16 Ocak 2013 Çarşamba

Türk'ün Türk'ten Başka Düşmanı Var mı?


Dün akşam, yazı yazmaya başladığımda tanış olduğum dostlardan biriyle sohbet etmek için buluştuğumuzda artık pek sık yazmadığımızı ve hatta hiç yazmaz hale geldiğimizi konuşuyorduk. Bana “yaz yaz nereye kadar, ne değişiyor ki” dedi. Bazen gerçekten ne için yazdığını, ne için okuduğunu ve ne için büyük hedefler koyduğunu sorgular hale geliyor insan. Eminim şu ara bunu düşünenlerden birisi de Sedat Laçiner hocadır. Sedat Hocanın son günlerde içine düşürüldüğü durum pek çoğumuzun bildiği fıkradan farksız değil. Kıyamet kopmuş ve günahkar insanları ülkelerine/milletlerine göre kaynar kazanlara doldurmuşlar. Türklerin/Türkiyelilerin kazanı hariç tüm kazanların başında bir zebani bekliyor ki kazandan çıkmaya kalkan olursa tekrar içeri itebilsin diye. Türkiyelilerin/Türklerin olduğu kazanın başında zebani yok çünkü herhangi biri kazandan çıkma şansını yakalasa mutlaka aşağıdan birisi tutup geri çekecektir. İşte Sedat Laçiner hocanın ve kendisine, ülkesine, insanlığa karşı dertlenmiş ve bir şeyler yapma çabasında olanların düştüğü durumun bundan farkı yok. Ne zaman ki cadı kazanından çıkmak istiyoruz veya bir şeyler başarıyoruz, hemen birileri paçalarımızdan tutup aşağı çekmeye çalışıyor. Bunun örnekleri atasözlerimizde bile mevcut; Güneş balçıkla sıvanmıyor, meyveli yahut meyve veren ağaç taşlanıyor. Peki, bu kadar ucuz mu bir insanı karalamak?

Sedat Laçiner örneğinden konuya devam etmek istiyorum. Çünkü hocaya ilişkin Şii ve Alevilere hakaret etti söylemleri üzerinden yürütülen kampanya bir insanı karalamak için hangi kriterlere bakıldığına iyi bir örnek oluşturuyor. Sedat Laçiner babamın oğlu değil, maaşına ortak olmadığım gibi rektörü olduğu Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesiyle de (ÇOMÜ) ilişkim eski öğrencisi olmaktan öteye geçmiyor. Bir insanı savunurken bunları belirtmek zorunda kalmam bile ne kadar iğrenç bir durum siz düşünün ama buna mecbur edildiğimiz de bir gerçek. Sedat Laçiner’in benim savunmama ihtiyacı mı var diye düşünecek olduğumda ise “hayır yok” diyemiyorum. Çünkü bu kadar kötü niyetlinin sesi bu kadar yüksekten çıkarken bir avuç iyi niyetlinin de sesini yükseltmesi gerektiğine inanıyorum. Sedat Laçiner Kırıkkale’nin Keskin ilçesinden çıkıp Davos Ekonomik Forumu tarafından 2006 yılı Genç Küresel Lider unvanını elde etmiştir.  Entelektüeller kategorisinden bu unvanı kazanan ilk Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuştur. Türkiye’de düşünce kuruluşu dediğinizde ilk akla gelecek isimlerden birisi olan Sedat Laçiner, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) kurucu başkanlığını yapmış ve henüz 38 yaşındayken Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörlüğüne seçilmiştir. Kısacası Sedat Laçiner karalanmak, yıpratılmak ve fıkrada olduğu gibi kazanın içine çekilmek için her türlü başarıya sahiptir.

