26 Eylül 2013 Perşembe

Algerie News'le Gezi Olayları Mülakatı



Not: Algerie News için verdiğim mülakat 21 Temmuz 2013 tarihinde gerçekleştirildi fakat gündemin hızla değişmesi sebebiyle yayınlanamadı. 

1. Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Sizden söz etmek için hangi unvanları kullanmalıyız? (Kurucularından olduğunuz sivil toplum kuruluşunun tam ismi, görevleriniz, vs.)
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler alanında lisans ve yüksek lisansımı tamamladım. Yüksek Lisans tezim “Yugoslavya’nın Dağılması ve Uluslararası Politikaya Etkileri” başlığını taşıyordu. Önümüzdeki akademik takvimde Bosna-Hersek’te yine uluslararası ilişkiler alanında doktoraya başlayacağım. 4. Kuşak Balkan göçmeniyim. Babamın ailesi 1900’lerin başlarında Bosna-Hersek’ten ve annemin ailesi 1930’larda Bulgaristan’dan Anadolu’ya göç etmişler. Uluslararası İlişkiler alanında Balkanlara odaklanmamda bunun etkisi çok büyük. Henüz lisans eğitimimi sürdürürken Türkiye’de gençlerin başta dış politika olmak üzere politika yapım süreçlerine dahil olmasının yolunu açacak aktiviteler düzenlemeye başlamıştım. Bunun Çanakkale yerelinde kalmasını istemiyordum. Sürdürülebilirliği sağlamak ve Türkiye geneline yaymak için farklı üniversitelerden arkadaşlarımla bir platform oluşturduk. Türkiye’de böyle bir ihtiyacın olduğunu gözlemlemek zor değildi ve bu ihtiyaç bizim hızlı bir şekilde örgütlenmemize olanak sağladı. 3 yıl kadar platform şeklinde hareket eden Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları -TUİÇ - 2011 yılında İstanbul’da ofis açarak dernekleşti ve bugün Türkiye ve farklı ülkelerde birçok gencin takip edip katkı sunduğu bir STK haline geldi. Her ne kadar adında “Uluslararası İlişkiler” disiplinine atıf olsa da bugün TUİÇ içerisinde farklı branşlardan bir çok genç inisiyatif almaktadır. TUİÇ’in çekim merkezi haline gelmesini sanıyorum non-partizan duruşu, tüm farklılıklara ve renklere eşit mesafede dururken mazlum ve mağdur olan her kim olursa olsun onun yanında durabilmesi ve kamu diplomasisini önceleyerek demokratikleşmeyi ilke edinmesi sağladı.    

2. Kendinizi herhangi bir politik görüşe ya da akıma yakın hissediyor musunuz? (Söz konusu akımın mutlaka Türkiye'de bir yansıması olması gerekmiyor.)
Bugün ideolojilerin hükmünü neredeyse yitirdiği ve toplumsal-bireysel taleplerin ön plana çıktığı bir dünyada yaşıyoruz. Açıkçası günümüzün en büyük sorunlarından biri de sanıyorum herhangi bir politik görüşe ait hissedememek. Örneğin bugün Türkiye’ye baktığımızda insanlar kendilerini belirli sembol ve simgelerle tanıtıyor olsa bile o simgelerin ve sembollerin çok uzağında yaşam sürüyorlar. Bu doğal olarak bir karmaşa oluşturuyor. Belki de kimlik karmaşası desek daha iyi olabilir. Çok fazla alt kimliğimiz var ve bunları yeni yeni keşfediyoruz. Bu kimlikler arasından da bir ortak kimlik çıkarma telaşına düşmüş durumdayız ki her politik fraksiyon bu durumu kendine malzeme yapmanın derdinde diye düşünüyorum. Sonuç olarak ben de kendimi herhangi bir politik görüşe ait hissetmiyorum. Yakın çevreme sorsanız sanırım beni iki kelime ile tanımlarlar. Bunlardan biri liberal diğeri de demokrattır. Evet bu iki kelimeye yakın olabilirim ama böyle tanımlanmayı da çok hoş bulduğumu söyleyemem çünkü ben Burak Yalım’ım ve kendimi henüz keşfedememişken bir politik kimliğin altına-yanına-arkasına geçmek istemiyorum.   

3. Gezi Parkı deneyimini nasıl yaşadınız? Var olan siyasi ve sivil aidiyetlerinizi, inanışlarınızı yeniden sorgulamanıza yol açtı mı?
Gezi Parkı benim için bir kırılma noktası oldu diyemem belki ama oy verdiğim partinin geldiği noktayı, o dönemde başkanlığını yürütmekte olduğum TUİÇ’in varlığını ve çalışmalarının muhtevasını bir kere daha düşündüm. Kemalistlerin ilk kez “imdat” diye bağırıyor olduğunu görmek, Türkiye’nin büyük bir demokratikleşme hamlesi yapmasını sağlayan Ak Parti’nin hukuken olmasa bile söylemlerle yaşam tarzı olarak kendine benzemeyenleri bariz bir şekilde nasıl dışladığına şahit olmak ilginç bir deneyim oldu. Çünkü orada “ileri demokrasi” sözünü söylem edinmiş, Türkiye’de asker-yargı vesayetini geriletmiş bir siyasi parti ve liderinin bir anda aslında yıllardır kendisinin mücadele ettiği anti-demokratik aktörlere benzediğini gözlemliyorsunuz. İşin kötüsü demokrasi talebiyle sokağa dökülenlerin büyük kısmının o güne kadar hiçbir hak mücadelesine destek vermemiş olması ve deyim yerindeyse sadece yılan kendilerine dokunduğunda avaz avaz bağırması. Ortada şöyle bir durum oluşuyor; sokağa çıkanlar hükümet ve başbakanın buyurgan ve yaşam tarzını belirleyici söylemlerinden rahatsız ve haklılar ama aynı kişiler aynı şeyi yıllarca bugün hükümet edenlere karşı yapmışlar. Bakın aradaki farka dikkatinizi çekmek istiyorum. Bugün birileri söylem bazında buyurgan, müdahaleci ama dün birileri hukukla, askerle, bürokrasiyle müdahaleci olmuş ve buyurgan davranmışlar. Her ne kadar bugün yaşanan dün yaşanana göre evla olsa bile tasvip edilecek, onaylanacak bir yanı yok. Toplumun farklı kesimlerini birbirinden nefret ettirmek, kılık-kıyafet üzerinden, yaşam tarzı üzerinden, inanç üzerinden ve toplamda kimlik üzerinden siyasetin getireceği bir toplumsal fayda olmadığı gibi devlet aygıtının bu hususlarda vatandaşına eşit mesafede durması ve kolaylaştırıcı olması gerekir.         

4. Gezi Parkı hareketinin herhangi bir anında harekete dahil oldunuz mu? Olduysanız nasıl? Hareketten çekilmeniz gerektiğini düşündünüz mü? Hangi nedenlerle, niçin?
Gezi Parkı olaylarının yoğun olarak gündeme geldiği 31 Mayıs Cuma sabahı uyandığımda Taksim’deki polis şiddetini gördüğüm anda TUİÇ yönetim kurulundaki arkadaşlarımı aradım ve TUİÇ olarak polis şiddeti başta olmak üzere her türlü şiddeti kınayan ve politika yapıcıların halkın taleplerine kulak vermesi gerektiğinin altını çizen bir bildiri yayınlama fikrimi kendileriyle paylaştım. Yönetim Kurulu olarak oybirliği ile bu minvalde bir bildiri kaleme alıp yayınladık ve akabinde Taksim’e gittim. Kısacası ilk dahil oluşum orantısız polis şiddeti üzerine oldu. Akabinde politika yapıcıların sessizliği, Başbakan’ın yurtdışına gitmeden önce yaptığı konuşmalarda tansiyonu düşürecek, olayı anlamaya çalışacak bir yaklaşım yerine Taksim’de toplanan kalabalığı yok sayan ve küçümseyen açıklamaları birkaç gün daha Gezi Parkı eylemine destek vermemi sağladı. Hareket amacından sapmaya ve provokatör grupların başı çektiği, demokratik ve barışçıl olmaktan çok şiddetin ön plana çıktığı ve hükümet meselesini aşıp memleket meselesine dönmeye başladığında Taksim ve Gezi Parkı eylemcileri ile ilişiğimi kestim. Bir olay ancak bu şekilde haklıyken bizzat aktörleri tarafından bu kadar haksız bir hale getirilebilirdi. Maalesef Taksim Dayanışma Platformu demokratik olmaktan çok buyurgan davranmaya, Gezi Parkı olayları bir demokratik talep ve hükümete karşı oluşmuş bir rahatsızlıktan çıkıp hükümet devirme ve hatta Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsına yönelmeye başladı. Demokrasi diye bağıranların sabahtan akşama kadar Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsına, ailesine yönelik küfürler etmesi ve demokratik yollarla sürdürülebilecek bir eylemi işgale dönüştürmesi benim için kabul edilebilir değildi. Taksim bir süre sonra 1970’lerin solculuğuna atıf yapan bir açık hava nostalji müzesine dönüştürülmüştü maalesef.      

