12 Şubat 2012 Pazar

Cami ile Kışla Gölgesinde


Cami ile Kışla Gölgesinde


“Dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz” cümlesi ağzından çıktı ve tüm dikkatler oraya çevrildi. Yetmedi, “tinerci mi olsunlar” diye sordu ve bir anda geniş kitleler “hepimiz tinerciyiz” sloganına sarıldı. Zaten hali hazırda uzayıp giden “gençliğe hitabe” tartışmalarından ötürü epey ağırlaşan gündem adeta kocaman bir kaya olup oturmuştu böğürlere. Meselenin bir de “andımızı kaldırma” ve “19 Mayıs kutlamalarının şeklini değiştirme” kısmı vardı ki yukarıdakilerle birlikte düşünüldüğünde yine aynı korku hortlayıvermişti “eyvah şeriat geliyor” ve “cumhuriyet elden gidiyor”.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti etrafında gündemi belirlenen bir ülkenin ne kadar sağlıklı olduğunu düşünüyorum son günlerde. Avaremizi meşgul eden meselenin de ne kadar gerekli olduğunu. Maalesef ülkemizde Başbakan ve AK Parti’den başka gündem oluşturabilen bir politik yapı yok. Bakmayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun Washington Post’a makale falan yazdığına, kimsenin zaten onu konuştuğu yok. Varsa yoksa Başbakan ve AK Parti’nin söylem ve eylemleri üzerinden oluşan bir gündem hepsi. Bizim gibi kalem oynatıcılar için bu gibi durumlar bulunmaz fırsat. Hemen kalemlerimize sarılıyor ve ahkâm kesiyoruz köşelerimizden. Para kazanmasak bile egomuz tatmin oluyor ya ne ala. Fakat ben burada da sıkıntılı bir duruma işaret etmek istiyorum. Başbakan ne kadar popülist ve gündem belirleme çabasında ise bizim kalemcilerimizin de ondan pek farkı yok. Herkes popisini arttıracak bir mevzii peşinde! Çok az insan ifrat ile tefritin dışında kalıp eğriye eğri doğruya doğru diyebilme basiretini gösteriyor. Mesela iki Kemalist nara ve üç beş milliyetçi slogan ile günü geçiştirip bizim bir yılda göremediğimiz paraları kazananlar var. İçine biraz demogoji ve ajitasyon da koydular mı tadından yenmez yazılara imza atmış oluyorlar. Başbakan dindar dediğinde “zaten müslüman değil miyiz, müslüman toplumun da böyle bir başbakanı olmalı elbet” diyenler iktidara, “yahu topluma neyi dayatmanın peşindesiniz” diyenler de müzmin muhalefete çok güzel oynuyorlar. İkisinin de aşağı yukarı alıcısı eşit miktarda. Hali hazırda yarı yarıya bölünmüş bir toplumun hangi tarafına şirin gözüksem hesapları yapılıyor. Başbakan’a karşı duranların dün Kemalist dayatmaya karşı durmaması ve Başbakan’ı destekleyenlerin dünkü Kemalist dayatmaya isyan edişleri bu minvalde anlamsızlaşıyor ama kimse farkında değil. Aslında birbirini etkisiz eleman haline getiren geniş iki kutuptan bahsediyoruz. “Benim dayatmam iyidir sen dayatamazsın, dün bana dayatırken iyiydi ben de şimdi sana böyle geçiririm” gibi iki tutarsız ve ilkesiz söylemin toplamından nasıl bir gelecek çıkarabileceğimiz konusunda cidden endişeliyim.

Zamanında kaleme aldığım bir yazının ana konusu Kemalizm ile Tayyibizm’in çarpışmasından doğacak demokrasiydi lakin bizim bu çarpışmanın esas muhtevasını da pek yakalayabildiğimizi göremiyorum. Söylemek istediğim şu; “Saray” eskiden Kemalistti şimdi ise Tayyibist. Ancak mesele sarayın eski hâkimleri ile yeni hâkimleri arasında geçen bir kavgadan ziyade saraya hiç girememiş ve sarayın ürettiği ranttan (fayda) hiç yararlanamamış yönetilenlerin yani halkın kavga ediyor olması. Saray’da olanların ve eski saraylıların kavgasını anlıyorum ama eskiden de şimdi de sarayla yakından uzaktan ilgisi olmayanların birbirine girdiğini gördükçe üzülüyor ve eski-yeni saraylıların kavgasından tebaaya yani yönetilen bizlere yarayacak bir demokrasi devşirme ümidim azalıyor. Dindar bir nesil yetiştirenler ile Kemalist nesil yetiştirenlerin ortak payda olarak “yetiştirmek” üzerinde uzlaştığını ve dolayısıyla halkı yani bizi ehlîleştirdiğini göremiyor muyuz? Yani kimsenin sarayın ürettiği rantı paylaşmaya, adaletle dağıtmaya ve sarayın varlığının yegâne sebebi olan halk için refah yaratmaya niyeti yok. Bu konuda ikinciler yani Tayyibist saraylılar daha makul ve çekici görünüyor olsa bile özü itibariyle sistemsel dönüşüme yanaşmadıkları için, yani halkın daha geniş kitlelerine saraydaki ranttan eskiye nazaran biraz daha fazla ayırmalarına rağmen sarayın kapılarını halka tamamen açan yeni bir demokratik cumhuriyet inşasına girişmedikleri için Kemalist saraylılarla aynı kategoridedir. Mesele saraya hakim olup dilediğince rant dağıtmaktan öte kendi rantını kendi elleriyle üretebilen ve bunu yaparken sarayın tüm aygıtlarını kullanıp denetleyebilen bir sistemi halk için inşa edebilmektir. Bu fırsatı tam anlamıyla yakaladıkları 12 Eylül 2010 referandumundan bugüne geçen zamanda Tayyibist Saraylılar’ın bu konuda çok da istekli olmadıkları görülmektedir.

Türkiye’de gündemin boğuculuğu esasen bize sarayın kapılarını kapalı tutmak için bulunmaz bir nimet. Bize kutsal olanlar ise bunun en güzel aracı. Cami ile Kışla’nın arasındaki siyaset diyordu Mehmet Altan hoca, her Türk asker doğdukça ve Müslümanlık meselesi yumuşak karnımız olup bireyselleşmedikçe biz saraya hep uzak kalacağız. Saraya uzak kalmanın bedeli ise hayatımız boyunca kime nasıl yaranırsam şu surlardan atlar içeri girerim hesabını yapmak olacak. Hal böyle olunca da kimseler eğriye eğri doğruya doğru diyemeyecek. Oysa bizim dinimiz de milletimiz de askerimiz de doğruyu emreder değil mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder