27 Şubat 2012 Pazartesi

Ben O Hesaptan Korkarım: Türk’ü Yüceltmek İçin Ermeni’yi Aşağılamak mı Gerek?

27 Şubat 2012
Kenara köşeye çekilmek ve susmak ne mümkün! Ülkem öyle bir yer ki susarsan sessiz kalırsan eğer “yanlış olana”, “haksızlığa” tevessül etmiş gibi hissediyorsun kendini. Çünkü kötülerin çok olduğu yerde iyilerin sessizliği en büyük kötülük olabiliyor. Konuştuğunda ise yediğin küfrün ve edilen hakaretin bini bir para ya da biri bin para… O kadar kolay küfür edebiliyoruz ki bin tanesine bir para ödüyor ve ettiğimiz küfürlerle o kadar tatmin oluyoruz ki bir tanesi bin para değerinde…

İnsan Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi ve yaratılanların en mükemmeli olmasaydı eğer biliyorum ki birçokları ile ne konuşur ne iletişir ne de selamlaşırdım. Hani köpeğin hatırı yoksa sahibinin hatırı var yaklaşımı biraz benimki ve hak ile batılın mücadelesi olduğuna inandığım dünya âleminde haktan yana olabilme çabası… Marifet ise sırf bu meram üzere küfür yemek düşüyorsa hissemize ona da eyvallah edebilme dirayetini hep göstermek, tabir yerindeyse sol yanağa yediğin tokattan sonra sağ yanağı çevirebilmek. Her şey zıttı ile kaimdir elbet ve mutlaka barışın ve insanlığın karşısında da zalimlik ve savaş olacaktır. Mesele bu zıtlıkta hangi pozisyonu benimsemeye çalıştığınız, bakın benimsediğiniz de değil, benimseme çabanızın bile anlamı var. Hattı zatında insan beşer kuldur şaşar.

Dün Taksim’de bundan 20 yıl önce Hocalıda 623 Azeri’nin vahşice öldürülmesi, katledilmesinin anılması için bir yürüyüş düzenlenecekti. Yürüyüşün ilanları ile başlayan endişem dün itibariyle gerçek oldu ve Taksim’de toplanan kalabalıklar Hocalı Katliamını anmayı Ermeni düşmanlığına çevirdi. Hepsi Ogün Samast olan mı ararsınız yoksa Ermenilere ağza alınmayacak hakaretleri güle oynaya söyleyenler mi… İronik olan anlı şanlı tarihlerine atıf yapan bu insanların “Osmanlı Hoşgörüsü” dedikleri şeyden nasibini almamış olmalarıydı. Sivil bir anma olacak derken orada İdris Naim Şahin’in yani İçişleri Bakanı’nın olduğunu da öğrendik ve kendisinden tarihe altın oylarla(!) yazılacak “Türk’ün Türk’ten Başka Dostu Yoktur” sözünü de işittik. Aslında bu da İdris Naim Şahin’in sahip olduğunu sandığı muhafazakâr kimlikle çelişiyordu ve İdris Naim beyin inandığını söylediği kutsal dinin peygamberi Haz. Muhammed veda hutbesinde Türklere değil İnsanlığa sesleniyordu! Neresinden tutsak dökülen, çelişkiler yumağı ve nefret saçması bir eylemdi işte! Bütün hesap “Hepimiz Ermeniyiz” diyenlere haddini bildirmek ve “Ermenileri” olabildiğince aşağılamak üzere kuruluydu. Atatürk’ün askerleri olduğunu iddia edenler Atatürk’ün yaptığı söylenen yerden bayrağı kaldırıp o bir milletin onurudur sözüne bile sadık kalamıyordu. Başbuğ’un askerleri ise Ermenistan ile diyalog köprülerini kurma çabasına ilk girişen siyasetçilerden biri olan Başbuğlarının kemiklerini sızım sızım sızlatıyordu. “Türk’ü yüceltmek için Ermeni’yi aşağılamak gerekir” gibi bir ruh hastalığının dışa vurumu bundan daha iyi olamazdı. Yani varlığınızın yüceliği başkalarının aşağılık olmasından mı kaynaklanıyordu?

Hocalı Katliamı’nı bir nefret ve kin kusma törenine çevirerek Hocalı’da kalleşçe öldürülen insanları siyasi bir malzeme yapmak için kurulan şebekeler Hocalı’yı dünya barışına, dostluğa ve kardeşliğe ne kadar gereksinim olduğunu gösterecek şekilde anmayı beceremezlerdi çünkü içlerinde derin bir intikam ve rövanş hırsı vardı. Oysa Srebrenitsa, Hocalı, Felluce, Bulgaristan’da Jivkov dönemi uygulamaları, Almanya’da Türklerin Nazi eylemlerine kurban gitmesi, Gazze ve daha niceleri bize kin ve nefretin, ırkçılığın, etnik çatışmanın, bahşettiği acılar değil miydi? Yeni bir acıya daha dayanacak kadar gaddar mı yüreklerimiz? İstediğiniz Türkiye’de yaşayan Ermenileri, Yahudileri, Kürtleri ve bilimum Türk olmadığını iddia edenleri kesmek, asmak ve bu topraklardan dışarı atmak mı? Peki, Türk’ü oluşturan unsur olarak saydığınız tüm bu renklilik ve çeşitlilik gittiğinde sizin elinizde ne kalacak?