5. Gezi Parkı eylemlerini bütün bir süreç olarak ele aldığınızda edindiğiniz izlenim ve görüşünüz nedir? 
Hayatını kaybeden insanlar oldu. Aynı şekilde ağır yaralanan, gözünü kaybeden, farklı uzuvlarında kalıcı hasar oluşan insanlarımız var. Hepsi için çok üzgünüm. Maalesef bu üzüntü cümleleri beyan edilirken polis ve eylemci diye ayıranlar oluyor. Açıkçası ben bu ifadeleri tercih edenlerin gerçekten üzüldüğüne inanamıyorum. Tüm bu üzüntünün, yaşanan can kaybı ve hasarların yanında bu sürecin Türkiye için büyük bir ders olduğuna inanıyorum. Daha net söylemek gerekirse Türkiye’nin geliştiğine ve gelişmeye devam edeceğine bir delalet olduğuna inanıyorum. Vatandaşın temel olarak hükümetten, devletten talebi hep ekonomikti. Evet, Türkiye’de maalesef başörtüsü yasağı uygulandığı için kılık-kıyafet ile ilgili eylemler de oldu ama bugün ekonomik talepleri görece aşmış ve sosyal alana, yaşam alanına dair taleplerle sokağa çıkan kitlelerden bahsediyoruz. Takdir edersiniz ki demokratikleşme ve kalkınma birbirini tamamlayan süreçlerdir. Gezi Parkı eylemleri Türkiye’nin batısında yaşayan insanların az da olsa ülkenin doğusunu, Kürtleri anlamasına da yardımcı oldu mesela. Bununla birlikte birçok muhafazakârın dün bize uygulanan baskının bir benzeri acaba Kemalistlere mi uygulanıyor diye sorduğuna şahit oldum. Bütün politik tarafları bir kenara iten, bir çevre hassasiyetiyle başlayan ve daha sonra hükümete ülkenin tüm kesimlerini temsil et ve dikkate al mesajı vermeye çalışan, ağırlığını Y kuşağı dedikleri gençlerin oluşturduğu yeni bir durumla karşı karşıyayız. Gezi Parkı eylemlerinin önemli bir çıktısı ise Türkiye’de insanların demokrasi kavramının katılımcı ve çoğulcu kısmıyla tanışmasıdır. “Evet demokrasi ama nasıl?”, “Çoğunluk olmak yeterli mi?” gibi soruların sıkça sorulduğu bir aşamaya geldik. Eğer bu süreçten hükümet ve destekçileri, hükümete karşı olan kitleler ve her iki kesimde de yer almayıp uzaktan izleyenler, kısacası herkes payına düşeni alabilirse Türkiye’nin önünde daha güzel günler olacağını söyleyebilirim. Çünkü unutmamak gerekiyor, demokrasi öyle akşamdan sabaha olacak bir şey değil, demokratik bir sistem kurmanız da yetmez, halkınızın demokratik bir kültüre sahip olması gerekir ve toplum turşu değildir ki kuralımda 3-5 ay sonra afiyetle yiyelim. =)   

