca yıllık yalıtılmışlığa ve tek tipleştirmeye rağmen ne kadar çabuk ve kolay olabilir ki? Atatürkçü olmayanı “yobaz”, milliyetçi olmayanı “hain”, İslamcı/muhafazakar olmayanı “dinsiz-kitapsız” ilan ettiğimiz bir ortamda bırakın ilerisini demokrasinin kendisi nasıl mümkün olacak? Kişiler Atatürkçü olsun, milliyetçi olsun, İslamcı olsun ama bunu topluma dayatmak sevdası niye? Biz hep birlikte Türkiye’yiz derken Türkiye’deki Ermenileri, Yahudileri, Rumları saymaktan imtina etmekle Atatürkçü ve milliyetçi olmayanları hain ilan etmek arasında herhangi bir fark görebiliyor musunuz? Hep birlikte Türkiye olacaksak kimsenin etnik ve mezhep olarak kimliğine bakmayacağız, vatandaşlık hukuku bizi eşit kılmak için tek çare. Hatırlıyorum ben küçükken ilk kez bir uzun saçlı ve küpeli bir genç gördüğümde “satanist” demiştim. Şimdi bir sürü satanist arkadaşım, dostum var. Demokratlık biraz büyümekle, farklılıkları tanımakla, olgunlaşmakla ve kendinizi iç dünyanıza kapatmamakla alakalı da bir şey. Türkiye’nin ne kadar olgunlaştığına, büyüdüğüne, kendisini dışarıya açtığına, farklılıkları tanıdığına ben değil hep birlikte karar verelim ve “ileri demokrasi” beklentimizi o bağlamda yeniden konuşalım isterim. Neticede hepimiz 3’ü bir arada sevdik ve demokrasiyi Atatürkçülük, milliyetçilik, İslamcılık/muhafazakarlık vesayetine terk ettik biraz.

Not: Demokrasiye bir adım daha yakınlaştığımız bir bayram olması temennimle büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden ve akranlarımın da yanaklarından öperim. J

Twitter’da takip et: @burakyalim

http://www.haberx.com/3u_bir_aradanin_vesayeti_altinda_demokratlik(19,w,12253,135).aspx

2 Ekim 2012 Salı

En Amatör Asker Bizim Asker


Biliyorum başlık bile içinizi gıcıklatıyor, bu adamın işi gücü yok bir fırsat bulsam da askere çaksam diye pusuda bekliyor diye düşünüyorsunuz. Keşke mevzu o kadar naif olsaydı ve ben askeri kendine hedef seçmiş bir meczup olsaydım. Maalesef durum öyle değil ve bizim “En Büyük Asker Bizim Asker” sloganımız bolca nefes tüketilip şişirilmiş bir balondan ibaret.
Bugün mahkeme “Balyoz Davası” ile ilgili kararını açıkladı. Paşalar 18-20 yıl hapis cezalarına çarptırıldı. Henüz her şey bitmiş değil. Yargıtay süreci var ama bizim tavrımız net, “Yetmez ama Evet”. Türkiye eğer demokrasiyi içselleştirecekse Balyoz davasının sonucu ancak başlangıç olabilir. Bu anlamda Ergenekon davasının derhal sonuçlanması, Uludere faciasının sorumlularının ortaya çıkarılması, Hrant Dink’i öldüren derin ellere ulaşılabilmesi gibi daha çok işimiz var. 27 Nisan e-muhtırasını verenlerden tutun Balyoz ve Ergenekon’u görmesine rağmen gerekli işlemleri yapmayanlara ve ıslak imzayı kağıt parçası, lav silahını boru addedenlere kadar daha çok yolumuz var.
Her günümüzün cenaze ve her günümüzün acı dolu olduğu şu günlerde Balyoz davasındaki kararı “askerleri içeri atarsanız olacağı budur” diye okuyanlar olacaktır. Hatta bu yaklaşım birilerine çok hoş da görünebilir. Sanki hapisteki paşalar görev başındayken “terör” yokmuş, “kayıp” verilmiyormuş gibi bir imaj da oluşturulabilir. Ben ise şunu sormak isterim; bugün ceza alan paşalarımız TSK’nın profesyonelleşmesiyle ilgili ne düşünüyorlardı? Çok önemli konumlarda bulundular, yıllarca TSK’nın önemli kademelerini işgal ettiler ve 30 yıldır devam eden terör hadisesi ile ilgili ne önerdiler? Yoksa Ahmet amca ile Ayşe teyzenin çocuklarını şöför, haberci, berber, garson, temizlikçi ve benzer görevlerle hem de beş kuruş para vermeden ve “vatani görev” adı altında çalıştırmakla mı meşgul oldular? Yetmedi, biz bunu cumhurbaşkanı olarak görmek istemeyiz, Kıbrıs davasında böyle politika olmaz, Kürt konusunu bizden başkası bilmez gibi yaklaşımlarıyla siyaset sahnesini de diledikleri gibi kullanmaya mı çalıştılar?
Bu soruları uzatabilir ve birbirinden vahim cevaplar bulabiliriz. Ancak bu soruları sormamız ve cevaplarını vermemiz de bazen çok fazla bir şey ifade etmiyor. Halen daha gençler eller üstünde, “en büyük asker bizim asker” sloganlarıyla kışlalara gönderiliyor. Askerlik peygamber ocağı deniliyor ama “tanrımıza hamdolsun” ile yemek yediriliyor. Her Türk asker doğuyor ve erken ölüyor. Çünkü bir-iki aylık eğitimle eline silah alıyor ve yol-iz bilmediği dağlarda keklik gibi avlanıyor. Anneler kına yakıyor evlatlarına ve bayrak sarıyor tabutlarına. Üzerinde evladının yaşayamadığı vatanın sağ olmasını diliyor sonra. Bu kadar mantıksızlık içinde zaten askerlik mantıksızlıktır kabulüne sarılıyoruz hep birlikte.
Daha da uzatalım mı? Bugün Balyoz davasında bir karar verildi ve generallerimize paşalar gibi yatacakları hapis cezaları atfedildi. Özden Örnek’in oğlu ve Çetin Doğan’ın kızı televizyonlara bağlanıp duygularını paylaştı çünkü onların babalarının hapis yatacak olması önemliydi. Ayşe teyzenin ve Ahmet amcanın çocuklarının ölümünde nasıl ki “vatan sağolsun” deyişleri önemli ve gerisi hiç önemli değilse işte o kadar. Ahmet amca ile Ayşe teyzenin çocukları amatördü ve öldü, Tolga ile Pınar’ın babaları da amatördü darbe yapamadı ama bu amatörlükleri sadece kendilerine zarar vermedi Ahmet amca ile Ayşe teyzenin de ocağına ateş düşürdü!

Twitter: @burakyalim  

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Kimseye Etmem Şikayet



Uzun zaman olmuş, elim klavyeye gitmiyor, iki satır kelam edesim yok. Hepimizin başına gelir böyle zamanlar, sessizleşiriz önce ve derin bir bıkkınlık kaplar yüreğimizi. Kimisi eski filmleri, kimisi seyredemediği dizileri kimisi de müziği ilaç edinir bu ruh haline. Arka planda “Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime. Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime…” sözleri ve fikrimde 2023’ler, 2030’lar ve 50’ler… İstikbalin hiçbir zaman yeknesak mutluluk getireceğine inanamadığımdan mı yoksa kendini bir halt zannetmenin verdiği ağır sorumluluk duygusu mu bilinmez, yarınları düşündükçe hep bir Türkiye hikâyesi gelir aklıma. Sanki birileri boğazıma sıkı sıkıya yapışıp “siz ne halt ettiniz” diyecekmiş gibi irkilirim. Belki de ben benden öncekilere çok fazla yüklendiğim için başıma gelecekleri biliyorum. 10 yılda 15 milyon genç yarattığını dillere dolayıp kendisini kandıranlara kızdığımdan olsa gerek son yılda biz ne yaptık muhasebesine kapılıyorum genellikle. Sonra bunu sesli düşününce, Atatürk düşmanlığından başlayıp cumhuriyet karşıtlığına kadar konumlandırılıyorum. Tersi çok mu naif? Biz’den kastımın son 10 yıllık iktidar olmadığını, onların da süresinin ve görevinin dolacağını ve bizim taşın altına elimizi koyma zamanımızın yaklaştığını sesli düşününce de farklı bir şey olmuyor. Mutlaka ya Atatürk’ün ya da Erdoğan’ın çocuğu olmamız gerektiğine dair inanılmaz bir baskı altında titriyorum baktıkça istikbalime…