Kendini koca bir okyanusun içinde doğru yolu bularak orada yürüme çabasına adayan bu fakir de kalkıp“yapmayın, etmeyin, eylemeyin, Azeri’yi sahiplenirken Ermeni’yi aşağılamak aslında Hocalı’da Azeri’yi aşağılayanla bir olmaktır” demeye çalıştı hep. “Hocalı’da yaşanan katliamı lanetlemeyen Ermeni de, Hocalı üzerinden Ermeni kimliğini topyekûn lanetleyen Azeri de ve bu acı ve gözyaşı üzerinden siyasi rant devşirmek isteyen de zalimdir, sevgisiz, saygısız, merhametsizdir” diye haykırmaya çabaladı. Ama nasibine düşen “Türk Düşmanlığı”, “Vatan Hainliği”, “Ermeni Yalakalığı” vs. oldu. Ben hepsine razıydım da iş beni de aştı etrafıma, kurumuma ve sevdiklerime yöneldi. Çalıştığım kurum ile şahsi kimliğim örtüştürülerek hakaretlerin boyutu arttı. Aslında şaşırmamak lazım, Ermenistan Devleti’nin Hocalı’da yaptığı katliamı bütün Ermenilere yükleyen tavrın sahipleri benim duruşumu da bütün kuruma rahatlıkla yükleyebilirler. Yahut İsrail Devleti’nin Gazze’de yaptığı zalimliği tüm Yahudilere yükleyip Anti-Semitizm yapabilirler. Ha ben şimdi vazgeçtim susuyorum ve geri adım atıyorum sanıyorlarsa Hz. Ali’nin “Haksızlığın karşısında eğilmeyiniz, çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz” sözüne sadık kalacağımı bilsinler. Şahsıma yönelik hakareti kaldıracak sabır ve dirayeti gösterirken dolaylı şekilde tehdit ederek “dediklerinin karşılığını alırsın merak etme” sözünü söyleyenlere ise gülüyorum.

Son olarak yaşadığımız bu münakaşalara şahit olan dostlardan nazik bir uyarı aldım. “Aman Başkan artık seni kimse üniversiteye konuşmacı olarak çağırmayacak, dikkat et” kabilinde bir şey söylediler. Beni düşünmeleri çok hoş, çok güzel eyvallah lakin ben kimsenin beni bir yere sevdiği sözleri söyleyeceğim için konuşmaya çağırmasını beklemiyor ve hatta istemiyorum. Gerçekler acıdır ve maalesef acıtır, yüzleşmek ise zor bir imtihandır. Memleketimde üç beş ağdalı cümle ile ve “Atatürk, Vatan, Millet, Din” gibi halkın kutsal saydıkları övülmek suretiyle nasıl popüler olunduğu aşikâr, sırf bu sözler üzere insanlar saraya giriyor yani vekil falan oluyor. Bu sözlerim üzerine “Ama senin de hedefin siyaset değil mi?” diyenler oluyor. Siyasetin hakikat olduğuna inanmadıkça ve popülist nutuklarla rant kapmanın alaşağı edildiğini görmedikçe siyaset eksik kalsın. Yalanlar üzere oturulan koltuklar, gelinen makamlar ve ulaşılan mevkiiler hak ve hakikat nazarında hesaba çekilecektir elbet. Ben o hesaptan korkarım.

Burak Yalım  twitter     
UİÇ Derneği Başkanı (www.tuicplatform.org)


12 Şubat 2012 Pazar

Cami ile Kışla Gölgesinde


Cami ile Kışla Gölgesinde


“Dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz” cümlesi ağzından çıktı ve tüm dikkatler oraya çevrildi. Yetmedi, “tinerci mi olsunlar” diye sordu ve bir anda geniş kitleler “hepimiz tinerciyiz” sloganına sarıldı. Zaten hali hazırda uzayıp giden “gençliğe hitabe” tartışmalarından ötürü epey ağırlaşan gündem adeta kocaman bir kaya olup oturmuştu böğürlere. Meselenin bir de “andımızı kaldırma” ve “19 Mayıs kutlamalarının şeklini değiştirme” kısmı vardı ki yukarıdakilerle birlikte düşünüldüğünde yine aynı korku hortlayıvermişti “eyvah şeriat geliyor” ve “cumhuriyet elden gidiyor”.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti etrafında gündemi belirlenen bir ülkenin ne kadar sağlıklı olduğunu düşünüyorum son günlerde. Avaremizi meşgul eden meselenin de ne kadar gerekli olduğunu. Maalesef ülkemizde Başbakan ve AK Parti’den başka gündem oluşturabilen bir politik yapı yok. Bakmayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun Washington Post’a makale falan yazdığına, kimsenin zaten onu konuştuğu yok. Varsa yoksa Başbakan ve AK Parti’nin söylem ve eylemleri üzerinden oluşan bir gündem hepsi. Bizim gibi kalem oynatıcılar için bu gibi durumlar bulunmaz fırsat. Hemen kalemlerimize sarılıyor ve ahkâm kesiyoruz köşelerimizden. Para kazanmasak bile egomuz tatmin oluyor ya ne ala. Fakat ben burada da sıkıntılı bir duruma işaret etmek istiyorum. Başbakan ne kadar popülist ve gündem belirleme çabasında ise bizim kalemcilerimizin de ondan pek farkı yok. Herkes popisini arttıracak bir mevzii peşinde! Çok az insan ifrat ile tefritin dışında kalıp eğriye eğri doğruya doğru diyebilme basiretini gösteriyor. Mesela iki Kemalist nara ve üç beş milliyetçi slogan ile günü geçiştirip bizim bir yılda göremediğimiz paraları kazananlar var. İçine biraz demogoji ve ajitasyon da koydular mı tadından yenmez yazılara imza atmış oluyorlar. Başbakan dindar dediğinde “zaten müslüman değil miyiz, müslüman toplumun da böyle bir başbakanı olmalı elbet” diyenler iktidara, “yahu topluma neyi dayatmanın peşindesiniz” diyenler de müzmin muhalefete çok güzel oynuyorlar. İkisinin de aşağı yukarı alıcısı eşit miktarda. Hali hazırda yarı yarıya bölünmüş bir toplumun hangi tarafına şirin gözüksem hesapları yapılıyor. Başbakan’a karşı duranların dün Kemalist dayatmaya karşı durmaması ve Başbakan’ı destekleyenlerin dünkü Kemalist dayatmaya isyan edişleri bu minvalde anlamsızlaşıyor ama kimse farkında değil. Aslında birbirini etkisiz eleman haline getiren geniş iki kutuptan bahsediyoruz. “Benim dayatmam iyidir sen dayatamazsın, dün bana dayatırken iyiydi ben de şimdi sana böyle geçiririm” gibi iki tutarsız ve ilkesiz söylemin toplamından nasıl bir gelecek çıkarabileceğimiz konusunda cidden endişeliyim.

Zamanında kaleme aldığım bir yazının ana konusu Kemalizm ile Tayyibizm’in çarpışmasından doğacak demokrasiydi lakin bizim bu çarpışmanın esas muhtevasını da pek yakalayabildiğimizi göremiyorum. Söylemek istediğim şu; “Saray” eskiden Kemalistti şimdi ise Tayyibist. Ancak mesele sarayın eski hâkimleri ile yeni hâkimleri arasında geçen bir kavgadan ziyade saraya hiç girememiş ve sarayın ürettiği ranttan (fayda) hiç yararlanamamış yönetilenlerin yani halkın kavga ediyor olması. Saray’da olanların ve eski saraylıların kavgasını anlıyorum ama eskiden de şimdi de sarayla yakından uzaktan ilgisi olmayanların birbirine girdiğini gördükçe üzülüyor ve eski-yeni saraylıların kavgasından tebaaya yani yönetilen bizlere yarayacak bir demokrasi devşirme ümidim azalıyor. Dindar bir nesil yetiştirenler ile Kemalist nesil yetiştirenlerin ortak payda olarak “yetiştirmek” üzerinde uzlaştığını ve dolayısıyla halkı yani bizi ehlîleştirdiğini göremiyor muyuz? Yani kimsenin sarayın ürettiği rantı paylaşmaya, adaletle dağıtmaya ve sarayın varlığının yegâne sebebi olan halk için refah yaratmaya niyeti yok. Bu konuda ikinciler yani Tayyibist saraylılar daha makul ve çekici görünüyor olsa bile özü itibariyle sistemsel dönüşüme yanaşmadıkları için, yani halkın daha geniş kitlelerine saraydaki ranttan eskiye nazaran biraz daha fazla ayırmalarına rağmen sarayın kapılarını halka tamamen açan yeni bir demokratik cumhuriyet inşasına girişmedikleri için Kemalist saraylılarla aynı kategoridedir. Mesele saraya hakim olup dilediğince rant dağıtmaktan öte kendi rantını kendi elleriyle üretebilen ve bunu yaparken sarayın tüm aygıtlarını kullanıp denetleyebilen bir sistemi halk için inşa edebilmektir. Bu fırsatı tam anlamıyla yakaladıkları 12 Eylül 2010 referandumundan bugüne geçen zamanda Tayyibist Saraylılar’ın bu konuda çok da istekli olmadıkları görülmektedir.

Türkiye’de gündemin boğuculuğu esasen bize sarayın kapılarını kapalı tutmak için bulunmaz bir nimet. Bize kutsal olanlar ise bunun en güzel aracı. Cami ile Kışla’nın arasındaki siyaset diyordu Mehmet Altan hoca, her Türk asker doğdukça ve Müslümanlık meselesi yumuşak karnımız olup bireyselleşmedikçe biz saraya hep uzak kalacağız. Saraya uzak kalmanın bedeli ise hayatımız boyunca kime nasıl yaranırsam şu surlardan atlar içeri girerim hesabını yapmak olacak. Hal böyle olunca da kimseler eğriye eğri doğruya doğru diyemeyecek. Oysa bizim dinimiz de milletimiz de askerimiz de doğruyu emreder değil mi?

