3 Haziran 2013 Pazartesi

Taksim'den İleri Demokrasi Çıkarmak



Türkiye 31 Mayıs 2013 Cuma gününden itibaren Taksim Gezi Parkına AVM yapılacak olması ve parktaki ağaçların sökülmesine yönelik tepkilerin giderek büyümesi ve nihayetinde uluslararası kamuoyuna yansıyacak bir boyuta evrilen polis ve gösterici çatışmalarını konuşuyor ve sanırım uzun bir süre daha konuşmaya devam edecek.

Taksim Gezi Parkından başlayıp Türkiye'nin dört bir yanına ulaşan protestoların geldiğimiz aşamada bir değerlendirmesini yapmak hepimizin boynunun borcu ancak bu değerlendirmenin de Türkiye'nin bütününü ilgilendiren bir demokratikleşme çerçevesinde ele alınmalı.

İstanbul'da yaşayan birisi olarak 31 Mayıs'tan bugüne kadar sahada olmaya ve hadiseleri bizzat yerinde görmeye çabaladım çünkü medyanın olaylarla ilgilenmediği veya ilgilenmek istemediği ve sosyal medya üzerinden de çeşitli dezenformasyonun yapıldığını bugün hepimiz kabul ediyor olmalıyız.

Gerek twitter gerek facebook kullanmak suretiyle gördüklerimi paylaşmaya çalışırken yaşanan hadiselerin Türkiye'nin farklı kesimleri için birer turnusol kağıdı işlevi gördüğünü gözlemledim. Konu hak ve özgürlükler olduğunda bırakın sokağa çıkıp destek vermeyi daha çok köstek işlevi gören kitlelerin bugün adeta özgürlük savaşçısı kesildiğini görmek ve diğer yanda mazlumların iktidarıyız ve herkese hoşgörülüyüz diyenlerin İstanbul'la sınırlı kalmayıp Türkiye'nin dört bir yanına yayılan ve hatta uluslararası boyut kazanan olayları marjinal-ideolojik-çapulcu küçük bir kitlenin provokasyonu olarak nitelendirmesi. Ahmet Telli'nin söz ve eylemin yüzleşeceği olgu etiktir deyişi geldi aklıma ve ortada büyük bir ilkesizlik ve etik dışılık hüküm sürüyordu.

Tanıyanlar bilir, 12 Eylül 2010'da "Yetmez Ama Evet" diyen ve 12 Haziran 2011 genel seçimlerinde AK Parti'ye oy veren birisi olarak kimilerine göre yandaş kimilerine göre de yalakayım. Açıkçası an itibariyle de AK Parti'nin Türkiye'nin demokratikleşmesine en büyük katkıyı yapan kadrolara sahip olduğundan şüphe etmiyorum. Özellikle Recep Tayyip Erdoğan'ın karizmatik liderliği ve halkta ona ve partisine karşı oluşan güven 2003-2010 yılları arasında Türkiye'nin bambaşka bir ülke haline gelmesinde büyük rol oynadı. Erdoğan liderliğindeki AK Parti'nin başarılarını teker teker saymak bir başka yazı konusu olur ancak en büyük başarısı askeri vesayetin geriletilmesi oldu. Kimilerine göre askeri vesayet ortadan kalkmış gibi görünebilir ancak ben gerilediğini ifade ediyorum çünkü askeri vesayetin ortadan kalkması ancak yeni bir sivil anayasa yazımıyla mümkün olacaktır.