Atatürkçüyüz, Erdoğancıyız, Dindarız, Laikiz, Cumhuriyetçiyiz, Federalciyiz, Milliyetçiyiz, Muhafazakârız ve daha niceleri… Benim aklım en sık olduğumuz 3’ünde. Atatürk okumadan –çü olduğumuz, Kuran’ı elimize almadan dindar olduğumuz ve evvelini, sonrasını kavramadan milliyetçi olduğumuz haller bana pek bir bunaltıcı geliyor. Mesela insan olsak önce, sonra yüce kitabın söylediği gibi “okusak” ve okudukça bulsak kendimizi daha iyi olmaz mı? İdrakimize deli gömleğini niçin bu kadar erken giydiriyoruz? İdrak, deli gömleği ve müzmin –izm’lerimizin alakasını çok net bir cümle ile açıklayan Cemil Meriç ile aramız nasıl mesela? Hadi biraz Meriç’çi olalım sonra Haldun’cu ve belki akabinde Russel’cı, Russo’cu, Farabist, Gazalist ve bilumum yazmış çizmiş insanların takipçileri olalım ne dersiniz? Şimdi kalkıp kim mi kurcalayacak tozlu rafları, kim mi dirsek çürütecek ve hakikati arayacak? Hakikatte hepimiz, bilmediklerimiz oluyoruz en şahanesinden oysa…

Fazla baş ağrıtmanın manası yok. Geçenlerde bir dost dedi ki bugün bana silah doğrultanlar neyin peşinde? Herhalde durup dururken kimse kimseye silah çekmez değil mi? Bugün eline silahı alanlar bir intikam hikâyesinin aktörleri. Yıllar önce idraklerimize giydirilen deli gömleklerinin hesabını sormak istiyorlar. Niçin biz dünyanın nimetlerinden faydalanamadık, iktidara ortak olamadık ve biz bunu yaşarken siz neden gıkınızı çıkarmadınız diyorlar. Haksız olduklarını iddia edemeyiz ama haklılığın dışavurumu uğradığın zulmün bir benzerini gerçekleştirmek üzere eline silah almak değil!.. Sosyolojik bir vakıa addettiğimiz zaman bu şerden hayırlar devşirebileceğimizi de görmek mümkün. Ta ki bu vuruşmanın sonunda hiç kimsenin zerre fayda sağlamadığını idrak edebilelim.

Ben, halen daha “kim var” denildiğinde ortaya çıkacak “biz” in hülyasındayım. Mukaddes emaneti ne yaptınız sualine sahip çıkabilecek meşgaleye inanmışlardanım. Kimseye etmem şikayet değil kimseyi etmem şikayet diyenlerdenim. Yıllardır yediğimiz gollerin hesabını dış mihraklara yükleyecek kolaycılık yerine, “ben kimim ve bu hal neyin nesi, yetiş ey sonsuz varlık muhasebesi” mısralarında gizlenen mananın peşindeyim. Fazıl’cı değilim ama gençlikte köprübaşı olacak genci aradığı yerde olabilme telaşındayım. Baktıkça istikbalime titrerim mücrim gibi zira geç kalmışlık hissini hiç üzerimden atamadım. Oturduğu yerden eleştirmenin kolaycılığına kaçan ve eleştirmeyi hakaret sayan dostlara selam olsun, ben onlarla birlikte ağlayıp-güleceğim bir geleceğe yürüdüğümün idrakindeyim. Bu minvalde gönül kapımızı açık tutup farklılıklarımız üzere zenginleşeceğimiz büyük masayı kurabilmeyi ümit edinirim.

Diyarbakır’dan Edirne’ye ve hatta Erivan’dan Bihaç’a, Hatay’dan Samsun’a ve bu doğrultuda San’a’dan Akmescit’e kadar bizim coğrafyamız addettiğim topraklardaki tüm dostların yüzyıllardır gözünde, gönlünde olan büyük masa İstanbul’dan herkese selam olsun. Bize bayram başkasına zulüm oluyorsa oturup hep birlikte düşünmeli ve önce benliğin hesaba çekildiği büyük cihadı gerçekleştirmeliyiz.
Twitter: @burakyalim   

7 Ağustos 2012 Salı

Ramazan Sokağı Siyaset Malzemesi Olmamalı


Uzun zamandır İnegöl ile ilgili yazı kaleme almıyordum fakat Saadet Partisi Gençlik Kollarının İnegöl’de bir gelenek haline gelen “Ramazan Sokağı” ile ilgili basın açıklamasını duyduğumda bir iki kelam etmek zorunda hissettim. İl veya ilçe yönetimi böyle bir açıklama yapsaydı bu kadar içerlemezdim ama olayın içinde “gençlik” ibaresini görünce dayanamadım. İnegöl’de gençliğin siyaset anlayışını artık değiştirmesi şart zira böyle hamaset ve demogoji kokan açıklamalar ile siyasi fırsatçılık yapmanın getireceği günlük faydalar olsa bile uzun vadede ve genel olarak kaybedenin İnegöl olacağı aşikâr.

Saadet Partisi Gençlik Kolları İnegöl’de yıllardır kurulan “Ramazan Sokağı” için nedense bu sene hassasiyet göstermiş ve sokağın Ramazan ruhuna aykırı olduğu düşüncesini ağır eleştirilerle ifade eden bir açıklama yapmış. Birincisi bu açıklamanın taşıdığı niyetin halis olduğuna inanmak çok zor çünkü eğer hedef gerçekten bu sokağın ruhunu yansıtması meselesi olsa ilk önce gidip organize edenler ve sokak esnafı ile konuşmaları gerekir. Burada amacın İnegöl halkına AK Parti belediyesi İslam’a uygun düşmeyen işlerle meşgul mesajı vermek olduğu açık. Hadi diyelim ki böyle bir mesaj da sorun olmasın peki ya içerik? Acaba Ramazan Sokağı gerçekten Günah Sokağı mı olmuş? Yapılan açıklamaya baktığımızda sokakta olanların Ramazan ayının ruhuna ters düşmesi veya İslami hassasiyetleri gözetmediği noktasında elle tutulur somut bir örnek göremiyoruz. Sanıyorum Saadet Partili arkadaşlar İslam dinini sabahtan akşama kadar dua etmek, Kuran okumak ve Namaz kılmaktan ibaret sanıyorlar. Oysa mukaddes dinimizin sosyal hayatı teşvik ettiği, müminler arasında birliği, kardeşliği ve paylaşımı sağlayacak etkileşimi de tavsiye ettiğini görmemiz gerekiyor. İnsanların teravih namazı ve vakit namazları ile birlikte oruç sürecinde çok sohbet etme şansı olmadığı ve hatta oruç kafa ile pek sağlıklı sohbet edemediği hepimizin malumu. Zaten Ramazan Sokağı da ağırlıklı olarak iftar sonrasında aktivite düzenliyor ve kalabalıklaşıyor. Ama Saadetli dostlar bu kalabalık ve paylaşımdan, insanların aileleri ile bu sokağı dolaşıp alışveriş etmesinden, nargile içip muhabbet etmesinden rahatsız. Oysa insanların aileleri ile iftar sonrasında bu sokağa gelmesi, hele günümüz dünyasında akraba, eş dost ilişkilerinin her geçen gün azaldığı zamanlarda Ramazan sokağını gezme vesilesiyle karşılaşması, oturup iki çay içmesi ve hasbıhal etmesi kadar doğal ve güzel bir şey yok. Kendi ailemden bildiğim için rahatlıkla söylüyorum, “Ramazan Sokağı” eksik veya tam ama bir şekilde Ramazan ruhunu, geç vakitlere kadar sohbet edecek ortamı ve Ramazan ayı dahilinde merkezi bir mekan oluşturmak suretiyle insanları birbirine yakınlaştırması anlamında çok ama çok faydalı.

Ramazan Sokağı dört dörtlüktür iddiasında değilim. Eminim bunu sokakta esnaflık yapan, bu sokağı organize eden kişiler de iddia etmiyorlardır. Mesele üzüm yemekse eğer Saadet Partili dostların gidip sokak esnafı veya sokak organizatörleri ile istişare yolunu denemesi gerekirdi. Durup dururken böyle bir açıklama yaparak, hem sokak esnafına hem de organizatörlere yönelik karalama kampanyası başlatmanın varacağı yer neresidir? Toplumun hassas olduğu konulardan birini seçtiğimizde hiç normal ve rasyonel olmayan tepkiler oluştuğunu, Malatya’da Ailevi bir ailenin evinin kuşatılıp taşlandığını hepimiz biliyoruz. Yoksa birileri İnegöl’de de huzur ve sükunet ortamını bozmak mı istiyor? Böyle tehlikeli söylemlere sarılıp halkın hassasiyetlerini kaşımaktansa gerçekten samimiyetle yaklaşıp Ramazan Sokağı etkinliğinde eksik, yanlış veya doğru olmayan şeyleri değiştirmek adına çok daha yapıcı adımlar atılabilir. Hiç mi olmadı, bir alternatif etkinlik gerçekleştirip kendi doğrularınız noktasında insanlara çağrı da yapabilirsiniz. Kuran mı okutacaksınız, sohbet mi yapacaksınız, İnegöl’de hiç mi salon kalmadı?

Her zaman söylerim, iyi para kötü parayı kovar. Ama bu hakaretle, hamasetle, demagoji ile olmamalı. En azından İnegöl gençliği artık bu dar kalıpları terk edip kendi kabiliyetlerini ortaya koyup beğenmediği şeylere alternatif üretebilmeli. Yoksa başkalarını karalamak çok kolay. 

Smyrna Youth Dialouge: EXPO 2020


Siyasetimizin nezaketi sıkça yitirdiği, muhalefet ile iktidar partilerinin oturup konuşamadığı bir ülkenin genci olarak birkaç gün önce İzmir’de yaşadığım deneyim geleceğe yönelik var olan umutlarımın bir kere daha yeşermesine vesile oldu. Yıllardır sivil toplum çalışmaları ve siyasete ilgi duyan ve bu anlamda kendi meşrebince faaliyet gösteren bir birey olarak uzun zamandır bu kadar heyecanlanmamıştım. İzmir’de bir masanın etrafında birbirinden çok farklı kesimleri temsil eden yaklaşık 30 STK ve platform bir araya gelmiş ve İzmir’in 2015 için kaybettiği ama 2020’ye yeniden aday olduğu EXPO organizasyonunu kazanmak için güç birliği yapmaya karar veriyordu.

EXPO kısaca bir “Dünya Sergisi”. En son Çin’in Şanghay şehrinde 2010 yılında gerçekleştirilen bu sergi ile Çin’e dünyadan 73 milyon ziyaretçi akmış ve bu Çin’in gayri safi yurtiçi hâsılasında yakaladığı %5’lik büyümeye katkı sunarken diğer taraftan düzenlendiği dönemde Çin’deki yabancı yatırımların %58-60 oranında artmasını sağlamış. EXPO’nun tarihçesi de epey eskiye dayanıyor. İlki Londra’da 1851 yılında gerçekleştirilen EXPO’nun tarihsel sürecinde telefon, televizyon, mikrofon gibi buluşlar ilk kez EXPO vesilesiyle dünyaya tanıtılmış. Mesela Fransa’ya turist akınına neden olan ve giden herkesin fotoğraf çektirmek için uğradığı Eyfel Kulesi 1889’da gerçekleşen Paris EXPO’su için inşa edilmiş. Özet olarak EXPO dünyayı ayağınıza getirerek tanıtımınıza katkı sunan, bu süreçte yapıldığı şehri dönüştürüp marka haline getiren, turistik ve doğrudan yatırımlar anlamında inanılmaz ekonomik kazanç sağlayan bir etkinlik olarak her şehrin ve ülkenin gerçekleştirmek isteyeceği küresel bir organizasyon.

EXPO’nun İzmir’e gelmesi ve toplamda bu etkinlikten Türkiye’nin sağlayacağı kazancı sayfalarca yazabiliriz. Ancak benim dikkat çekmek istediğim konu; Türkiye gençliğinin böyle büyük çapta bir etkinliği ülkesine kazandırmak amacıyla lobi ve tanıtım faaliyeti yürütecek bir sivil toplum mekanizmasını tüm farklılıkları ve çatışma alanlarını bir kenara iterek elbirliği ile kurma çabası. İzmir’de “Smyrna Youth Dialouge” veya “İzmir Gençlik Diyaloğu” adıyla oluşturulan inisiyatif; Akademik Platformlar, Finans Odaklı Sivil Toplum Kuruluşları, Kültür odaklı Sivil Toplum Kuruluşları, Üniversite kulüpleri ve temsilcileri, Ulusal Gençlik Parlamentosu, Gençlik Meclisleri, Siyasi Partilerin Gençlik Kuruluşları ve Uluslararası Gençlik örgütlerinin katıldığı bir toplantı ile tanıtılırken bu girişime öncülük eden AK Parti İzmir Gençlik Kolları da masadaydı. CHP Gençlik Kollarının davet edilmiş olmasına rağmen masada olmayışı her ne kadar eksiklik oluşturmuşsa da bu anlamda Sosyal Demokrasi Vakfı’nın temsilci göndermiş olması o açığı kapattı ve inisiyatifin AK Partiye mal edilmesine olanak tanımadı. Burada tabii CHP’li gençlerin masaya oturmamış olması ayrıca tartışılması gereken önemli bir konu olmakla birlikte AK Parti Gençlik Kolları yetkililerinin günün sonunda oluşan inisiyatifin dışına çıkacağını ve lobi ve tanıtımı sivil topluma bırakacağını belirtmesi de bir o kadar anlamlı. Elbette siyaset de tanıtım ve lobi yapacaktır ancak her meselenin politik çatışmaya kurban gittiği güzel ülkemde İzmir’in EXPO 2020 adaylığı için siyasi çaba yeterli olmaz ve birbirinden farklı grupları temsil eden STK ve platformların oluşturduğu inisiyatif siyasi çekişmeye kurban edilmemeli. İşte bu noktada AK Parti Gençlik Kolları İzmir il teşkilatını tebrik etmek ve kolaylaştırıcılık yapıp akabinde inisiyatifi dışarıdan destekleme yolunu tercih ettikleri için teşekkürü hak ettiklerini belirtmek gerekiyor.

İzmir’de böyle bir toplantının gerçekleşmiş olmasının önem arz eden bir başka yanı ise Türkiye’de gençlerin eskiye oranla dünyayı daha yakından takip ettiği ve uluslar arası organizasyonlara ilgi duymaya başladığını gözlemlemek oldu. Şöyle bir düşündüğümüz zaman Türkiye’nin uluslararası görünürlüğü bakımından EXPO 2020’nin sağlayacağı fayda asla göz ardı edilemez. Tabii bu gibi etkinliklere aday olunması, ev sahipliği yapabilme çabası ve bu çabaya gençliğin dahil olması Türkiye’nin son dönemde sadece yönetsel anlamda değil toplumsal anlamda da ne kadar uluslararasılaştığını ve dünya ile entegre olmaya başladığını gösterir. Yıllardır Türkiye’nin en sıkıntılı yanı uluslar arası ortamda kendi tezlerini ve duruşunu yeterince anlatamıyor oluşuydu. Sırf bu yüzden ne Ermeni Sorunu konusunda ne de Kıbrıs Sorunu noktasında çok mesafe alamadığımız hepimizin malumu. İşte bu noktada EXPO 2020 adaylığı bize yeni dönemde kendimizi ifade etme ve dünyayı takip etme konularında bilinçli ve duyarlı bir nesle sahip olacağımızı açıkça gösteriyor. Lobi ve tanıtım biraz da lisan işi, dünyayı okuma ve anlama işi. Dolayısıyla bugün EXPO 2020 ile yaşanacak bu süreç zaman içerisinde büyük bir tecrübenin oluşmasını da beraberinde getirecektir. Artık eskisi gibi Misak-ı Milli sınırları içine hapsolmuş bir vizyonun değil, tüm küreyi kapsayan bir yaklaşımın ürünü olan bir neslin de oluştuğu ve Türkiye’ye çok yarar sağlayacağı İzmir’deki toplantı ile bir kere daha açıkça görüldü diyebiliriz.

İzmir’in EXPO 2020 adaylık sürecinde STK ve platformların rol alması kadar önemli olan bir başka konu ise katıldığım toplantıda masayı oluşturanların kahır ekseriyetinin genç olmasıydı. Bu bana yeni bir dilin, yeni bir siyasetin ve yeni bir Türkiye imajının oluşması anlamında çok anlamlı görünüyor. Yıllarca gençliğin ya birbirine kırdırılmak suretiyle yahut susturularak arka plana itildiği ülkemizde artık gençlerin “ben varım” dediklerini gösteren önemli bir örnek olarak “Smyrna Youth Dialogue” projesi çok anlamlı. Bugün EXPO 2020’yi İzmir’e getirmek için kenetlenen gençlerin yarın daha farklı projeler ve organizasyonlarda yeniden bir araya gelebilmesi için belki bir rol model olarak “Smyrna Youth Dialogue” ön plana çıkarılabilmeli. Aslında İzmir’de gerçekleşen toplantıda buna yönelik fikirler de masaya konulmadı değil. Hatta bu fikirlerden en çarpıcı olanı ve bilhassa beni çok fazla heyecanlandıranı ise “Amed Youth Dialogue” diye seslendirilendi. Amed hepimizin malumu Diyarbakır. Yıllarca Amed diyemediğimiz ama buna mukabil kolaylıkla Smyrna diyebildiğimiz bir ülkede yaşıyoruz. İzmir’de hem de gençlerce “Amed Youth Dialogue” fikrinin dillendirilip alkış alması, “neden olmasın ki” denilerek karşılanması Türkiye’nin Suriyeli Kürtleri tartıştığı şu gündem içerisinde geleceğe yönelik bir umut oluşturmuyor mu? İzmir’de EXPO 2020 adaylığı için kurulan masa yarın Diyarbakır’da kurulması ve Suriyeli, Iraklı ve hatta İranlı Kürtler ile Türkiyeli Kürtlerin çekim merkezi olarak Amed’de buluşmasını, Türkiye’nin Kürt sorununu çözmesi ve yakın coğrafyasındaki Kürtlerle bir bütün olarak yarınlara daha güçlü bakması açısından anlamlı olacaktır.