Gençliğin Tecrübelisi (İhtiyarı) Makbul!

Gençliğin Tecrübelisi (İhtiyarı) Makbul!

Türkiye’nin nüfusunun yarısı 30 yaşın altında.  Bunu ben değil bizzat TUİK verileri söylüyor. Hatta nüfus ortalama yaşımız üç yıl önce 28,8’den 29,7’ye yükselmiş. Nüfus artış hızımız da geçen yıl 1,58’ken düşüş göstererek 1,35’e gerilemiş. Anlaşılan o ki Başbakan’ın 3 çocuk isteği de nüfus artık hızımıza ve genç nüfus politikamıza ilaç olamamış. Bir başka siyasetçi bugünlerde çıkıp madem 3 yetmedi 4 çocuk yapalım derse şaşırmamak lazım. Fakat konu 3 veya 4 çocuk yapmak kadar kolay ve basit değil. Başbakan’ın 3 çocuk istemesini normal karşılamış ve desteklemiştim. Halen daha destekliyorum. Lakin bu 3 çocuk üzerine biraz düşünmek gerekiyor.

Türkiye’nin nüfusu 250 bin daha olsa 75 milyon olacak. Dolayısıyla yarısı 37,5 milyon ve 30 yaşın altında. 30 yaşın altında olması şu yüzden önemli çünkü “gelecek gençlerle gelecek”. Genç nüfusumuz ile bu kadar övünmemiz ve böbürlenmemiz de bu yüzden. Ancak geleceği getireceğine inandığımız gençlik politik ve ekonomik süreçlerde ne kadar etkili, ne kadar yenilikçi ve üretken ve acaba geleceği hazırlamaya ne kadar hazır sorusuna verilecek cevaplar pek iç açıcı değil. Genç işsizlik falan diyerek olayı adeta geyik muhabbetine çevirecek değilim. İşsizlik herkesin kendi sorunu deyip geçebilecek kadar acımasızım bu konuda. Neticede istihdam olabilecek yeteneğe sahip olmanız devlet ile dolaylı olarak ilintili olsa bile devlet bireye iş bulmak zorunda değil, devlet iş bulma kurumu hiç değil. Beni ilgilendiren konu genç nüfusun günlük hayatı, gelecek tahayyülü ve etrafımızda hızla dönen dünyaya karşı ilgi ve alakası. Çünkü bu faktörler gençliğin geleceği inşa edip edemeyeceği veya nasıl inşa edeceği ile çok yakından ilgili. Mesela politik ortama baktığımız zaman ilk akla gelecek olan şey milletvekillerinin ne kadarının genç olduğu fakat hiç bakmamanızı salık verebilirim. TBMM’nin yaş ortalamasının 51 olduğunu duyduğumuz zaman herhalde “normal” karşılamamamız gerekiyor. Ancak bunu dert edinen, gençliğin politik arenada daha etkin olmasını düşünen ve bunun için çaba sarf eden bir gençlik yok karşımızda! Bakın siyasi irade, akademik dünya, bürokrasi, medya falan demiyorum. Onların düşünmüyor olmasını kısmen anlarım ama gençliğin bizatihi kendisi bu konuda yeterince çabalamıyorsa burada sorun değil CİDDİ bir sorun var demektir. Bu konuda hiç çaba yok demiyorum. Bazı sivil toplum kuruluşları ve gençlik örgütlenmelerinin bu konuda çaba sarf etmekle beraber seslerinin çok cılız kaldığını söylemek zorundayım. Öyle bir gençlik ki kendisinin kurumsal olarak sahada etkin rol almasına burun kıvırıyor.