Yukarıdaki paragrafı okumaya tahammül edemeyenler bundan sonra yazacaklarımı okumasa da olur zira yiğidi öldürsek bile hakkını teslim etmek gerekiyor. Eğer bunu beceremiyorsak bugün Taksim merkezinde oluşan olaylardan da iyi niyetli sonuçlar ortaya çıkarmak pek mümkün olmayacaktır. AK Parti'nin yukarıda andığım başarılı performansı maalesef 2010 yılından itibaren ve bilhassa 2011 seçimlerinde aldığı yaklaşık %50 oy oranıyla birlikte gerilemeye başladı. Bunun sebepleri farklı şekillerde yorumlanabilir ancak burada en belirgin sebep daha önce de defalarca belirttiğim gibi yanlış demokrasi algısıdır. Yanlış demokrasi algısından kastım %50 oy almayı yapılacak her şeyde tek yetkili ve bilen olmak olarak yorumlamaktı. Açıkçası bugün park-ağaç ekseninde başlayıp özgürlük sloganları eşliğinde devam eden protestolar "her şeyi biz biliriz" yaklaşımı ve "buyurgan" tavrın süreç içerisinde biriktirdiği tepkinin dışa vurumu oldu. Başbakan Erdoğan'ın an itibariyle bunu anladığını ve uzlaşıcı bir pozisyon belirleyeceğini söylememiz pek mümkün değil zira olaylar başladığı andan itibaren konuya ilişkin yaptığı değerlendirmeler protestocuları yatıştırmak bir yana daha çok tahrik ediyor.

Başbakan yaşanan olaylardan maalesef CHP zihniyeti ve ideolojik-marjinal grupları sorumlu tutuyor. Oysa benim sahada gözlemlediğim tablo bu değil. Açıkçası ben de sadece saha analizi yapmak için Taksim'e çıkmadım. Protestocuların barışçıl yollarla dillendirdikleri taleplerine destek olmak, %50 oy almanın diğer %50'yi gözardı edip dilediğin yaşam tarzını dayatmamak olduğunu ortaya koymak için Taksim'deydim. Bunu yaparken yanında yürüdüğüm insanların bir kısmının kendilerinden başka hiç kimsenin hak ve özgürlük talebiyle ilgilenmediğini ve hatta yok saydığını, yarın benim herhangi bir hak talebimde yanımda olmayabileceklerini biliyordum. Zaten meselenin de "kimin" hakkı ve talebi değil, kim olduğuna bakmaksızın hak ve taleplerin sahiplenilmesini ortaya koymak olması gerektiğine inanıyorum.

Evet Taksim Gezi Parkı ile ilgili proje bütün siyasi partilerin oyları ile kabul edilmiş olabilir. Ama esas olan halkın tüm siyasi partilerin bir araya gelip onayladığı bir konuyu o günkü şartlarda onaylamayabileceği ve buna ilişkin tepkisini ortaya koyabilmesi. Aksi durum 4-5 yılda bir sandığa gidip oy kullanmaktan ileri gitmeyen, halkı temsil etme yetkisi almış olanların al takke ver külah yapabileceği bir siyasi atmosferi ortaya koymaz mı? Halkın oy verdikten sonra kendisini temsil yetkisi almış olanları denetlemesi, uyarması, benden temsil yetkisi aldın ama buna verdiğin onayı ben desteklemiyorum diyebilmesi mümkün olmalı. Milletvekilleri bir araya gelip kendi maaşlarına zam yaptıkları veya kendilerine imtiyaz sağladıkları zaman ne de olsa seçilmişlerdir diyerek tepki koyamayacak mıyız?

Meselenin özünden çıkıp farklı bir tartışmaya girdiğimi düşünebilirsiniz ancak bana kalırsa konunun en hassas noktası demokrasi algımız ve anlayışımız çünkü bugün Taksim Gezi Parkı çerçevesinde gerçekleşen olaylara baktığımızda sadece polis şiddeti ve iktidar baskısı değil protestocuların da içine girdiği bir şiddet yumağı ve anti-demokratik talepleri görmek zor değil. Mesela protesto edenlerin bir kısmının attığı Mustafa Kemalin Askerleriyiz sloganları, 28 Şubat dönemini andıran tencere-tava şakırtıları ve hükumetin istifa etmesine dönük beklentilerin arka planında maalesef Türkiye toplumunun dokusuna işlemiş anti-demokratik kültür var. Maalesef işler iyi gitmediği zaman askerin yönetimi ele geçirmesine alışmışlık olduğu gibi bu süreçlerden rant elde eden de bir kesim mevcut.

Birileri halen daha polis-protestocu ayrımında kimin ne zarar gördüğü, olayların provokasyon ve oyun olup olmadığını tartışıyor olabilir. Çok net bir biçimde ilk önce polisin kullandığı orantısız gücün sonrasında protestoculara sirayet ettiğini söyleyebilirim. Kimse kusura bakmasın ancak yol kapatmak ve başbakanlık ofisini abluka altına almak meşru değildir ve bunda ısrarcı olursanız kolluk kuvvetleri güç kullanır. Polisin çekilmesiyle birlikte Taksim'in güllük gülistanlık olduğunu hep birlikte gördük. Ancak olayların Beşiktaş'a sıçraması bariz bir şekilde protestocuların tahrikiyle oldu. Çekilen polisi takip edip taş atan, polis dağılın dedikçe yollara barikat kurup çatışmak isteyen protestocuları gözlerimle gördüm. Karşılarında orantısız güç kullanan bir polis vardı derseniz ona katılırım ancak polisi güç kullanmaya ittiklerini de gözden kaçırmamak gerekiyor.

Geldiğimiz noktada Başbakanın süreçten herhangi bir mesaj almadığı kendi sözleriyle sabit. Bu durum protesto edenleri zıvanadan çıkarmaya, tahrik etmeye yetiyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün yaptığı yumuşatıcı açıklamalar umuyorum bir etki yapar. Aksi takdirde sokağa çıkan bu kitlenin, korku eşiğini de aştığını düşünürsek evine gitmesi pek mümkün görünmüyor. Protestoların ilk başladığı barışçıl ve demokratik kimlikten uzak olduğu aşikar ancak barışçıl ve demokratik protestonun mahiyetini anlamamış veya anlamak istemeyen bir iktidar var karşımızda. Ütopik olacak ama keşke başbakan çıkıp "hata yaptık" diyebilse.

Gezi Parkında gördüğüm küçük bir umut var; Türkiye'nin çoğulcu bir toplumsal zihniyete ulaşabilmesi. BPD'lilerin "Biji Serok Apo" sloganı atarak halay çektiği alanın on metre ötesinde TGB'liler "Mustafa Kemalin Askerleriyiz" sloganları atıyordu. Bir eş cinsel çift Rus televizyonuna mülakat verirken "Türkiye'de Kürtlerin, Türklerin, biz eşcinsellerin, Alevilerin, Dindarların hep birlikte birbirinin yaşam tarzlarına müdahale etmeden yaşayacağı bir ortam istiyoruz" cümlesini kuruyordu. Bir üniversite öğrencisi "ben CHP'ye oy verdim ama burayı siyasallaştırmak istemelerinden rahatsızım" derken diğer tarafta "Mülk Allah'ındır" pankartları açan muhafazakar gençler vardı. AK Parti'ye oy vermiş ama meydana çıkma gereği duymuş bir sürü insanla karşılaştım. Kısacası Gezi Parkı polis çekildikten sonra  tüm kesimlerin birlikte eğlenip, gülüp, slogan attığı bir alan oluvermişti.

Türkiye'nin ne Kemalist ne de Tayyibist bir vizyon veya yaklaşımla idare edilemeyeceğinin en somut göstergesi gezi parkı olaylarıdır. AK Partili dostlar kızmasın, CHP'li dostlar da üzülmesin ama bugün artık hepimiz birbirimize yaşam tarzı dayatmanın manasızlığını görmüş olmalıyız. "Milli İçki Bira" diyen ile "Milli İçki Ayran" diyenin farkının olmadığı, laik nesiller yetiştirme hedefiyle dindar nesiller yetiştirme hedefinin sadece birbirimize karşı büyük bir güvensizlik oluşturduğu ve her türlü şiddetin hepimizin imajı olan ülkemizin imajına büyük zarar verdiği artık anlaşılmalı.

Son olarak yaşanan hadiselerden Türk Baharı çıkarma telaşında olanlara bir çift sözüm olacak; bugüne kadar o baharı Kürtler çıkarmamışsa sizin böyle bir bahar çıkarmak haddinize değil. Unutmayalım ki öyle veya böyle işleyen bir demokrasi var ülkemizde, gelin şu yaşananlardan dersler çıkarıp bunu hep birlikte "ileri" hale getirelim ve çoğulcu bir atmosfer oluşturalım.

twitter'dan takip için: @burakyalim

2 yorum:

  1. Bir de şunu unutmayalım ki arabanın canı yok, camın canı yok, taşın canı yok. "Taş atmamış, zarar vermemiş" ama barikat kuran adama da laf söyleyemiyorum, çünkü adam panzerin altına yatıp "gel abi, ez" mi desin? Özellikle Beşiktaş civarında olayların büyümesinin nedeni çılgın amaçlara sahip provokatörler olabilir ama orada arada kalan arkadaşlardan aldığım bilgiye göre polis insanların evlerine dönmelerine bile izin vermiyor, bir yerden uzaklaşacak gibi olsan orayı kapatıyorlar, başka yere kaçınca orayı. Yani meselenin dağıtmak değil, toplayıp intikam almak olması gibi bir şey var ortada (ki ilk baskında gezi parkı'nın üç tarafının da kapatılması gibi bir örneğimiz mevcut) ve burada tabii ki aradaki provokatörlerin polisi iyice germesinin de katkısı var. Yoksa polis taksim'den çekilirken aklı düzgün çalışan adam zaten taksim'de kalır, peşinden gitmez, niye gitsin yani. Bence taş atan, olay çıkartan adamların yarattığı kaosun suçunu diğer taş atmamış, olay çıkartmamışlara kesinlikle yükleyemeyiz. Ki polisin olmadığı yerde olay da yok, bu taş atanlar da yok, başkası da yok. Sosyal medyada örgütlenip "şunların arasına karışıp sağa sola saldıralım ki meşruiyetlerini yitirsinler, hendek savaşını hatırlayın" falan diyenler de var tabii. Yani birilerinin amacı darbe olabilir, devrim olabilir, anarşi falan olabilirken, birilerinin amacı da sadece şu aralar Taksim'de "oturan" ve hiçbir zararlı şey yapmayan insanların haklı tepkilerini haksız göstermek de olabiliyor. Bunu da göz önünde bulunduralım.

    28 Şubat zamanı tencere-tava çalınmış olabilir, ama inan bana bunların çoğu genç insanlar, o dönemi doğru düzgün hatırlamıyorlar ve bu tepkinin o dönemi andırdığını bilmiyorlar. Bu bence çok yanlış bir çıkarım olur. Çünkü aynı şekilde 28 şubat zamanında insanlar şort da giyiyorlardı, şimdi şort giyenlerin hepsi bu konuda sorumlu mu olacak? Aradaki "devrim" veya köklü değişiklik isteyen kişi sayısı çok yüksek olabilir, ancak bu diğer kişileri yakmamızı gerektirmiyor. Ek olarak tekrar söyleyim, 28 şubat zamanı 9 yaşındaydım ve kimse bana ne yapılacağını sormadı, tek derdim ilk aşkımı yaşamaya çalışmaktı. Yani o dönemden de, 12 Eylül'den de, Menderes'in asılmasından falan da haberim olmadı, zira elimde olsaydı müdahale ederdim herhalde. Bu insanların çoğu genç insanlar ve aradaki çılgın-kemalist güruhu bir kenara bırakıp geneli görebilmek lazım.

    YanıtlaSil
  2. Şunun canı yok, bunun canı yok dememdeki asıl amacı da belirtmeyi unutmuşum: "resmi kaynaklardan onaylı" iki ölüm var. İnsanlar ölmüş yani. Canı olan kişiler ölmüş. Önce yoğunlaşmamız gereken problem buyken gerektiğinden yüksek bir sesle "camı çerçeveyi indiriyolar" dendiğini duyunca "arkadaş, insanlar ölmüş, ne cammış, ne çerçeveymiş birader" diyorum ister istemez.

    YanıtlaSil