Sedat Hocanın başarılı olması karalanması için önemli bir neden ancak olay bununla bitmiyor. Sedat Hocayı karalamak isteyenlerin ilk argümanı hocanın rektörlüğe AK Parti atamasıyla getirildiği oluyor. Aslında böylelikle bir taşla iki kuş vurmayı hedefliyorlar. Hem doğruyu söylemekten çekinmeyen bir entelektüeli susturacaklar hem de iktidar partisine yüklenecekler. Oysa Sedat Laçiner ÇOMÜ rektörü olurken en yüksek oyu aldı. Tüm rakiplerini geride bırakan Sedat Laçiner, kendisini atamak isteyecekler varsa bile onların kıyağına pabuç bırakmamış oldu. Sedat Hocayı fikri anlamda eleştirmeye yetecek birikime sahip olmayanlar ve hocanın çalıştığı kadar çalışmayı göze alamayanlar çareyi karalamak ve yıpratmakta buluyorlar çünkü hocanın çalışmaları ve “Doğrucu Davutluğu” onları rahatsız ediyor. Fikri zeminde tutunacak dalı kalmayan ve fikri münakaşayı sürdüremeyenler çare olarak şahısları karalamayı, şahsi münakaşa üzerinden mevzi kazanmayı bir yöntem olarak benimsiyorlar. Bilginin kitlelere çok kolay ulaştığı bir zeminde bu karalama kampanyasını da kolaylıkla yürütüyorlar. Sosyal ağlar üzerinden ve interneti etkin kullanmak suretiyle çürümüş fikirlerini pazarlayamayınca, başlıyorlar insan avlamaya. Çünkü aşağı mahallede söyledikleri yalana yukarı mahallede kendileri de inanıyorlar. Peki, bu süreç kime hizmet ediyor? Hiç kimseye! Sadece çalışkan, idealist ve başarılı bireylerin yıpranmasına, emeklerinin karşılığını sorgular hale gelmesine neden oluyorlar.

İnsanlar elbette kendi ihtiyaçlarını ve hatta egolarını tatmin etmek için de çalışıyorlar. Kendini gerçekleştirmek dedikleri şey bu olsa gerek. Ayrıca her kendini gerçekleştirmiş bireyin topluma dönük, ülkesine katkı sunan çalışmaları da oluyor. Sedat Hocanın akademik alandaki çalışmaları ve yönetici kabiliyeti ile ortaya koydukları hepimize katkı sunmuyor mu? Sedat Laçiner bu konuda sadece bir örnek. Şöyle etraflıca baktığımızda ne kadar çok değerli, kıymetli insanı bir anda aşağıladığımızı, linç ettiğimizi ve karalama kampanyalarının mağduru haline getirdiğimizi çok rahat görebiliriz. Sedat Hoca yanlış bir fikri savunuyor olabilir, sizin dünya görüşünüze uymayan şeyleri de dillendirebilir ama bunun karşılığı söylemediği sözler üzerinden ona karşı linç kampanyası olmamalı. Fikirlerini ve çalışmalarını beğenmediğimiz her insanı linç etmeye kalksak ortada kimse kalmayacak. Unutmamak gerekir ki her şey zıddı ile kaimdir. Velev ki Sedat Laçiner yanlış bir fikri savunsun, bu bile sizin doğrunuzu bilinir kıldığı için değerli değil mi? Kendimizi gerçekleştiremediğimiz ve ortaya bir eser koyamadığımız için eserleri olan ve başarılı işler gerçekleştiren insanları karalamaktan vazgeçmediğimiz sürece kazanın dibinde kalmaya devam edeceğiz. Hiç düşündünüz mü belki o kazandan dışarıya çıkacak olan sizi kurtaracak kişidir. 
Twitter: @burakyalim
http://www.haberx.com/turkun_turkten_baska_dusmani_var_mi_(19,w,12677,760).aspx

Adam gibi Ölmek: Ahmet Altan ve İsrail


21.11.2012
Gazze’de yaşananları takip etmeye bile yürek dayanmıyor. En son Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil el-Arabi ve Arap Birliği üye ülkelerinin dışişleri bakanları ile birlikte yaptığı Gazze’deki hastane ziyaretinden basına yansıyan kareler ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da olduğu heyeti takip eden El Aksa televizyonundan iki gazetecinin heyet hastane ziyaretini sürdürürken hemen 500-600 metre ileride İsrail Heronlarına hedef olup hayatını kaybetmesi Gazze’yi takip ederken yüreklerin dayanmaması için yeterli deliller.

Köşe yazarları, uluslararası ilişkiler uzmanları ve stratejistler İsrail’in Gazze saldırılarını farklı birçok yönüyle ele alıyor ve kendi perspektiflerinden yorumlar gerçekleştiriyor. ABD ve Batı hariç İsrail’in meşru müdafaa yaptığını düşünen pek yok. Bosna-Hersek’in iki entitesinden biri olan Bosna Sırp Cumhuriyetini de unutmamak lazım. Başkan Milorad Dodik İsrailli yetkililere mektup göndererek  ''Bosna Sırp Cumhuriyeti'nin İsrail'in durumuna anlayış gösterdiği ve bu ülkenin kendi vatandaşları ve topraklarını korumaya yönelik yaptığı faaliyetleri desteklediğini'' belirtti. Açıkçası buna şaşırmamak gerekiyor. Bugün Gazze’de yapılanın bir benzerini 1995’te Bosnalı Sırpların Boşnaklara yaptığını unutmadık herhalde. Zalim zalimin dilini anlıyor elbette.