Mesela 18 yaşında seçme kabiliyetine sahip olan bireyin 18 yaşında seçilme hakkına da sahip olmasını uzun zamandır çeşitli platformlarda dile getiriyorum. İlk burun kıvıran, “olur mu öyle şey” diye tepki veren ve söylediklerimi deli saçması olarak niteleyenler maalesef genç arkadaşlar. İkinci cümleyi kurmamı beklemeden konuyu kapatanlar çok fazla. Tecrübesizlik üzerinden konuya abanan ve o yaşta insan nasıl milletvekili olur diyerek aslında kendi yetisine hakaret eden birçok arkadaş gördüm. İş ararken “tecrübe sahibi” ibaresine kızan, “herkes tecrübe sahibi eleman arıyor o halde ben bu tecrübeyi nerede edineceğim” diye soran arkadaşlar iş politikaya gelince kendileri “tecrübe” savını ortaya atıyorlar. Aslında bu tepkiye de şaşırmamak gerekiyor. Neticede “askerliğini yapmamış adama kız verilmez” gibi bir kültürel arka planla yetişen bireyin 20 yaşından önce kendini adam yerine koymuyor olmasını da normal karşılamak lazım. Ancak bu hali normal karşıladıkça hiç kimsenin bizim yerimize gençliği önemsemesini ve gençlik politikası tasarlamasını beklememek gerekiyor. Tabii bu konuda Türk aile yapısının çok boyutlu etkileri olduğunu belirtmek gerekir. Sen kaç yaşına gelirsen gel benim için hep çocuksun mantığı üzerine kurulan ebeveyn evlat ilişkilerinin, 20 yaşında kendi ayakları üzerinde duran ve tuttuğunu koparan bir nesil oluşturmasını bekliyoruz.
Peki ya eğitim sistemi? Ortalama olarak 23 yaşında üniversite mezunu olan bireylerin hayata karşı dimdik duracağı yaşın 18 olmasını beklemek çok şey olsa gerek. Bugünlerde yeni Milli Eğitim Bakanımız Ömer Dinçer’in bu konuya ilişkin umut verici açıklamaları olduğunun altını çizmek isterim. Mesela eğitime başlama yaşının daha erkene çekilmesi gerekliliğinden bahsetmesi heyecan verici. Eğitimci değilim ama yıllardır eğitim denilen sürecin içinden geçmekte olan bir birey olarak bana kalırsa ilköğretime başlama yaşının 5’e çekilmesi normal olacaktır. Hatta 8 yıllık ilköğretim müfredatının çok uzun olduğunu ve 6 senede de bu müfredatın gayet bitirilebileceğini düşünüyorum. Üzerine 4 yıllık bir lise eğitimi ve YÖK’ün bugünlerde üzerinde çalıştığı Bologna Eğitim Süreci’ne geçiş ile birlikte 3 yıllık lisans eğitimi ve 2 yıllık yüksek lisansın birleştirilmesi ile bu işlerin hallolacağına inanıyorum. Yani özetle ilköğretim 6 yıl, ortaöğretim 4 yıl, yükseköğretim 5 yıl, toplamda 15 yıl süren bu eğitim eğer 5 yaşında başlarsak en kötü 21 yaşında bitecektir. 21 yaşında hayata atılmak zorunda kalan bir bireyin de en azından 1-2 yıl içinde istikrarlı bir işe kavuşması ve akabinde katma değer üretmeye başlaması mümkün olacaktır. Eğer akademi dünyasına ilgi duymuşsa 4 yıllık bir doktora eğitimi ile birey 24-25 yaşında doktor ünvanlı bir yetişkin olacak ve tükettiklerini üretmeye başlayacaktır. Olay elbette böyle matematik hesabı kadar basit değil. İçeriğin süreden ve süreçlerden en önemlisi olduğunu da unutmamak gerekiyor. Özellikle mesleki eğitimin özendirilmesi, önemsenmesi, eğitim süreçlerinde yenilikçiliğin olmazsa olmaz bir mesele olarak kabulü çok önemli.

Ne diyorduk? Türkiye nüfusunun yarısı 30 yaşın altındaymış. Bu nüfus verisi umut verici olmakla birlikte içeriği yani zihinsel dönüşümü ve kabiliyetleri arttırılmadıkça hiçbir anlam ifade edemez. Klasik köşe yazarları gibi "yerimiz yetmedi devamı bir sonraki yazıya" diyor ve köşemi tamamlarken üstadın güzel bir sözüne yer vermek istiyorum.

“İşte bütün meselem, her meselenin başı, ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!”
Necip Fazıl KISAKÜREK

Hrant Dink Olmak Nedir?

Hrant Dink Olmak Nedir?

Hrant Dink davasının bir hukuk garabeti şeklinde sonuçlanması üzerine aslında Hrant’ın öldürüldüğü 19 Ocak 2007’den beri her 19 Ocak’ta Agos’un önünde toplanan Hrant Dink’in arkadaşları ve Hrant Dink’e sahip çıkanlar bu kez Taksim’den Agos’a bir de yürüyüş yaptı. Bu yürüyüş aslında adaletsizliğe, Hrant Dink’in 2-3 çocuk tarafından öylesine öldürüldüğü ve örgütlü bir suç işlemediği kanaatine varan mahkemeye ve buna gıkını çıkarmayanlara karşı bir tepki yürüyüşüydü. Yürüyüşe ilgi yüksekti ve kortejde zaman zaman belli grupların konuyu kendi bakış açılarına göre ele almak isteği de fark ediliyordu. Yürüyüşte sol sosyalist gruplardan Kürtlere, Beşiktaş Çarşı grubundan gençlik örgütlerine kadar geniş bir yelpazeden insanlar mevcut olunca bunun da olması anormal değil. Neticede “Hrant için, Adalet için” söylemi etrafında yürüyüşe katılanların içinde kötü niyetli marjinal gruplar olsa bile genelinin hissiyatı “Adalet” kavramına karşı incinen güvenlerine dair bir tepki verebilmek üzere kuruluydu.