İzmir’in EXPO 2020’ye ev sahipliği yapması önemli ama İzmir EXPO 2020’yi alsın veya almasın İzmir’de birbirinden çok farklı grupları temsil eden gençlerin kurduğu masa geleceğe dönük organizasyonlar, projeler, birlik ve kardeşlik anlayışı için çok daha önemli. Bu masanın kurulmasına öncülük eden AK Parti İzmir Teşkilatı’na Başkanları Bilal Kırkpınar ve Dış İlişkilerden Sorumlu Başkan Yardımcısı Kemal Gülpınar nezrinde teşekkür ediyorum. Masanın etrafında olan genç arkadaşlarımızla birlik ve beraberlik içinde inşa edeceğimiz mutlu yarınlar için çok heyecanlıyım. Her birine bu projeyi önemsedikleri ve katkı sunmak için hazır olduklarını beyan ettikleri için ayrıca teşekkür ediyorum. Biz TUİÇ olarak Dış İlişkilerden Sorumlu Başkan Yardımcım Murat Elbeye ile birlikte bu anlamlı çalışmaya destek için oradaydık ve bundan sonra yapılacak tüm çalışmalarda bu çoğulcu ortam ve işbirliği perspektifi sürdüğü müddetçe orada olacağız. “Peki ya siz?”

Burak YALIM

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Suriyeli Kürtler Türkiye İçin Tehdit mi?

Suriye’nin kuzeyinde ve dolayısıyla Türkiye’nin güney sınırında bir Kürt özerk bölgesi oluşması ihtimali son günlerde Suriye’de Esad rejiminin yıkılma ihtimalinin daha da artması ile birlikte konuşulmaya başlandı. Oysa Suriye’de Kürtlerin olduğu ve Türkiye’nin sınır bölgesindeki yerleşim yerlerinde yaşadıkları tarihi bir vaka. Suriye devletinin 1962 yılında yapılan nüfus sayımında yüz binden fazla Kürdü nüfus sayımının dışında tuttuğu, kimlik vermediği ve hatta bu Kürtlerin Türkiye’den gelen yabancılar” olarak addedildiğini düşündüğümüzde Suriye’deki Kürt realitesinin bugün yahut çok yeni bir gelişme olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Yine benzer şekilde Suriye’de ilk Kürt partisi olan Suriye Kürdistan Demokratik Partisi’nin 1957 yılında kurulduğunu düşündüğümüzde her ne kadar baskıcı Baas Rejimi nedeniyle ayrılıkçı bir siyasi tavır belirlememiş olsa bile çok yeni olmayan bir geçmişe sahip olduğu görülecektir. Benim anlamadığım konu bugün Suriye’nin parçalanması senaryoları üzerinden konuşulan olası Kürt özerk bölgesi meselesinin sanki gökten zembille inmiş gibi okunuyor olmasıdır. Suriyeli Kürtler bugüne kadar ayrılıkçı bir hareket geliştirmemiş olsa bile kimliksiz olmaları, dillerini konuşma ve kullanma noktasında baskılara maruz kalmaları, kültürlerini yaşatmalarına imkan tanımayan uygulamalar düşünüldüğünde, koşullar oluştuğunda Suriye’de ilk hak talebinde bulunacak kitle olacakları ortadadır. Türkiye’nin politika yapıcılarının bu gerçeği görmediği yahut hesaba katmadığını düşünmek pek mümkün değil.
Suriyeli Kürtlerin Iraklı Kürtlere benzer bir şekilde özerk bir yapılanmaya gitmesinin Türkiye tarafında endişe yarattığını gözlemlerken bu endişenin esas kaynağının Suriyeli Kürtler mi yoksa Türkiye’nin kendi vatandaşı olan Kürtlere dönük politikaları mı olduğunu iyi düşünmek gerekir. Türkiye, Irak Kürdistan Özerk Bölgesi bir gerçeklik haline gelene kadar sürekli bunu görmezden gelen ve bu yönde eğilimleri tehdit olarak algılayan bir politika izledi. Irak Kürdistanı’nın yöneticisi olan Mesut Barzani’nin özellikle düne kadar Türkiye tarafında nasıl algılandığı hepimizin malumu. Peşmerge lideri olarak lanse ettiğimiz ve küçümsediğimiz Mesut Barzani bugün Irak’ta çok önemli bir aktör ve hatta Türkiye açısından da stratejik ilişkiler geliştirdiği önemli bir ortak haline geldi. Türkiye’nin Irak politikasında merkezi hükümetle ve onun Başbakanı Maliki ile yaşadığı krizlere baktığımızda Irak Kürt Bölgesel Yönetimi lideri Mesut Barzani’nin Türkiye’nin Irak politikasını endekslediği aktör olduğunu bile söyleyebiliriz. Irak’ta Barzani’nin Türkiye için bu kadar önemli bir aktör haline geldiği sürece baktığımızda ise bugün Suriye’de yaşanan gelişmelere dair anlamlı sonuçlar çıkarmamız mümkün olabilir. Zira Irak’ın ABD tarafından işgali sonrasında Iraklı Kürtlerin ve Barzani’nin önemli bir aktör haline geldiğini görmeliyiz. Yıllarca Saddam’ın zulmüne maruz kalan gruplardan birisi olan Kürtler Irak’ta Saddam dönemi sona ererken en örgütlü ve gelişmeleri iyi okuyan grup olarak ön plana çıktılar. Bugün Suriye’nin geleceğine ilişkin senaryolarda da Suriyeli Kürtlerin örgütlü yapısı ve tarihi kimlik bilincini yan yana koyduğumuzda Esad sonrası dönemde benzer bir gelişmeyi görmemiz şaşırtıcı olmamalı.
Türkiye’nin Suriye’de olası Kürt Özerk bölgesi ve yönetimi ile ilgili endişelerini bugün içinde bulunduğu koşullara baktığımızda anlamlı görebiliriz. Zira Türkiye’nin uzun döneme yayılan ve hücrelerine kadar hissettiği bir Kürdistan korkusu mevcut. Çünkü Kürdistan dediğimiz zaman işin içine Türkiye’de yaşayan Kürtler ve Güneydoğu Anadolu coğrafyası da giriyor. Hiçbir devlet her şartta ama hiçbir halk da normal koşullar altında bölünmeye sıcak bakmayacaktır. Türkiye’nin bölünme endeksli korkusu rasyonel bir devlet refleksi olarak okunsa bile bu korkunun temelinde yatan bir Kürt Sorunu gerçeği olduğunu bir kere daha görmek zorundayız. Türkiye eğer Kürt Sorunu noktasında çok geç kalan adımlarını atabilmiş olsa ve en son Diyarbakır’da gördüğümüz şiddet sahnelerinin yerini kardeşlik hukuku ve barış alabilse, bugün Suriye’de Esad sonrası senaryoları konuşulurken yaşadığı tedirginlik olmazdı.
Peki, Türkiyeli Kürtler bölünmek mi istiyor? Geçtiğimiz günlerde Ankara Strateji Enstitüsü’nden Prof. Dr. Erol Kurubaş imzasıyla çıkan “Kürt Sorununun Çözüm Mantığını Anlamak” isimli rapor bu soruya verilecek cevaplarla ilgili önemli tespitler yapıyor. Rapora göre ve benim de aynı düşünceyi paylaştığım şekilde Türkiye’de Kürtler devlete güven ve geleceğe ilişkin umutlar noktasında henüz “güven eşiği” dediğimiz ve aşıldığında güvenin tamamen yitirileceği noktayı geçmiş değiller. Yani Türkiye Kürtleri halen daha devletin barışa ilişkin bir şeyler yapabileceğine güveniyorlar ki Kürt siyasetinde önemli bir karşılığı olan Leyla Zana’nın son çıkışları bu anlamda bir örnek teşkil edebilir. Güven eşiği aşılmamış olmakla birlikte bu eşiğe çok yaklaşıldığı tespitini yapan rapor güven eşiğinden bir sonraki aşamanın “ayrılık eşiği” olduğunu söylüyor. Henüz güven eşiğinin aşılmadığını ve ayrılık, yani bölünme eşiğine gelinmemiş olduğunu düşündüğümüzde Türkiyeli Kürtlerin henüz bölünme gibi bir ihtimali marjinal gruplar dışında taşımadığını söyleyebiliriz. Aslında bu tespit bize Türkiye’nin Suriye’de Esad sonrası dönemde ihtimal dahilinde olan Kürt Özerk Bölgesine ilişkin yapması gerekenlerin listesini önce içeride kendi Kürt vatandaşları ile tesis edeceği barış ortamı üzerinden şekillendiriyor.
Türkiye eğer kendi Kürt Sorunu noktasında çözüm veya normalleşmeye dönük cesur adımlar atabilir ve dün Iraklı Kürtlerle gerçekleştirdiği stratejik yakınlığı yarın da Suriyeli Kürtlerle gerçekleştirebilirse Kürt siyasetinin bütün merkezlerinde çekim alanı haline gelebilir. Iraklı Kürtler işgal sonrasında Bağdat’taki hükümetten çok Türkiye ile işbirliği içerisindeyse yarın Suriyeli Kürtler de yeni Şam hükümetine kıyasla Türkiye ile daha sıkı ilişkiler kurabilir. Ayrıca bu denklem Türkiye’nin tarihi derinliğinde de mevcuttur. Sykes-Picot öncesindeki bölge haritasına bakıldığında bu çok net bir şekilde görülecektir.
Twitter: @burakyalim  

Uluslararası Politika Akademisi Mülakatı


Değerli Dostumuz UİÇ Derneği Başkanı Burak Yalım Mülakatı

1-) Burak bey öncelikle mülakat önerimizi kabul ettiğiniz için Uluslararası Politika Akademisi (UPA) ve onun değerli takipçileri adına teşekkür ederim. UPA Takipçilerinin sizi daha yakinen tanıyabilmeleri için kendinizi tanıtabilir misiniz?

TUİÇ’e ve bana bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ediyorum. UPA gibi bir oluşum ve onun değerli takipçileri ile fikirlerimi paylaşmak benim için çok önemli zira benzer çalışmalarımız ve önemli işbirliği potansiyelimiz var ve bunu değerlendirmek için bu röportaj önemli bir başlangıç olabilir. Açıkçası bu “kendini tanıtabilir misiniz” sorusunu pek sevmiyorum çünkü insan ömrü boyunca kendini aramakla meşgulken birkaç cümle ile kendini tarif etmesi pek kolay değil. Hem anne hem de baba tarafından üçüncü kuşak Balkan göçmeniyim. Baba tarafım Bosna-Hersek anne tarafım ise Bulgaristan’dan gelmişler. Osmanlı Devletinin ilk başkenti olan Bursa’nın İnegöl ilçesinde doğdum ve ilk-orta öğrenimimi orada tamamladım. Üniversite hayatım Darü’l İslam’ın başkentini korumak adına büyük bir destanın yazıldığı Çanakkale’de geçti. Akabinde de üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış olan İstanbul’da yaşamımı sürdürmeye başladım. İnsanların hayatlarında şehirlerin de önemli bir yeri olduğunu düşündüğüm için bu vurguları yapıyorum. Uluslararası İlişkiler okumak lise döneminden beri aklımdaydı ve halen daha bu alanda çalışmalarımı sürdürmekten büyük mutluluk duyuyorum. Yüksek Lisans’ım bitti bitecek ve kısmetse uluslar arası ilişkiler alanında doktora yapmayı da planlıyorum. Sıkı bir Beşiktaş taraftarıyım, sadece 11 kişinin oynadığı oyundan ziyade bir duruş olarak bakıyorum Beşiktaş’a. 12 yaşımdan beri siyasete meraklıyım lakin hiçbir siyasi partinin de üyesi değilim ve olmadım da. Toplumu oluşturan değil, toplumun oluşturduğu siyasete inanıyorum. Henüz bir kumsalda kum tanesi olduğumu düşünsem de Başbakan olmak gibi bir hedefe sahibim. Sözün uçup yazının kaldığına inananlardanım ve sanırım çok konuşuyorum.      

2-) Burak Bey Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmalarının (TUİÇ )  kurulum aşamasını, misyonunu ve kurulum aşamasından günümüze değin yaşamış olduğunuz dikkat çekici gelişmeleri takipçilerimiz için özetleyebilir misiniz?

TUİÇ’i kurmak için yola çıktığımız 2008 yılında uluslararası ilişkiler ve bu alana ilgi duyan öğrenci ve gençlerin sorunlarına çözümler sunabilmek ve geniş kitlelere hitap ederek bu kitlelerin taleplerini karar alıcı mekanizmalara ulaştırabilmeyi hedeflemiştik. Dış politika yapım sürecine dahil olmak, sivil diplomasinin bir parçası haline gelmek, uzman ve uzman adaylarını buluşturabilmek de hedeflerimiz arasındaydı. İlk zamanlar “bunlar gençlik hevesi gelir geçer” diyenler çok oldu. Gerek finans gerekse motivasyon anlamında ciddi sorunlarla karşılaştık ama en önemli dayanağımız inancımız ve samimiyetle birlikte hiçbir ideolojik çıkar gözetmeksizin yola çıkmış olmamızdı. Bir su damlasının okyanusta bırakacağı etki hep küçük gözükür. Nitekim bizim etkimizi de böyle yorumlayanlar oldu ama zaman içerisinde o su damlasının oluşturduğu çemberler büyüdü ve bugün TUİÇ hatırı sayılır bir kurum haline geldi. Misyonumuz gençler arasında dayanışma ve işbirliğini arttıracak ve bunu yaparken de evrensel değerleri yerel yorumlarla içselleştirecek bir çabayı sürdürmek ve sırasıyla Türkiye’de, yakın coğrafyasında ve dünyada barışa katkı sunabilmektir. Çıtayı ne kadar yüksek tutarsanız o kadar iyi bir noktaya ulaşırsınız. Biz de TUİÇ olarak dünya barışını hedefliyoruz ancak bunu kof söylem üzerinden değil pratiğe dökerek yapmaya çabalıyoruz. Örneklemek gerekirse TUİÇ bugüne kadar 16 tane ulusal kongre gerçekleştirdi. Bazıları bu ulusal kongrelerin hüviyetini anlayamadı, uluslararası bir hüviyete sahip olması gereken TUİÇ neden Türkiye içine sıkışıyor diye çok soruldu ama burada gözden kaçan Yurtta sulh olmadan cihanda sulh olmayacağı gerçeğidir. Türkiye’nin kendine has bir hikayesi ve bu hikayenin içerisinde rengarenk aktörlerin olduğunu içselleştirmeden dünyaya açılmanız çok anlamlı olmayabiliyor. Biz önce kendi aramızdaki farklılıkları ve bu zenginliği fark edip özgüven inşa etmeyi denedik ve bu anlamda başarılı olduğumuzu da rahatlıkla söyleyebilirim. Bugün www.tuicakademi.org sitesi aylık ortalama 20 bin farklı ziyaretçiye sahipse ve Türkiye’de birbirinden farklı üniversitelerdeki uluslararası ilişkiler bölümü öğrencileri ciddi bir ağ kurup birbiriyle tanışmış ve temas halinde olmuşsa bunda TUİÇ’in yaptıklarının büyük bir payı vardır. 


3-) Ülkemizin genç bir uluslararası ilişkiler uzmanı olarak, uluslararası ilişkiler öğrencilerinin genel durumu, eksiklikleri ve yapmaları gerekenlerle ilgili çeşitli seminerler düzenlediğinizi ve düşüncelerinizi dile getirdiğinizi biliyoruz. Kısaca özetlemeniz gerekirse uluslararası ilişkiler öğrencileri ve bu alana meraklı takipçilerimiz için ne gibi tavsiyelerde bulunabilirsiniz?

Öncelikle “uzman” kelimesine alerjim olduğunu ifade etmek isterim. Türkiye’de uzmanlık çok basite indirgenmiş bir kavram maalesef. Bir konu hakkında 3-5 makale yazan ve 8-10 kitap okuyan kişileri o konuya ilişkin doğru düzgün bir saha analizi ve araştırması olmaksızın uzman olarak niteleyebiliyoruz ve bu çok da doğru değil. Ben nacizane uluslararası ilişkiler eğitimi almış ve bu alanda gençlerin buluştuğu tek çatı kuruluş olan TUİÇ’in başkanı sıfatıyla Türkiye’de uluslararası ilişkilerin çok yeni olgunlaşmaya başladığını söyleyebilirim. Türkiye’nin demokratik olgunluğu ve ekonomik zenginliği ile uluslararası ilişkiler alanındaki olgunluk düzeyini paralel görmemiz lazım. Rusça bileni Komünist, Ermenice bileni hain, Kürtçe bileni bölücü ve Arapça bileni yobaz ilan ettiğiniz bir ülkede uluslararası ilişkilerin çok da sağlıklı olmasını bekleyemezsiniz. Benzer bir şekilde sivil topluma, araştırma geliştirmeye, özel olarak düşünce kuruluşlarına ayrılan bir bütçenin olmadığı, henüz düşünce kuruluşları ile ilgili bir mevzuatın bile bulunmadığı bir ülkede de uluslararası ilişkiler çok olgunlaşmış değildir. Bu sorunların zamanla çözümlendiğini, görece azaldığını ve daha iyiye giden bir seyir olduğunu da söylemek lazım tabii ama dünya ile kıyas ettiğimiz zaman çok geride olduğumuz herkesin malumu. Böyle bir tabloda uluslararası ilişkiler öğrencilerinin de istisnai durumlar haricinde çok üst düzey başarılı olabilmesi kolay değil. Ama tüm bu eksikler bahane edilmek suretiyle uluslararası ilişkiler öğrencilerinin de umutsuzluğa kapılması, tembellik etmesi kabul edilemez. Bizim her şeyden önce dil sorunumuz var. İvedilikle bunu aşmamız gerekiyor. Bu nedenle uluslararası ilişkilerden mezun olabilmek için belirli dil sınavlarından belirli puanları almak koşulu getirilebilir mesela. IELTS, TOEFL vb. sınavlardan yeterli puanı alamayan öğrenciler uluslararası ilişkiler bölümlerinden mezun edilmemeli. İkinci sorunlu alan ise mekan ve tarih algımız. Yurtdışına çıkmamış bir uluslararası ilişkiler öğrencisi her zaman eksik ve yarım kalacaktır. Resmi tarihten başka bir tarihi perspektifi olmayan, Osmanlı Tarihini at üstünde elinde kılıç ile fethe gitmekten ibaret algılayan ve dünya siyasi tarihini okumayan bir öğrenci de her zaman kendi iç dünyasına hapsolacaktır. Dolayısıyla bol ve çeşitli okuma, dil konusunu halletme, yurtdışı deneyimi, belirli bir alana yönelme gibi temel tavsiyelerde bulunabilirim. Tabii yazmayı, özellikle farklı dillerde yazabilmeyi de başarmak gerekiyor.    