İnsan hakları ve demokrasinin beşiği olduğunu iddia eden, büyük bir kibirle biz doğululara demokrasiyi öğreteceğini düşünen Batılılar (AB – ABD) yaşatma ideali noktasında insanlığın her gün öldüğü Gazze’yi değil de İsrail’in meşru(!) müdafaasını önceliyorlar. Bu senaryoyu ilk kez görmüyoruz. Irak’ta, Afganistan’da, Somali’de, Myanmar’da, Srebrenitsa’da, Ruanda’da yaşananları “insan hakları ve demokrasi” çerçevesinde nereye koyabiliriz ki?

Hep öz eleştiriye inanmışımdır. Biz bu coğrafyada refah düzeyi yüksek, barış içerisinde ve değer üreten bir birlikteliği niye sağlayamıyoruz sorusunu hep soruyorum kendime. Mezhep rekabetini, kimlik çatışmasını bir kenara bırakarak coğrafyamızın zenginliği içerisinde hep birlikte eşit ve değerli ortaklar olarak neden yaşayamıyoruz sorusu üzerine çok düşünüyorum. Hiçbir zaman niyetim batıyı şeytanlaştırarak kendi sorunlarımıza bahaneler üretmek olmadı. Ancak tarihe şöyle kısa metrajlı bir film gibi değil de biraz daha uzun bir geri dönüşle baktığımda yukarıda bugün çok istediğim barış havzasını, değerler coğrafyasını görebiliyorum. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” mantığını, her grubun kendini bizzat yönettiği ve suni sınırlarla birbirinden ayrılmamış bir medeniyet coğrafyasına sahip olabilmişiz. Sonra bir şey olmuş, sınırlar ayrılmış, halklar ve kimlikler arasına nifak tohumları ekilmiş ve bir daha o barış içerisinde kendine münhasır hayatlar süren insanlar olamamışız. Şii olan Sunni’den korkmuş, Sunni ise Şii’leri rakip bilmiş. Kürt Türk’e bıçak bilemiş, Türk Kürt’ü tehdit saymış.

Bugün coğrafyamızda akan kanın tek müsebbibi Batı dersek eksik söylemiş oluruz. O kan bizzat hepimizin ellerinde. Birbirimizi boğazladık, kestik, öldürdük ve biz bunu yaptıkça batı adamının üzerimize yüklediği barbar, kötücül, insanlık dışı kimlik perçinleşti. Elbette Batı da bu süreçleri hep kaşıdı, Batı tarafından “stratejik çıkar” ve “reel politik” kavramları üzerinden manipüle olduğumuz kadar kırıldık da öldük de… Birbirimizi öldürdük ve aslında hiç “adam gibi ölmedik”!

Başbakan Erdoğan İsrail’in son Gazze saldırılarıyla ilgili grup toplantısında konuşurken “Öleceksek adam gibi ölelim” dedi. Ama bunu söyleyene kadar birçok şey daha söyledi. Ahmet Altan ise “Son Savaş” başlıklı yazısında “Adam gibi ölmek” cümlesi üzerinden Başbakan Erdoğan’a yüklendi ve neden “Adam gibi yaşamak” varken ölüyoruz diye sordu. Ortadoğuluların adam gibi ölmek, buna mukabil Avrupalıların adam gibi yaşamak istekleri üzerine kurguladığı yazısında Altan yine bilge adamlığını(!) gösterdi.

Fakat Altan’ın ıskaladığı önemli bir nokta var. Karşınızda sizin ölümünüz üzerinden yaşama anlayışına sahip, Ortadoğu denilen coğrafyada barışı değil savaş ve karmaşayı kendi yaşamı için uygun gören ve kendi yaşamından başka yaşamları değerli bulmayan bir muhatap var ve onun adı İsrail! İsrail’in suçlarını, zalimliğini ve insan canı karşısındaki hoyratlığını saymaya kalksak herhalde sayfalar alacaktır. “Adam gibi yaşayalım” diyen Avrupalıların da bu İsrail’e karşı durdukları yer bellidir. Zira onlar için “bize dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığının geçerli olduğunu söylemeye bile gerek yok. Adam gibi yaşayalım diyenler adam gibi yaşatmak istiyorlar mı? Adam gibi yaşayalım diyenler toprakları işgal altında olan Filistinlilerin değil de işgalci İsrail’in “meşru savunma hakkından” bahsediyor. İşgal edenler mi adam gibi yaşamak istiyor yoksa toprakları işgal altında olan Filistinliler mi? Yoksa bizim bilmediğimiz ve Ahmet Altan’ın söylemediği şey “adam gibi yaşamak için her yol mubahtır mı”?

Adam gibi ölmekten bahsetmek Ortadoğu’nun her ülkesinde alkış alır diyor Ahmet Altan. Son 100-150 yıllık tarihinde yok yere birbirini öldürmüş, hiç uğruna birbirinin boğazına sarılmış Ortadoğulular elbette adam gibi ölmeyi alkışlayacaklardır. Hele ki bu çağrı “BM Güvenlik Konseyi bunca kararlar almıştır İsrail hakkında ama hiçbiriyle ilgili bir yaptırım uygulayamamıştır. Birleşmiş Milletlerin adaletine inanmıyorum. Hala herkes bakıyorsunuz avucunu ovuşturup duruyor. Egemen güçler, nerede sizin adaletiniz? Diyoruz ki, Türkiye, Mısır, başta Körfez ülkeleri içinde Katar olmak üzere, Suudi Arabistan hep birlikte el ele vermeye mecburuz. Biz Güvenlik Konseyindeki daimi üyelerin ağzına bakarak adım atacak olursak, bizim halimiz perişandır. Bugün onlara, yarın bize, bunu da böyle bilin.” sözlerinin ardından geliyorsa iki kat alkış alacaktır. Ortadoğuluların adam gibi yaşaması bir tek Ortadoğulu ülkenin olmadığı BM Güvenlik Konseyinin karar ve uygulamalarına bırakılmışsa ve bu konsey her gün ölüm saçan İsrail’e tek bir yaptırım uygulayamıyorsa, Ortadoğulular adam gibi yaşamayı ancak adam gibi ölmek üzerinden okuyacaktır. Çünkü Hamas ile El Fetih’in, Irak Kürtleri ile Şiilerinin, Suriye’de Sünni Araplarla Nusayri, Kürt, Dürzi, İsmaili, ve diğerlerinin birbirini anlamsızca öldürmesindense hep birlikte adam gibi yaşamak için adam gibi ölmektir çare. Hep birlikte nefisleri öldürmekten, birbirine karşı kaldırdığın kılıçları öldürmekten başka yol mu var adam gibi yaşamaya?

Avrupalılar adam gibi yaşamayı isteyedursunlar, biz bir Avrupalı olan Hitler’in Yahudilere yaptığını biliyoruz, bugün Türk Pasaportu filminin çekilmesine konu olan Türkiye’nin tavrını da çok iyi biliyoruz. Hatırlanacağı üzere 1490’lı yıllarda Endülüs İspanya’sından Yahudiler ve Müslümanlar birlikte kovulmuştu ve Yahudileri kabul eden ve onlara yaşam alanı oluşturan devlet Osmanlı Devleti olmuştu, yine benzer bir şekilde “Haçlı Seferlerine” karşı da Selahaddin Eyyubi komutasındaki Müslümanlar, Doğulu Hıristiyanlar ve Yahudiler birlikte mücadele etmişlerdi. Evet, Başbakan Erdoğan “öleceksek adam gibi ölelim” dedi çünkü bugün kapımızda “adam gibi yaşayalım” diyenlerin umursamadığı bir ölüm var. Tarihte gördüğümüz örnekler bize adam gibi yaşamanın ancak “birlikte” mümkün olduğunu anlatıyor. Başbakan Erdoğan’ın yaslandığı medeniyet zeminine baktığımız zaman bu “birlikte adam gibi yaşamanın” izlerini görmek çok zor olmasa gerek.

İslam dünyasının kendine dönük eleştirileri mutlaka olacak. Nerede yanlış yapıyoruz sorusu üzerinde uzunca düşünmek ve tartışmak lazım. Ama bu birilerinin bizim ölümlerimiz üzerine yaşam inşa ettiği gerçeğini değiştirmiyor. İşte bu noktada Başbakan’ın “öleceksek adam gibi ölelim” sözü anlamını buluyor. “Öleceksek adam gibi ölelim” demek bizim ölümlerimiz üzerinden adam gibi yaşama çabasında olanlara verilen güçlü bir mesaj olmakla birlikte içeriye dönük de anlamlı bir eleştiriyi içinde barındırıyor; “Ya birlikte ölelim ya da birlikte yaşayalım”. Bunu Başbakan Erdoğan’ın söylemesi kadar da doğal bir şey yok zira Çanakkale’de hep birlikte ölüp hep birlikte bir medeniyet kuramadık. Eğer bu coğrafyada birlikte adam gibi yaşayacaksak bunu Türkiye’nin Başbakanının söylemesi için hem tarihi anlamda hem de konjonktürel olarak meşruiyeti mevcut. Çünkü “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diyen medeniyetin de “Ne Olursan ol Gel” düsturunu benimsemiş kültürün de içinden gelen bir lider. Ahmet Altan’ın Avrupalılaştırdığı “adam gibi yaşamak” ancak “adam gibi ölenlerin” yapacağı bir şey olsa gerek.
                                                                            Twitter'da takip et: @burakyalim