Ancak konu bazı mecralarda öyle bir anlaşıldı ki benim arkadaşlarım dahi beni uyarma gereksiniminde bulundu. “Hepimiz Ermeniyiz” demek yahut “Hepimiz Hrantız” demek bazı çevrelerin tepkisine neden oldu. Mesela sosyal medyada buna tepkisini koyanlar “Hepiniz Ermeni oldunuz da o kadar şehit verdik bir gün Türk olamadınız” dediler. Yahut siz Ermeni oluyorsunuz ama hangi Ermeni kalkıp bir gün “Hepimiz Türk’üz” dedi şeklinde tavır koydular. Burada gözden kaçırılan küçük bir ayrıntı var. Hrant Dink Ermeni olduğu için öldürüldü. Yazdığı bir yazı dizisi içerisinden cımbızlanan “Sonuçta görülüyor ki işte “Türk” Ermeni kimliğinin hem zehiri, hem de panzehiridir. Asıl önemli sorun ise Ermeni’nin kimliğindeki bu Türk’ten kurtulup kurtulamayacağıdır” cümleleri üzerinden hakkında “Türklüğe Hakaret” davası açılan Hrant Dink doğrudan hedef gösterilmiştir ve bu hedefi vuracak sapkın bir milliyetçilik anlayışına sahip gençlere Hrant’ın nasıl öldürüleceği hakkında yol da derin ellerce gösterilmiştir. Haliyle insanlar da  “Hepimiz Ermeniyiz” veya “Hepimiz Hrantız” demek gereksinimi duyuyorlar. Çünkü Hrant’ın cebinde T.C. kimliğini taşımasına rağmen, yani eşit vatandaş olmasına rağmen Ermeni kimliğinden ötürü hedef gösterilmesini haklı olarak kabul edemiyorlar, etmemeliler de zaten. Bugün Ermeni olduğu için hedef gösterilen bir vatandaş varsa yarın Kürt olduğu yahut Rum olduğu yahut Müslüman olmadığı için hedef gösterilebilir korkusuyla, adaletin ve onu sağlaması gereken devletin bu hususta sınıfta kaldığını gördükleri için “Hepimiz Hrant, Hepimiz Ermeniyiz” diyor insanlar. Bu durumu alıp şehit cenazeleri ile kıyaslamanın hiçbir lüzumu ve faydası yok. Şehit cenazelerine üzülmeyen ve onları anmayanların yaptığı başka bir olay, Hrant Dink’e sahip çıkanların yaptığı ise bambaşka. Ayrıca kalkıp Ermenilerin “Hepimiz Türk’üz” demesini beklemek, en azından ASALA terör örgütünce öldürülen diplomat şehitlerimiz için bunu istemek haklı bir gerekçe olsa bile onların bunu yapmamasını örnek vererek Hrant’a sahip çıkanları suçlamak büyük hata. Kadim Anadolu medeniyetine sahip olduğumuzu söylediğimiz, Osmanlı Devlet geleneğindeki hoşgörüyü anlattığımız zaman Hrant’a sahip çıkmaya karşı durmak başlı başına çelişki. Eğer Ermeniler teröre kurban giden diplomatlarımıza üzülmüyor ve onlara sahip çıkmıyorsa bu onların ayıbı olacaktır. Ayıba ayıpla mı yoksa büyüklük ederek ve doğru olanı yaparak mı karşılık vermek gerekir? Ki konu burada yine başkalaşmaktadır. Biz Hrant Dink’e sahip çıkarken kendi vatandaşımıza sahip çıkmaktayız ve buna karşılık Ermenistan’dan veya Ermenilerden yine bizim vatandaşımız olan şehit diplomatlarımıza sahip çıkmalarını beklemekteyiz. Uzun lafın kısası meseleyi Ermeni ve Türk olarak mı ele alacağız yoksa vatandaşlık hukukunu mu işleteceğiz? Mesele burada düğümlenmektedir. Konuyu bu sağlıklı olmayan kimliğe indirgemeci yaklaşımla ele aldığımızda yine bir başka sorun olan Ermeni Soykırımı iddiaları ve Hocalı Katliamı karşımıza çıkıyor. “Ama Hrant Dink soykırım yaptığımızı iddia eden bir milletin ferdi, bak Hrant’a sahip çıkıyorsunuz ama Hocalı da Ermeniler kesmedi mi Azerileri” gibi konuyla alakasız, tutarsız ve başka bir tartışmanın alanı olan meseleler gündeme geliyor. Sonra bir başka eksik yaklaşımı da dile getirmek lazım. Uğur Mumcu, Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu gibi isimler de faili meçhule kurban gitti, o zaman neredeydiniz diyenler var. Birincisi hep onlarla oldu bu insanlar, olmayanlar varsa da günahları kendi boynuna. İkincisi ise bu kıymetli aydınlar yittiğinde, katledildiğinde Türkiye’de sivil toplum bilinci hangi seviyelerdeydi, sosyal medya gibi unsurlar mı vardı, millet sesini çıkarmaya korkuyordu demek gerekiyor. Günün şartlarını iyi okumadan, Hrant’ın sırf yine Ermeni kimliğini ön plana koymak için bu gibi yaklaşımlarla konuya müdahil olanların da durup düşünmeleri gerekiyor. Konu bir Ermeni’ye sahip çıkmak mı yoksa çoğunlukla aynı özellikleri paylaşmayan bir kimliğe sahip vatandaşımızın sırf bu farklılığı yüzünden katledilmesi ve buna seyirci kalan, bu olayda ihmali olan ve hatta dahli olabilen “örgüt” bağlantısını görmezden gelen adaletsizliğe isyan etmek, yani dolayısıyla vatandaşlık hukukuna mı sahip çıkmak.