4-) Türk Dış Politikası üzerine çalışmaları olan bir oluşumun başkanı olarak, dış politikada “Komşularla Sıfır Sorun” ilkesinin uygulanabilirlik durumunu siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Son dönemde komşularımızla yaşadığımız ve uluslararası kamuoyuna mal olan bazı sıkıntıların bu ilkeyi işlevsiz bıraktığı eleştirilerine katılıyor musunuz?

Bizim en başından beri yaptığımız temel hata Komşularla Sıfır Sorun (KSS) ilkesini yahut politikasını gündelik düşünmek veya ham bir hedef olarak algılamaktı. Çelişkilerin yönetildiği ve farklı çıkarların uzlaştırılmaya çalışıldığı bir alan olarak dış politikada sıfır sorunlu bir alanın varlığını düşünmek ve bunu bugünden yarına gerçekleşecek bir hedef gibi algılamak pek rasyonel değil. Dolayısıyla Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından ortaya konulan KSS söyleminin bu kadar tartışılıyor ve gündelik gelişmeler üzerinden eleştiriliyor olması kavrayıştaki sorunlardan kaynaklanıyor. Bir de konunun iç politika malzemesi olarak kullanılabiliyor olması bu sıkıntılı bakış açısını perçinliyor. Bana kalırsa KSS politikası bir motivasyonu ifade ediyor ve bu motivasyonun belirli bir dönem içerisinde çok da işe yaradığını gördük. Suriye ile bugün yaşanılan kriz üzerinden yapılan değerlendirmeler, sınırların anlamsız hale geldiği, Suriye ve Irak ile yüksek düzeyli stratejik işbirliği konseylerinin ile kurulduğu günlerde yapılmıyordu mesela. Bugün yapılan, dün başarılı olan KSS bugün neden yürümüyor sorusunu sormak yerine yaşanan krizler üzerinden naif bir dış politika eleştirisidir. Oysa Türkiye’nin KSS politikasını motivasyon olarak görebilsek ve değişen dinamikleri okuyabilsek bugün bu kolaycılığa kaçmayız. Arap Baharı olarak anılan olaylar yaşanmaya başlayana kadar KSS çok iyi gidiyordu ancak bölgede yaşanan istikrarsızlık haliyle Türkiye’yi ve dolayısıyla Türkiye’nin bölge ülkeleri ile ilişkilerini de etkiledi. Ben burada bir başka konuya da dikkat çekmek istiyorum. Bugün Türkiye’de dış politikada yaşanan zorluklara ve sıkıntılara KSS çöktü genel çerçevesinde yaklaşanların büyük bir kısmının bu durumdan sanki keyif alırmışçasına bahsettiklerini gözlemliyorum ve bu çok ciddi bir sorun. Çünkü dış politikada yaşanan başarılar veya başarısızlıklar iktidar partisini değil tüm Türkiye’yi ilgilendirmektedir ve bu anlamda iktidara da muhalefete de düşen birbirlerini dış politika üzerinden yıpratmak yerine en azından bu alanda istişare ve işbirliği mekanizmalarını çalıştırabilmeleridir.

Değerli vaktini ayırdığı için dostumuz Burak Yalım’a çok teşekkür ediyoruz.

Ahmet Ceylan
24.07.2012

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Neden Uluslararası İlişkiler?






CUMARTESI, 21 TEMMUZ 2012 23:19
BURAK YALIM

Lisans Yerleştirme Sınavı (LYS) dün itibariyle açıklandı. Puanları yeterli olan üniversite adayları 23 Temmuz ile 3 Ağustos tarihleri arasında önlerindeki 4-5 yılı ipotek altına alacakları tercihlerini gerçekleştirecekler. İpotek altına alacaklar diyorum çünkü yapacakları yanlış tercihler sonucunda kazandıkları bölümlere gidip daha sonra vazgeçmeleri mümkün olmakla birlikte, LYS sınavına bir kere daha hazırlanmaları gerekecek ve bu durum pek de tercih edilen bir yol değil.

Ülkemizde hepimizin malumu bir sınav sorunu var. Liseye giriş, üniversiteye giriş, memur olmak için kamu personeli sınavı, bu yetmezmiş gibi üzerine kurum sınavları, dil sınavları, uzmanlık sınavları, yüksek lisans ve doktora için ALES gibi anlamsız bir sınav daha vesaire… Bu sınav çokluğu veya sınavların doğruluğu ayrı bir tartışma konusu ama şu koşullar altında LYS’nin üniversiteye girecek öğrencileri belirlemede en uygulanabilir eleme aracı olduğu da muhakkak.
Üniversiteye giriş sınavına hazırlanmak ve o sınavda dilenen başarıyı göstermek kolay iş değil ama bir o kadar zor olan şey de alınan puan ile birlikte doğru bir tercih yapabilmek. Doğru tercihten kastımız üniversite seçiminden çok okunacak bölümle alakalı. Üniversiteler arasında da ciddi farklar olmakla birlikte bu yazının konusu okumak üzere tercih edilecek bölümün önemi ve bu anlamda uluslararası ilişkiler bölümüne yönelik genel bir perspektif sunabilmek.

Uluslararası İlişkiler bölümü mezunu ve hatta yüksek lisansını tamamlamasına bir adım kalan bir birey olarak elbette bölümümü herkese tavsiye edebilirim. Henüz lise ikinci sınıftayken uluslararası ilişkiler okumaya karar verdiğim için hiç pişman değilim. Belki de pişman olmamamın en önemli nedeni bu bölümü okumaya kendi başıma ve henüz lise ikinci sınıfta karar vermiş olmamdır. Üniversite öğrencisi olmaya taze aday arkadaşların mevcut halini az çok kestirebiliyorum. Anne bir tarafa, baba diğer tarafa, arkadaşlar bambaşka yöne ve öğretmenler hepsinden başka alanlara yönlendirme veya yönelmesi için baskı yapmakla meşguller ve bu durum aday öğrencileri inanılmaz bir karmaşaya sürüklüyor. Tüm adaylara ilk tavsiyem herkesi dinlemeleri ancak kararlarını kendi iç seslerini dinleyerek vermeleridir. Aksi takdirde başkalarının size çizdiği bir geleceği belki de hiç istemediğiniz bir alanla meşgul olarak geçirme tehlikesi ile karşı karşıyasınız demektir.

Sizin bu karmaşanıza biraz da ben dahil olup hali hazırda hepinizi uluslararası ilişkiler okumaya davet etmişken en azından üzerime vazife olanı da gerçekleştirip biraz olsun uluslararası ilişkilerin muhtevasından bahsetmeliyim. Her şeyden önce uluslararası ilişkilerin bir sosyal bilim alanı olduğunu ve bu alanın bir laboratuarı olmadığını bilmenizi isterim. Yani bu alanda 2+2=4 şeklinde bir sistematik maalesef yok ama işin de bana göre eğlenceli tarafı bu. Mesela suyun 100 derecede kaynadığını hepimiz biliriz ama konu uluslararası ilişkiler olduğunda su bile 100 derecede kaynamayabilir. Çünkü uluslararası ilişkilerde kesin yargılar yoktur ve çalışma alanımız her zaman gridir. Eğer gri şeyleri seviyorsanız bu alan size yakındır diyebiliriz. İkinci olarak uluslararası ilişkiler adından da belli olduğu üzere Türkçe, Türkiye ve Türkiye’ye ait şeylerle yapılamaz. Dolayısıyla sizin en önce İngilizce ve akabinde başka dillere ilgi duymanız, ülkeniz dışında gelişen olaylardan etkilenmeniz ve yabancı yahut size farklı gelen herşeyi sevmeniz, sevmeseniz bile onlara meraklanmanız gereklidir. Uluslararası İlişkiler ile ilgili üçüncü önemli nokta ise çok okumaya ve bu okumalardan yazılar devşirmeye istekli olmanızdır. Tarih, politika, hukuk, ekonomi, teoloji, sosyoloji sözcüklerinden karma bir alandır Uluslararası İlişkiler ve günümüz dünyasında bireyin ilgilendiği hemen her şey, toplumsal talepler ve çıkar, güç, denge gibi kelimelerin kesiştiği yukarıda da belirttiğim gibi gri bir alandır. Özetle uluslararası ilişkiler her şeyden bir şey bilmenizi ama her şeyin içindeki bazı şeyleri çok iyi bilmenizi ve en nihayetinde her şeyden bir tanesini de çok ama çok iyi bilmenizi gerektirir.

İnsan bu kadar çok şeyi bilince herhalde her şey olur diye düşünebilirsiniz. Uluslararası İlişkiler mezunları da aşağı yukarı her şey olabilecek iş yelpazesine sahiptirler. Henüz Türkiye’de çok yeni olan think-tank diye tabir edilen düşünce kuruluşlarında uzman olarak çalışabilir, üniversitede araştırma görevlisi – asistan olarak kalmak suretiyle akademik kariyer yapabilir, uluslararası örgütler diye adlandırdığımız Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği vb. kurumlarda çalışabilir, Dışişleri Bakanlığı’nın sınavını kazanıp meslek memuru veya bilinen adıyla diplomat olabilir, özel sektörü seviyorum diyerek firmaların dış ticaret ve ihracat birimlerinde yer alabilir, medyanın dış haberler bölümünde muhabir, editör, gibi görevler alabilir, idari hakimlik sınavını başarıyla tamamlayıp hukuk alanında kariyer sahibi olabilir, kaymakamlık sınavını halledip iç işleri bakanlığı bünyesinde çalışabilir veya en olmadı bankacılığı da tercih edebilir… İşte tüm bunlar uluslararası ilişkiler bölümünden mezun olanların yapabilecekleri arasındadır. Ayrıca sivil toplum kuruluşlarında çeşitli roller de uluslararası ilişkiler mezunları için tercih edilebilir iş imkanı olabilir.

Uluslararası İlişkiler bölümüne ilişkin yukarıda saydığımız genel özelliklerden sonra belki de bu kadar geniş bir yelpazesi olan alanda nereye nasıl yönelmek gerekir sorusu akla gelebilir. Bana kalırsa Türkiye’nin koşullarını da düşündüğümüz zaman akademik alana yönelmek anlamlı olacaktır. Uluslararası İlişkiler alanında ciddi bir akademisyen ve uzman açığı olduğunu söylemek yanlış olmamakla birlikte var olan uzmanların da belirli alanlara yöneldiği ve farklı alanlarda ciddi açıkların olduğu ortadadır. Somutlaştıracak olursak eğer Türkiye’de ciddi oranda Ortadoğu, Avrupa Birliği ve Türk Dış Politikası’nın temel sorunlu alanları olan Kıbrıs, Ermeni Sorunu gibi konularda çalışmalar yapan akademisyenler olmakla birlikte günümüzün gereği olan ülke uzmanlığı açığı mevcuttur. Çin, Japonya, Brezilya, Nijerya, gibi ülkelerle birlikte Latin Amerika, Afrika, Uzak Asya gibi bölgelere ilişkin kapsamlı ve derinlikli analizlerin yapılamadığı ve bu anlamda uzman ve akademisyen açığı bilinen bir gerçektir. Küreselleşen dünyada teknolojinin gelişmesi ve bilginin çok daha kolay ulaşılabilir olması ile birlikte henüz çalışılmamış bu alanlara yönelik meraklı gençlerin uluslararası ilişkiler bölümünü seçerek bu konulara yönelmesi iş bulma konusunda sorun yaşamamalarını beraberinde getirecektir. Türkiye’nin dış politikasının kaptan köşkü olan Dışişleri Bakanlığı’nda bile henüz Ermenice, Sırpça, Arapça, Kürtçe, Afrika Dilleri vs. lisanların bilinirlik düzeyinin az olduğu düşünüldüğünde var olan sorunu bir fırsata çevirerek bu lisanların öğrenilmesine yönelmek bir uluslararası ilişkiler öğrencisi için garanti iş anlamına gelebilir.

“Neden Uluslararası İlişkiler” sorusuna verilecek cevap çok daha geniş olmakla birlikte yukarıda çizdiğimiz genel perspektif tercih yapacak adaylar açısından yeterli olacaktır. Zaten bölüme adım atıldığında meraklı ve isteyerek gelmiş olanlar bölümleri ile ilgili daha detaylı bilgilere sahip olmak için çaba gösterecek ve nihayetinde bu bilgilere ulaşacaklardır. Bundan beş yıl önce bu anlamda ancak hocaları vesilesiyle bu bilgilere erişebilecek öğrenciler için bugün Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları (TUİÇ) gibi Uluslararası İlişkilerci ve bu alana ilgi duyan gençlerin, uzman adaylarının oluşturduğu bir çatı platform, sivil toplum örgütü de artık mevcuttur. TUİÇ (www.tuic.org.tr) gibi bir sivil toplum örgütünün oluşturulmuş olması da aslında uluslararası ilişkiler öğrencilerinin yaşadığı sorunların doğurduğu temel bir ihtiyacı karşılama dürtüsüdür.

“Neden Uluslararası İlişkiler” başlıklı yazımıza bu soruyu yönelttiğimiz bazı akademisyen ve büyükelçilerin vermiş olduğu cevaplarla son vermek, alanın içinde yılların tecrübesine sahip isimlerin görüşlerini edinmek açısından yararlı olabilir. Bu soruyu yönelttiğimiz Türkiye’nin Londra Büyükelçisi Ünal Çeviköz: “Öğrenciler hangi dalı seçerlerse seçsinler onu sadece sevdikleri için seçmeli. Severek yapılan her is makbuldür ve başarı getirir.” cevabını verirken, Belgrat Büyükelçisi Ali Rıza Çolak: “Politikayı, diplomasiyi, gazeteciliği, akademik hayatı, vizyona sınır tanımamayı, zihinsel dinamizmi sevenler neyi seçecek ki” şeklinde bir yorum yapmıştır. Bunun yanı sıra AK Parti MKYK Üyesi, Dış İlişkiler Koordinatör Başkan Yardımcısı, TBMM Dışişleri Komisyonu üyesi, Türkiye-ABD Parlamentolar arası Dostluk Grubu Başkanı ve NATO Parlamenter Asamblesi Türk Grubu Üyesi görevlerini yürütmüş ve yürütmekte olan Suat Kınıklıoğlu: “Seçmesinler ortalıkta bir sürü gereksiz sözüm ona "Uluslararası İlişkiler uzmanı" var... Bu işi hakkıyla yapacağım diyen varsa eyvallah.” şeklinde biraz sitemkâr bir yorum yaparken, TV Program yapımcılığı, gazetelerde köşe yazarlığı ve dergi yayımcılığı yapmış olan Mustafa Sami Atalay: “‎Dört yabancı dil, özellikle, yakın geçmiş tarih, sosyoloji ve hukuk üzerinde çalışma yapabilecekler ise öneriyorum... Yoksa sıradan bir üniversite mezunu olurlar... Oğluma önerim bu oldu...” şeklinde cevap vermiştir.

Yukarıda belirli alanlarda tecrübe sahibi ve uluslararası ilişkiler alanıyla ilgili önemli görevler üstlenmiş büyükelçi, siyasetçi, gazeteci isimlerin görüşlerine de yer verdikten sonra “Neden Uluslararası İlişkiler” şeklinde kafasında soru işaretleri olan üniversite adaylarına son sözümüz;  “Bu alanı seviyorlarsa ve ilgi duyuyorlarsa seçmeleridir. Girdikten sonra severim, ismi cazibeli, babam yahut annem bunu okumamı istiyor gibi yaklaşımlarla uluslararası ilişkiler okumak ve uluslararası ilişkilerci olmak pek akıl karı olmayacaktır.

NOT: Uluslararası İlişkiler okuyorum-okuyacağım diyenlere el kitabı: 
"TÜRKİYE'DE ULUSLARARASI İLİŞKİLERCİ OLMAK" 

Burak YALIM
Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği Başkanı
http://www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/34-burak-yalim/3330-neden-uluslararasi-iliskiler

Komşularla Sıfır Sorun Demokratikleşmeye Bağlı


Türkiye’de son 10-15 yıllık dönemde olan en hayırlı işlerden birisi dış politika konularına ilginin çok üst düzeye çıkması ve en sorunlu konulardan birisi de artan bu ilginin güncel siyasi meseleler üzerinden ve ideolojik bir kutuplaşma ile yorum ve analiz haline getiriliyor oluşudur. İç-dış politika ayrımının küreselleşme süreci ile birlikte neredeyse imkânsız hale geldiği gerçeğini kabul etmekle birlikte dış politika gibi bir alanın kısır iç politik hesaplaşmalara konu edilmesinin ciddi sorunlar oluşturduğu son Suriye ile yaşanan uçak hadisesi ve bunun üzerinden şiddetle vurgulanan “Komşularla Sıfır Sorun Politikası Çöktü” argümanı ile görülmektedir. Her şeyden önce bir eylem veya eylemsizlik halinin tek boyutlu olduğu düşünülerek yapılan bu değerlendirmenin eksik olduğu, yapılan eleştirilerde AK Parti hükümeti ve Türkiye’nin politikaları üzerinden konuşuluyor olmasıyla sabittir. “Karşılaştırmalı Dış Politika Analizi” adıyla derslerin verildiği uluslararası ilişkiler bölümlerini okuyanların ve uluslararası ilişkiler ve dış politika konularında uzman olanların “Komşularla Sıfır Sorun Politikası” hakkında yaptığı değerlendirmelerin birçoğunda Türkiye’yle sabit kalan bir bakış açısını ve karşılaştırmalı analiz metodunu göz ardı ettiklerini sıkça görmekteyiz. Türkiye’nin AK Parti hükümetleri ile birlikte izlemeye başladığı “Komşularla Sıfır Sorun Politikası” yaklaşımının lineer şekilde devam edeceğini düşünmek dış politika alanında gerek bölgesel gerekse küresel düzeydeki aktörlerin farklı çıkar ve yaklaşımlarını yok saymak ve konjonktür olarak ifade ettiğimiz dönemsel gelişmeleri dışlamakla birlikte dış politikanın doğası olan uzun erimli hedeflere inişli-çıkışlı bir seyirle ulaşma mantığına ters düşmektedir. Komşularla Sıfır Sorun yaklaşımı bir motivasyon ve uzun erimli bir hedefi işaret ederken münferit olaylar üzerinden değerlendirmeler yapılarak çöktüğüne kanaat getiriliyor olması dış politika stratejisinin gündelik ve dönemsel gelişmeler üzerinden yapılmasıyla eş değerdir ve bu yaklaşım bölgesel güç – bölgesel lider ve nihayetinde küresel aktör olma arzu ve hedefi taşıyan bir ülke için geçersiz olacaktır.

PAZARTESI, 16 TEMMUZ 2012 12:15
BURAK YALIM













Komşularla Sıfır Sorun Politikası çerçevesinde son dönemde yapılan eleştirilerin en yoğun olduğu konu Suriye ile ilişkilerin kardeşlik ve dostluk çizgisinden savaş olasılığı taşıyan bir boyuta gelmiş olmasıdır. Bununla birlikte Irak yönetimi ve İran ile yaşanan negatif ilişkiler, Ermenistan ile gerçekleşen protokol sürecinin akamete uğraması ve İsrail ile ilişkilerin seyri medya ve akademi dünyasında Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın iflas ettiğine dair yorum ve görüşlerin sıkça yer almasına neden olmaktadır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun henüz bakan olmadan önce danışman sıfatıyla önemli roller üstlendiği ve bizatihi kendisine ait olan Komşularla Sıfır Sorun Politikası 2002’den 2011 yılına kadar AK Parti’ye karşıtlık düzeyindeki eleştiriler dışında çok somut ve yoğun şekilde eleştiriye maruz kalmamıştı. Bu dönemde Suriye ile vizeler kaldırılmış, Irak ile ortak bakanlar kurulu toplantısı düzeyinde görüşmeler gerçekleştirilmiş ve Ermenistan ile sınırın açılmasını gündeme getirecek protokol sürecine girilmişti. Bugün ise karşımızda tüm bu ülkelerin yönetimleri ile ciddi anlaşmazlıklar yaşayan bir Türkiye var. Başbakan Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esed ile kurduğu samimi ilişkilerin bugün hasım ilişkileri haline dönüşmesi, Irak’ta Başbakan Maliki ile yaşanan gerilim ve Suriye konusu üzerinden İran ve yine Irak ile oluşan çıkar ve politika çatışması Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın komşularla sırf sorun haline geldiği gibi bir izlenim oluşturmakta. Kamuoyunda ve medyada yapılan tartışmaların temel ekseni bu ilişkilerin neden sorunlu hale geldiği veya neyin değiştiğinden çok sorunlu alanların hemen hepsinin bir arada toplanarak sunuluyor. Oysa Türkiye’nin Suriye, Irak, İran, İsrail ve hatta Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile yaşadığı sorunların her biri kendine münhasır özellikler taşımakla birlikte bölgesel ve küresel bir rekabetin de izdüşümünü oluşturuyor. Örneğin Türkiye’nin Suriye ile yaşadığı krizde Rusya ve ABD arasında yaşanan pazarlığı görmek gerekiyor. Diğer yanda Suriye krizinin İran ve Irak ile ilişkileri etkilediği de çok açık.  İlginç olan, tüm bu sorunların bir arada gösterildiği tartışma ve yorumlarda Tunus, Libya, Mısır gibi uzak komşularla ve Gürcistan, Bulgaristan, Yunanistan gibi yakın komşularla devam eden ve iyiye giden ilişkilerden söz edilmiyor oluşudur.
Komşularla Sıfır Sorun Politikası’na yöneltilen eleştirilerin ağırlıklı olarak Suriye meselesi üzerinde toplanması ve dış politika yapıcılarının Suriye’deki Baas rejiminin dönüştürülemeyeceğini okuyamadığı ve hatta Arap Baharı adıyla anılan süreci ön göremediği eleştirileri dış politikada dönemsel bir gelişmeye işaret etmekle birlikte toplamda ortaya konulan motivasyon ve hedefi ortadan kaldırdığını ve akamete uğrattığını iddia etmek çok da iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Türkiye’nin Arap dünyasında Tunus ile başlayan gelişmelerde ısrarla ve altını çizerek vurguladığı “halkların yanında olacağız” söylemi dışlanarak Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın çöktüğü eleştirisine ulaşmak yukarıda da anıldığı gibi dış politikanın uzun erimli ve iniş-çıkış arz eden doğasına uygun düşmemektedir. Tunus, Libya ve Mısır’da halktan yana tavır alan Türkiye’nin uzun vadede kazançlı çıkacağı bugün yaşanılan gelişmelerden anlaşılmaktadır. Türkiye’nin Suriye’deki olaylara ilişkin tavrı da Suriye halkının yanında olarak uzun vadede kazançlı çıkmayı hedeflemektedir. Türkiye’nin Suriye’deki Baas rejimini dönüştürme arzusu yanılgı olarak değerlendirilebilir ancak bugün Suriye halkının yanında yer alması ve demokratik dönüşümü desteklemesi yine uzun vadede Suriye’de yaşanacak dönüşümle birlikte Türkiye’nin Yeni Suriye ile birçok Arap ülkesinden de daha etkin şekilde ilişkiler kurmasını sağlayacaktır. Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın diktatör ve halkını karşısına alan Baas rejimi ile veya Irak’ta mezhepçiliği körükleyen bir yönetim ile başarıyla sürdürülmesi mümkün olmayacaktır. Askeri vesayeti gerileten, demokrasisini nispi anlamda daha ileri taşıyan Türkiye’nin; Suriye’de Baas rejimi, Irak’ta mezhepçi bir yönetim, Ermenistan’da radikal milliyetçilik ve İsrail’de hukuk tanımaz idareciler ile sıfır sorunlu ilişkiler yürütebilmesi mümkün olmayacaktır. Türkiye kısmen demokratik dönüşümünü gerçekleştirip, tarihsel manada yaşadığı kimlik ve özgüven bunalımını nispi oranda aşarken halen daha Sykes-Picot ve Soğuk Savaş düzeninin hâkim olduğu bir coğrafya ve yönetimleri ile sıfır sorunlu ilişkiler oluşturamaz. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgedeki demokratik dönüşümü destekleyen ve bölge ülkelerinin halklarının yanında yer alan tavrı uzun vadede kendi demokrasisini geliştirdiği oranda Komşularla Sıfır Sorun Politikası açısından da başarılı olabilir. 
Özetle, Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın uzun vadeli hedeflerinin dönemsel gelişmeler ekseninde yapılan değerlendirmeler ile yok sayılması bugün için haklı değerlendirmeler olarak görülebilir.  Ancak uzun vadede komşuları ve yakın coğrafyası ile ekonomik ve siyasi anlamda karşılıklı bağımlılık alanı oluşturma noktasında Türkiye’nin zor ve riskli ancak toplamda çıkarlarıyla örtüşen bir çizgide olduğu görülmektedir. Türkiye için Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın çökeceği nokta kendi demokratikleşme sürecinin yavaşlaması ve bunun paralelindeki ekonomik büyümenin durağanlaşmasıdır. Eğer Komşularla Sıfır Sorun Politikası’na eleştiri getirilecek ve çöktüğü iddia edilecekse bu Suriye ile ilişkiler ve Irak ile ilişkiler düzeyinden çok Türkiye’nin halen daha çözüme ulaştıramadığı Kürt Sorunu – Alevi Sorunu ve dolayısıyla demokratikleşme sürecindeki durağanlık üzerinden yapılırsa daha anlamlı olacaktır. Suriye halkının ve Arap halklarının yanında yer aldığı savına sıkı sıkıya bağlı olan Türkiye’nin kendi halkını yok sayması ve iç sorunlarına dönük demokratik çözümler üretememesi uzun vadede Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın da sağlayacağı pozitif etkileri ortadan kaldıracaktır. 

Burak YALIM
UİÇ Derneği Başkanı