http://www.haberx.com/adam_gibi_olmek_ahmet_altan_ve_israil(19,w,12406,173).aspx 

Balkan Günlüğü Mülakatı: TUİÇ Genç Fikirlerin Buluşma Noktası

TARİH: 30 KASIM 2012

    Öncelikle kısaca kendinizi tanıtır mısınız?  TUİÇ nedir? Burak Yalım kimdir?

B.Y. Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları -TUİÇ- bir öğrenci yapılanması. Uluslararası İlişkiler başta olmak üzere siyaset bilimi, iktisat, sosyoloji, hukuk, halkla ilişkiler, kamu yönetimi bölümlerindeki lisans/yüksek lisans/doktora düzeyindeki öğrencilerin buluştuğu bir çatı platform diyebiliriz. Tabi mühendislik fakültelerinden tutun tıp okuyan öğrenciler de dahil olmak üzere geniş bir yelpazemiz var çünkü hedef kitlemizi uluslararası ilişkilere ilgi duyan herkes olarak belirledik. Bugün dünyanın küreselleşme olgusu ile ne kadar küçük bir hal aldığı ortada. Hal böyle olunca ismimizin önündeki “Türkiye” ibaresinin de sadece bir merkezilik ifade ettiğini belirtmek isterim zira Bosna-Hersek’ten Çin’e Mısır’dan Rusya’ya ve hatta Latin Amerika ile Afrika’da dahil olmak üzere neredeyse dünyanın tamamıyla internetin sağladığı kolaylıkla birlikte iletişim kurabilen ve takip edilen bir yapıdan bahsediyoruz. Burak Yalım da naçizane bu yapının kurucularından birisi olarak gaye-i hayali çerçevesinde halen daha başkanlık görevini yürüten aynı zamanda uluslararası ilişkiler üzerine yüksek lisansını da tamamlamış ve doktoraya hazırlanan, Balkan göçmeni bir ailenin 3 çocuğundan birisidir. Çeşitli platformlarda yazar-konuşur olarak yer almaya ve edindiği tecrübeleri paylaşmaya çalışır. Aynı zamanda da SIR Yurtdışı Eğitim Danışmanlık ve Organizasyon (www.sir-edu.com)  şirketinin yöneticiliğini yapmaktadır.   

TUİÇ’in kuruluş aşamasından bahsedebilir misiniz?

B.Y. Her şeyin ihtiyaçtan doğduğu bir ortamda TUİÇ de bir doğal sürecin sonucu olarak ortaya çıktı diyebiliriz. Elbette burada büyük emekler sarf edildi ve bunlar yabana atılacak şeyler değil. 2008 yılında başlayan, 3-5 lisans öğrencisinin Uluslararası İlişkilerciler olarak bir çatı örgüt kuralım, dış politika yapım süreçlerine dönük söz söyleyebilen ve baskı unsuru oluşturabilecek bir mekanizma oluşsun, öğrencilerin sorunlarını masaya taşıyalım, öğrencilerin kişisel gelişimlerine ve mesleki yönelimlerine dair danışmanlık yapabilecek bir üst kurum oluşsun gibi temel fikirler etrafında kuruluşunu uzun istişareler zeminine oturttukları bir süreçti bu. Düşünün 2008 yılında ortaya atılan fikir çeşitli etkinlikler, görüşmeler, tartışmalar sonucunda ancak 2011 yılında tüzel bir kişilik kazandı ve dernek olarak vücut buldu. Burada şunu söylemek istiyorum, biz kurduk buyurun gelin demek yerine gelin birlikte kuralım gibi demokratik bir zeminde hareket edildi ki bu Türkiye’de pek sık görülen bir gelenek değildir. TUİÇ’in özgünlüğü de bir bakıma bu zemine oturmasından gelir zaten.
  
Hedefleriniz nelerdir?

B.Y. Aslında çok şey istemiyoruz, en azından rant olarak gördüğümüz şey çok toplumsal. Birincisi yaptığımız her etkinlikte ve harekette kamu yararı gözetiyoruz ve bunun sonucu olarak da insan hakları ve demokrasi temelinde dünya barışına katkı sunabilmeyi hedefliyoruz. İkincisi ise toplumun siyaseti belirlediği, siyasetin oluşmasında toplumsal taleplerin çok daha ön plana çıktığı bir atmosferin tesis edilmesini önemsiyoruz. Bunlar bazılarına ütopik gelebilir ancak biz dünya barışını tesis edeceğiz demiyoruz, bu sürece katkı sunmaktan, bu süreçte bir kilometre taşı olmaktan bahsediyoruz ki mesafe almadık değil. Aldığımız en büyük mesafe bizim için toplumun tüm katmanlarına, farklılıklarına dokunan bir yapı olabilmektir. Bunu başardığımızı biz değil bizatihi etkinliklerimizi takip eden ve duruşumuzu fark eden kişiler ve kurumlar söylüyor. Bu ay yayına başlayan TUİÇ Akademi Dergimiz mesela bu anlamda önemli bir örnek. (www.dergi.tuicakademi.com)  Sansürden ağzı yanmış arkadaşlarımızın “kelimelerin özgürlüğüne inanıyoruz” vurgusunu yapmak durumunda hissettikleri bir dergi bu mesela. Onun dışında internet yayınlarımızı da örnek verebilirim, klasik anlamda ne iktidarı öven ne de muhalefete destek çıkan bir yayın politikamız var. Hakaret ve şiddet içermediği sürece her fikrin temsil edildiği, her yazının kabul edildiği platformlar bunlar ki sadece Türkiye’den değil dünyanın farklı yerlerinden insanların da yazılarını gönderdiği sitelerden bahsediyoruz. (www.tuicakademi.comwww.anatoliadaily.com) Bu kadarıyla da yetinmedik ve yukarıda söylediğim gibi toplumsal taleplerin siyasi alana yansımasına verdiğimiz önem neticesinde uluslararası ilişkilercilerle sınırlı kalmayıp daha geniş kitlelerin fikir ve önerilerini, hassasiyetlerini ön plana çıkaracak araçlar olan www.konseptdisi.com ve www.onedergi.com portallarını da bünyemize kattık.   

TUİÇ’in çalışma sistemi nasıl işlemektedir?

B.Y. Basın-Yayın, Akademi, Dış İlişkiler, Sosyal Medya, Üniversiteler, Organizasyon konularından sorumlu birer başkan yardımcısı ve bir sekreter, bir başkanvekili ile başkandan oluşan 9 kişilik bir yönetim kurulumuz var. Yönetim Kurulu üyeleri kendi alanlarında çalışmaları alt komite ve ekipleri ile yürütürken aylık raporlar hazırlamaktalar ve İstanbul’da bulunan ofisimizde bu çalışmalar değerlendirilir. Bunun dışında 60’a yakın üniversitede birer temsilcimiz mevcut, bu temsilciler vesilesiyle üniversite öğrencilerine rahatlıkla ulaşabiliyoruz. Yurtdışında temsilciliklerimiz ve ekiplerimiz var. Tüm bunlar gönüllülük üzere yürütülen çabalar. TUİÇ’te ulaşılmak istenen hedefe gönülden bağlılık olduğu için bu çalışma ve çabalar kimseye artı yük getirmiyor. Araştırma merkezlerimiz mevcut; Balkan, Yakın Doğu, Avrasya, Latin Amerika ve Uluslararası Hukuk konularında araştırma yapan arkadaşlarımız var ve bunlar tamamen ilgilenen kişilerin münhasıran oluşturdukları gruplar.

Sürekli vurguladığınız bir kavram var: değerler sistemi. Bize TUİÇ’in değerlerinden bahsedebilir misiniz?

B.Y. Her şeyden önce “gönüllülük”. Gönüllü olmayan bir işin müspet netice almasının zor olduğuna inanıyoruz. İkincisi elbette “demokratik dönüşüm” ve “sivil inisiyatif”. Dünyanın bize sunduğu en uygulanabilir ve bütün farklılıkların zenginlik olarak algılandığı zemin demokrasi ve bunu oluşturabilecek inisiyatifte ancak sivil olmalı. Üçüncüsü ise “Anadolu Hareketi” ki bu bizim bütün farklılıklarımızı barışçıl, medeni ve demokratik zemine oturtmamızın en önemli yolu. Bugün batı demokrasilerini çok sık konuşur ve model gösteririz ama Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli gibi değerleri olan bir coğrafyadan ve birlikte yaşama kültürünü asırlar boyu gerçekleştirmiş bir medeniyetten bahsetmek gerekirse bunun adı Anadolu’dur. Bunu ön plana çıkarmamız gerektiğine inanıyoruz. Uluslararası ilişkiler disiplininde realist zemini ıskalamadan ama tümden ona endekslenmeden idealist bir yapının Anadolu değerleri ekseninde bir başka değer olarak addettiğimiz kamu diplomasisi ile dünyaya anlatılabileceğine yürekten inanmaktayız. Türkiye merkezli olmamızın da bir nedeni bu, olduğumuz yerin tarihsel süreçte ürettiği değerleri ıskalamadan ancak evrensel birikimi de ıskalamadan, belki de tek kelime ile küyerel (glokal) bir anlayışla bakıyoruz meselelere.  

Üniversiteler, çalışma alanlarınızın temelini oluşturuyor. TUİÇ’in üniversite öğrencilerine yönelik bir iddiası veya bir hedefi var mı?

B.Y. TUİÇ üniversiteye bakış açısını değiştirmek istiyor. Burada bir isyan bir karşı duruştan ziyade reformist bir yaklaşım var. Mesela biz üniversiteyi meslek, iş kapısı olarak algılayan bir kültürel zemine sahibiz. Bu hızlıca değişmeli. Üniversiteler bireyleri dünya ile tanıştıran, yöntem bilimin (metodolojinin) öğretildiği ve bunun üzerine farklı perspektifleri sunan bir yaklaşıma sahip merkezler olmalı. Düşündürtmeli üniversite ve sorgulatmalı. Takdir edersiniz ki öğretmenin-akademisyenin her dediğini doğru-gerçek kabul eden bir yapıdayız henüz. Yanlıştır da demiyoruz ama kesin doğrular olarak addedilmesi doğru değil. Yazmayı, nasıl yazılması gerektiğini, düşünmeyi, düşünmenin metodolojisini, dili, dünya dillerini ve dünya coğrafyasını vermeli üniversite. Dünya ile rekabet edecek bir mantaliteyi yüklemeli bireylere. TUİÇ’in burada hedefi nedir, etkileyici olmak, farkındalık oluşturmak ve üniversite öğrencilerinin dünyaya açılmaları hususunda bir köprü vazifesi görmek. 

Türkiye’de üniversite öğrencilerinin bu tarz çalışmalara ilgisi nasıl?

B.Y. Sadece öğrencilerin yaklaşımlarını konuşursak eksik kalır. Öğrenciler ilgilenmek istiyor ama bu işin yöntemini bilmiyor yahut desteklenmiyor. Kültürel zeminin değişmesi lazım. Siz eğer üniversiteye giden bireyden sadece dersleri dinlemesini ve olabilen en kısa zamanda diploma alıp işe girmesini beklerseniz ezberci sistemin ötesine geçemezsiniz. Öğrencilerin muhakeme yeteneğinin gelişmesi için bilmeleri lazım ve bilerek kıyas etmeliler. Bu da sadece derslere git-gel yapmakla olmaz, farklı çevreleri, sesleri dinlemeliler, değişik ulusal-uluslararası etkinliklere katılabilmeliler.

Toplumun tüm kesimleriyle diyalog kuruyor musunuz?

B.Y. Bunu sağlayabilmek Türkiye şartlarında son yıllarda yaşanan demokratikleşme gelişmelerine rağmen halen daha çok mümkün değil. Eğri oturup doğru konuşmak zorundayız, bugün halen daha gay-lezbiyen-biseksüeller “hastalıklı” olarak değerlendiriliyorsa, kimliğini saklayarak yaşamak zorunda hisseden Ermeni-Rum-Yahudi vatandaşlarımız varsa toplumun tüm kesimleriyle diyalog kurmak ve bunu sürekli kılmak ne kadar mümkün? Alevilerin ibadethane sorunlarının devam ettiği, Kürtlerin kimlik sorunlarının sürdüğü bir toplumsal süreci yaşıyoruz. Çok şükür son yıllarda bu konularla ilgili olumlu yönde adımlar atılmadı değil ama bu adımların da yeterli olmadığı aşikar. Biz TUİÇ olarak üyelik formunda Erkek / Kadın / LBGTT ifadelerine yer verdik ki bunu sormak bile lüzumsuzken farkındalık yaratmak amacıyla böyle bir şey yaptık. Uluslararası ilişkiler temel konumuz olmasına rağmen bir etkinliğimizde Türkiye’de azınlık sorunlarını konu olarak işledik.

Organizasyonel anlamda şuana kadar gerçekleştirdiğiniz çalışmalar hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

B.Y. Bu anlamda sınırımız olduğunu söylersem yanlış olur. Evet daha çok seminer-kongre-konferans-çalıştay-sempozyum türü etkinlikler yapmakla birlikte kamu yararı oluşturacak, topluma dönük her türlü faaliyetin içerisinde yer alabiliyoruz. Bizatihi kendimiz etkinlik yaptığımız gibi diğer kurum ve kuruluşların etkinliklerine de paydaş olarak katılıyor veya lojistik manada destek sağlıyoruz.

Kamu kurum ve kuruluşlarıyla ortak çalışmalar gerçekleştiriyor musunuz?

B.Y. Elimizden geldiğince paydaşlı organizasyonlar yapmaya gayret gösteriyoruz ki bu farklı kurumların ve yapıların birbirlerine tecrübe aktarmasını ve dayanışma kültürünü ortaya koyuyor. Devlet kurumlarıyla, farklı STK’larla, öğrenci kulüpleriyle ortaklık yaptığımız gibi bizatihi bireylerin ortaya koyduğu projelerin gerçekleşmesine de katkı sunmaya özen gösteriyoruz.

Balkanlar’a yönelik çalışmalarınız var mı?

    B.Y. Unutmamak lazım ki İstanbul’un Avrupa Yakası coğrafi olarak Balkan yarımadasının bir parçasıdır. TUİÇ’in ofisi de Balkan Yarımadası içerisinde yer alıyor. Başkan olarak benim de baba tarafından Bosna-Hersek anne tarafından Bulgaristan göçmeni olduğum düşünüldüğünde Balkanlara duyarsız kalmamız mümkün değil ki Türkiye Dış Politikasında Balkanlar çok önemli bir yere sahiptir. Biz TUİÇ olarak Nisan 2012’de Bosna-Hersek’te 1. Balkan Kongresi gerçekleştirdik. Hali hazırda Bulgaristan’da yapmayı planladığımız kongremiz var. Geçtiğimiz yaz döneminde ofisimizde 2 Boşnak stajyerimiz vardı. Yine Sırbistan’da partnerlik yaptığımız, Makedonya’da yakın ilişkide bulunduğumuz, Kosova’da TUİÇ’i bilen tanıyan ciddi bir kitle var. Bunun yanında TUİÇ-BALKAM adıyla bir araştırma merkezimiz var ve sürekli olarak Balkan gündemini takip ediyorlar.
1
      Finansmanınız hakkında bilgi verebilir misiniz?

B.Y. Geldik zurnanın zırt dediği yere. Herkesin birazda şüpheyle yaklaştığı finansman meselesi bizi bazen gerçekten yoruyor. Öncelikle şunu belirtmeliyim ne ABD’nin ne de Rusya’nın ajanı falan değiliz. Arkamızda herhangi bir siyasi örgüt, dini cemaat vesaire de yok. Türkiye’de sivil toplum mantığı biraz yeni olduğundan ve düşünce kuruluşlarının bazılarının siyasi pozisyonlar belirlemesi sebebiyle bizim de “neci” olduğumuz hep sorgulanıyor. Biz aslında kimseci olmamak, parası verilen düdük olmamak için kendi şirketimiz olan SIR Yurtdışı Eğitim Danışmanlık ve Organizasyonu kurduk. (www.sir-edu.com) SIR klasik bir yurtdışı eğitim danışmanlık firmasının yaptığı gibi Türkiye dışına dil eğitimi-üniversite-araştırma için lisans-yüksek lisans öğrencilerini gönderirken henüz sektörleşmemiş bir alana da girerek “Study in Turkey” departmanı ile yakın coğrafya başta olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerdinden Türkiye’ye öğrenci getiriyor. Türkiye son dönemde eğitim merkezi de olmayı hedefledi ve bu anlamda ciddi kolaylaştırıcı düzenlemeler yapıldı. Kamu Diplomasisini şiar edinmiş TUİÇ’in finansmanını sağlayacak SIR Yurtdışı Eğitim Danışmanlık ve Organizasyonun da Türkiye’ye öğrenci getirerek para kazanması kadar doğal bir şey olamazdı.

Faaliyetlerinize katılmak isteyenler neler yapmalılar?

B.Y. TUİÇ gerek internet siteleri gerekse sosyal medya kanalıyla duyurularını yapıyor. Bizim etkinliklerimiz herkese açık. Katılmak isteyenler duyurularımız üzerinden başvurularını yapabileceği gibi bizatihi ofisimizi aramak suretiyle yahut bir çayımızı içmek için ziyaret ederek bünyemize dahil olabilirler.

Bu alanda çalışmak isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir?

    B.Y. Bolca okumak çokça yazmak sıkça sahada olmak ve her gün neye hizmet ettiğine, hedefinin ne olduğuna dair muhasebe yapmak şeklinde tek cümle ile özetleyebilirim.