Sonuç olarak bugün “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diyenlerle birlikte Taksim’den Agos’a yürürken içimde yarın benim sırtıma sıkılacak kurşunun hesabını soracak kalabalık bir dost grubu ile omuz omuza vermiş olmanın umudu vardı. Adaletin tecellisi için, her türlü farklılığımıza rağmen vatandaşlık hukukumuzun birliğinden ileri gelen bir sahiplenme şuuruyla sokaklara dökülen insanlarla birlikte olmanın vakur yanını hissettim bu yürüyüşte. Bugün Hepimiz Ermeni olduk, yarın Hepimiz Kürt oluruz, sonra Hepimiz Türk, Hepimiz Boşnak, Hepimiz Rum ve Hepimiz nihayetinde vatandaş ve insan oluruz. Hepimiz Türbanlı oluruz, Asker oluruz, Eşcinsel oluruz… Ama bunların hepsini Adaletli bir ülkede olabiliriz. Hepimize, hepimiz için Adaletin tecelli ettiği bir ülkede…

Bu İşte “bir iş var” Dedirten Ak Parti


Bu İşte “bir iş var” Dedirten Ak Parti


Son dönemde sürekli olarak “ya iktidar partisinde ciddi bir değişim mevcut ya da bizim bildiğimiz iktidar partisi bu değil” diye düşünmeye başladım. Farkında olduğum ve üzülerek izlediğim ciddi bir erozyon var Ak Parti’de. 3 Kasım 2002’de iktidara geldiğinden bugüne kadar ceberrut devletle hesaplaşan, öne devleti değil bireyi koymak suretiyle milletin gönlünü kazanan ve demokratikleşme diye adlandırdığımız Türkiye’nin normalleşmesi sürecini yürüten Ak Parti son zamanlarda ortada yok. Aksine Ankaralılaşma hastalığına tutulmuş, devlet refleksleri veren, bu kadar demokratikleştirdik ya daha ne istiyorsunuz tavrında ve özellikle milletin vicdan ve merhametine sığmaz bir takım uygulama ve reflekslere bürünmüş bir Ak Parti var son dönemde. Şimdi kimse kalkıp bunlar hep böyleydi şimdi mi anlıyorsun demek yoluyla skor üretmeye kalkmasın. Hele hele ulusalcılık ve kemalizm kokanlara, ulusalcılığın dar perspektifi ile dünyaya bakanlara fırsat vermek değil niyetim. Onların tezlerinin çağın çok gerisinde kaldığını defalarca yazdım. Ancak Ak Parti’nin her yeni günde bildiğimiz kimliğinden uzağa doğru giden uygulamalarını anlamlandırabilmiş değilim. Başbakan Erdoğan’ın “mazlumların sesiyim” iddiasını kaybettiği “bedelli askerlik” uygulaması ile zihnimde sorular belirmişti. Yine o esnada “şike yasası” olarak bilinen uygulamanın cumhurbaşkanının geri göndermesine rağmen aynen kabulü ile derinleşen bu sorular Uludere’de yaşanan faciadan sonra ve en son Hrant Dink davasının gülünç bir şekilde karara bağlanması ile cevap bulmaya başladı. Evet, bu Ak Parti bildiğimiz Ak Parti değil!

İktidara geldiği günden bu zamana kadar sessizlerin sesi, kimsesizlerin kimsesi olduğu iddiasında olan ve bunu da çeşitli örneklerle gösteren Başbakan’ın bedelli askerlik uygulamasını grup toplantısında açıklarken sahip olduğu tavır eminim vicdanları sızlattı. Başbakan’ın çok uzak olmayan bir zaman önce “ben vatandaşımla konuştum, parası olan yapmayacak fakir kimsesiz olan askere gidecek, ben şahsen R. Tayyip Erdoğan olarak böyle bir şeye imza atmam” diye bir demeç vermiş olmasına rağmen bu konuda sergilediği tavır Başbakan’a inanmış ve güvenmiş kitleler için kabul edilemezdi. Benzer bir yanlış “şike yasası” konusunda yapıldı. Toplumun vicdanını rahatsız ettiği için Cumhurbaşkanı tarafından geri gönderilmesine rağmen inat ve ısrarla yasayı aynen TBMM’den geçirmek bildiğimiz Ak Parti tarafından yapılmamalıydı. Çünkü Ak Parti’nin her zaman dillendirdiği biz gücümüzü milletten alırız, milletimize sorarız söylemi ve iddiası bu minvalde akamete uğradı. 2011’i tamamlayıp yeni bir yıla girmenin arifesinde yaşanan Uludere olayı ise Ak Parti ve Başbakan Erdoğan’ın özellikle Kürt halkının vicdanındaki yeri epey sarstı. Uludere olayı basit bir hata olarak geçiştirilmeye çalışıldı. Sorumluların bulunacağı ve soruşturma yapılacağı ilan edildi ancak halen daha ortada somut bir sonuç yok. Hatayı kabullenen iktidar bir özür dileme zahmetinde bulunmazken BDP’nin provokasyonlarını da kullanarak kendini adeta sütten çıkmış ak kaşık haline getirmeyi bile becerdi. Oysa Uludere’de bir ihmal varsa bu sadece komuta kademesi işaret edilerek geçiştirilemezdi. Yok, eğer ihmal değil ciddi bir yanıltma söz konusu ise ve bu yanıltma ile hükümetin açılım politikaları ve bölge ile ilişkileri bozulmak istenmişse bunun üzerine gidilememesi daha da vahim. Çünkü Uludere olayı ile Başbakan Erdoğan’ın vicdanına ve merhametine inanan birçok Kürt artık bu inancını sorgular hale geldi. Dersim’den özür dileyen Başbakan’ın kendi icraat döneminde yaşanan Uludere olayından dolayı özür dileyememesi samimiyetini de sorgulanır hale getirdi. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in bir garabet ifadesi olan sözlerini anmıyorum bile.

Tüm bu yaşananları zihnimde sorgular ve bir yazıya konu etmeyi düşünürken Hrant Dink davasıyla ilgili komedi yaşandı. Yasin, Ogün ve Erhan isimli üç kişi kafa kafaya verip Hrant Dink’i öldürmüş, pardon hatta öyle bile olmamış diyebiliriz çünkü örgütlü bir suça bile hükmetmedi mahkeme. İktidarın bu konuda yapabileceği bir şey yok, mahkemelere mi karışsın, yargıya mı müdahale etsin diyenler olabilir. İlker 
Başbuğ’un tutuksuz yargılanması daha doğru olur diyebilen Başbakan ve Cumhurbaşkanı yargıya müdahale etmedi mi? Eğer Hrant Dink 2007’de değil 1997’de katledilseydi, o zaman da sadece 3 çocuğun işlediği bir cinayet olarak mı görülecekti yoksa tüm ses kayıtları telefon görüşmeleri, derin bağlantılar ve her ne varsa gazetelerde sayfa sayfa ifşa edilip örgüt bağlantısı, derin devlet bağlantısı kurulabilecek miydi? Bu soruya verilecek cevap çok önemli. Sanırım Ak Parti’nin bildiğimiz Ak Parti olup olmadığı veya değişip değişmediğinin de cevabı burada gizli. Hrant Dink öldürüldüğü tarihte kritik görevlerde olan Muammer Güler, Celalettin Cerrah ve Cemil Çiçek’in bu cinayetle yakından uzaktan bir bağlantısı mı var? Sırf bu bağlantı olduğu için mi bu dava böyle noktalandı yoksa Ergenekon davasında yargılanan Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz mi korunmak isteniyor? Biliyorsunuz Hrant Dink’in 301’den yargılandığı davalara Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz mutlaka gider, milliyetçi ve şoven gösteriler tertiplerdi, Hrant’ın öldürülmesinin 3-5 çocuk işi olmadığını biliyorken mantığımın ulaştığı tek nokta şu, mahkemeler ya Ergenekon sanıklarını koruyor ya da yukarıda saydığım Ak Parti’li isimler korunuyor. Bunlara bir cevap vermedikçe, Hrant’ın soğuk bedeni öylece ortada duruyorken Ak Parti’nin iddia ettiği “Yeni Türkiye” söylemine nasıl inanacağız?

Uzun lafın kısası ya Ak Parti devletleşiyor ya da eski devlet refleksi Ak Parti ile pazarlık masasında anlaşmaya çalışıyor. Her iki ihtimal ise bize Ak Parti’nin bildiğimiz Ak Parti olmaktan uzak bir yere geldiğini gösteriyor. Ergenekon ve Balyoz davalarında her türlü detayı bulan polis ve mahkemeler Hrant Dink davasında eğer örgüt bağlantısını bulamıyorsa bu işte bir iş var demektir. Mazlumların sesi olan Ak Parti “bedelli askerlik” uygulaması yapıyorsa, “şike yasası” dediğimiz adalete olan inancı sorgulatan yasayı uygulamaya koyuyorsa ve milli birlik ve kardeşlik projesini uygulamaya koymasına rağmen 34 Kürt Vatandaşın ölümüne oldukça duyarsız kalıyorsa bu işte gerçekten bir iş var demektir. Tüm bu mülahazaların toplamında son söz olarak henüz taslağı bile oluşamayan “Yeni Anayasa” konusundaki iştahsızlığı da belirtmek isterim. Son 10 yılda demokratikleşme adına ne yaptıksa halen kurumsallaştıramadık. Halen daha 1982 Anayasası ile ileri demokrasiye yürüyoruz. Sanırım bu işte de bir iş var.  Bizim temennimiz iktidarın ilk göreve geldiği gündeki gibi demokratikleşme çıpasına sıkı sıkıya tutunarak, milletten kopan ve devletleşen yörüngeden biran önce dönmesidir.