6. Eylemlerin başından itibaren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın eylemler hakkındaki eleştiri, tutum, tepki ve söylemlerini nasıl yorumluyorsunuz? 
Hepimiz Başbakan Erdoğan’dan uzlaşı, anlayış ve eylemcilere hak vermesini bekledik. Başbakanı anlamaya çalışmadık. Başbakanı anlamaya çalışmak ona hak vermek anlamına gelmiyor elbette. Ben Başbakan Erdoğan’ı sadece Gezi Parkı olayları üzerinden değerlendirmenin büyük eksiklik olacağını düşünüyorum. Öncelikle Başbakan Erdoğan’ın Gezi eylemcilerini genellemesi ve CHP zihniyetine indirgemesi ve hatta çapulcu demesini elbette doğru bulmadığımı belirtmeliyim. Başbakan sanıyorum en başından itibaren Gezi Parkı olaylarına kendisine ve partisine yönelik daha önce tertiplenen olaylar gibi baktı. Unutmamak gerekir ki Erdoğan sadece 2002’den bugüne kendisine yönelik tertiplenen (Ergenekon-Balyoz-Kapatma Davası-Suikast Girişimi-27 Nisan E-muhtırası) birçok organizasyonu boşa çıkarttı ve kazanan oldu. Erdoğan’ı bir başbakan ve siyasi parti lideri gibi görmemiz gerektiği kadar insan olarak da değerlendirmek zorundayız. Şiir okuduğu için hapis cezası alan, partisi üst üste seçim zaferi kazanırken diğer tarafta partisine yönelik darbe girişimleri tertiplenen ve bu süreçte inanılmaz bir çalışkanlık gösteren birinden bahsettiğimizi unutmamalıyız. Erdoğan bu kadar tertiple başa çıkarken diğer taraftan büyük bir başarıyla Türkiye’nin değişimine, demokratikleşmesine öncülük etti. Basit bir örnekleme yapacak olursak bir küçük esnaf bile defalarca iyi mal verdiği müşterisine bir kere gülümsemediği veya kötü mal verdiği zaman dünyanın en kötü esnafı ilan edilebiliyor. Bu insanın doğasında var. Her zaman iyi mal istemek, iyi muamele beklemek ve hep daha iyisini arzulamak insan nefsinin bir parçasıdır. Bugün Erdoğan Türkiye’de hiçbir siyasetçinin cesaret edemediği şeyi yapıp barış sürecine liderlik ediyor mesela. Bir de bunun uluslararası boyutu var. Erdoğan sadece içerde değil dışarıda da bir Türkiye inşa ediyor. Türkiye’nin imajını olumlu manada değiştirmek için çaba sarf ediyor ve hatta gücünün ötesinde adımlar atmaya çalışıyor. Mesela Filistin meselesinde ön alıyor, Somali konusunda dünyaya ders vermeye çalışıyor, mevcut dünya düzenini, kuzey-güney dengesizliğini, BM’deki işlemeyen yapıyı sorguluyor. Tüm bunları yaparken geliyor Gezi Parkı eylemlerinde kendi vatandaşları tarafından diktatörlükle, otoriterlikle suçlanıyor ve hatta şahsına-ailesine karşı küfürler işitiyor. Burada elbette savunma mekanizması devreye giriyor ve ihanete uğramış, kendisine nankörlük edilmiş hissine kapılıyor. Kısacası Erdoğan normal bir siyasetçiden daha fazla çalıştığı ve bu çalışmayı anormal koşullarda (Türkiye’nin şartları) gerçekleştirdiği için bu yaptıklarını bir fedakârlık veya kendi deyimiyle hizmetkârlık olarak görüyor ve haksız da sayılmaz.
Tüm bunları bir araya getirdiğimiz zaman Erdoğan’ın Gezi Parkı’nı küçümseyen, dış mihraklarla işbirliği içerisinde hareket eden kişilerden ibaret gören ve aşağılayan söylemlerini anlamak zor değil. Ama elbette bu durum bütün eylemcileri ve olayları aynı kefeye koymasını gerektirmediği gibi tavrını da meşru kılmıyor. Evet, son kertede Erdoğan’ın icraatları üslubunu dövüyor ama üslubu da birçok vatandaşı haklı olarak rahatsız ediyor.      

7. Hayalinizdeki Türk siyaset sahnesini ve düzenini tasvir eder misiniz?
Martin Luther’in 1963 yılındaki konuşmasından sonra hayal kuran pek olmamış gibi görünüyor ama benim de bir hayalim var elbette. Her şeyden önce putlarını yıkmış bir Türkiye hayal ediyorum. Bireylerin kendine güvendiği, siyasetin toplumu değil toplumun siyaseti belirlediği, demokratik, insan hak ve özgürlüklerine saygılı bir ülke hayalim. Belki çok klişe sözler bunlar ama maalesef bugüne kadar bunu başarabilmiş değiliz. Siyaset yapmanın saraylı olmak, yani korunmak, ayrıcalıklara sahip olmak, zengin olmak, yalancı olmak olarak addedilmediği bir ülkeden bahsediyorum. Türkiye’nin bu potansiyeli var. Tam hatırlayamıyorum ya bir film repliği ya da şarkı sözünde diyor ki  “You love me once, you can do it again”. Türkiye’nin tarihi arka planına baktığımız zaman farklılıkların birlikte ve kendi öz kimliklerini koruyarak barış içerisinde yaşadığını gözlemlemek zor değil. Bugün dünya neredeyse ulus devleti tüketmiş ve ekonomik, kültürel, coğrafi birlikteliklere, tek kutupluluktan bölgesel güçlerin öne çıktığı bir düzleme doğru ilerliyor ve bu minvalde Türkiye’den başka bölgede iddia sahibi bir ülke tarihsel meşruiyet noktasında yok. İşte bu yüzden Türkiye’nin tarihi derinliğinde saklı kodları günümüze revize ederek uygulayabilme imkanı mevcut. Bunu uygulayabilen bir Türkiye sadece bölgesinde değil küresel anlamda da değerli bir çekim merkezi haline gelebilir. Mesela Avrupa Birliği’nin böyle bir Türkiye’ye ihtiyacı var bile diyebilirim çünkü ekonomik krizden çok AB’yi değerleri tüketmiş olmanın yarattığı kriz vuruyor ve vuracak diye düşünüyorum. Benim hayalimdeki Türkiye bölgesinde barış-istikrar-işbirliği konseptini oluşturmuş, değer-marka üreten ve model olan bir ülke. Tabi bunu gerçekleştirmesi için ilk önce kendi tarihiyle yüzleşmesi ve demokratikleşme sürecini hızlandırması elzem.