18 Kasım 2013 Pazartesi

Bir gün kalır dudaklarda şarkımız bizim... (El cevap)

"Yollar uzun, yollar ince, yol kısalır aşk gelince..." der Hasan Sağındık "İsmailce" adlı şarkısında. Yola çıkmak bir dert, hedefi şaşırmadan ilerlemek başka dert hele ki aşkla yürümek bambaşka bir derttir. Aynı şarkıda Hasan Sağındık, "buradayım de ararlarsa, doğru söyle sorarlarsa" diye de ekler. Tuğçe Sena Kara arkadaşımız her ne kadar ismimi kullanmadan da yazsa , beni sorduğu için kendisine cevap vermek durumundayım. Teşekkür ediyorum kendisine, zira ne kadar çok çalışmam gerektiğini, eksik kalan, anlaşılmayan yerleri teker teker, gerekirse defalarca anlatmama ihtiyaç olduğunu da bana göstermiş oldu. Kendisinin kaleme aldığı yazı edebi anlamda takdir edilesi olmakla birlikte içerdiği çarpıtma ve ithamlarla, bana bu satırları yazmak zaruriyeti hissettirdi. Kuruculuğunu üstlendiğim Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları (TUİÇ) derneğine ilişkin herhangi bir cevap vermeyeceğim, zira bugün TUİÇ'i yönetenler bunu hakkıyla ve benden daha cevval bir şekilde gerçekleştirecektir.      

Yıllar önce birkaç arkadaş ile kendimize göre halis niyetlerle yola çıktık. Yeri geldi beraber yürüdük biz bu yollarda dedik, yerine göre uzun ince bir yoldayız gidiyoruz gündüz gece... Nihal Atsız'ın "Yolların Sonu" şiirindeki gibi yollandık gurbete, kimseler gelmedi bize ve bir kemiğin ardından saatlerce yol giden itler bile güldü kimsesizliğimize. Yılmayacağız, yıkılmayacağız, başaracağız demiştik bir kere. Hatta yeri geldi dün benimle birlikte gülen tanıdıkların yalnız bir hatırası kaldı yanımda ama neticede Necip Fazıl Üstadın gençliğe hitabesinde de söylediği gibi "kim var?" diye sorulduğunda, sağına soluna bakmadan fert fert "ben varım" deme şuuruna sahip olmalıydık ve halen daha olmaya çalışıyoruz. Elbette kolay değil ak sütün içinden ak kılı ayırt edecek keskinlikte bir ferasete sahip olmak. Hatalarımız oldukça, eksiklerimiz kaldıkça, dostların sözüne, samimi ve yapıcı eleştirilere kulak kesiliyoruz. 

Henüz 10 yaşında ilkokul 4. sınıfa giderken bir doğaçlama yarışması ile "Türkiye" hayatıma konu oldu. O yarışmada Türkiye kelimesini doğaçlama olarak anlatacaktım ve mikrofonla "Baş koymuşum Türkiye'min yoluna..." sözlerini mırıldanarak çıktım sahneye. "Kader beyaz kağıda sütle yazılmış yazı, elindeyse beyazdan gel de ayır beyazı" der Necip Fazıl; ben o gün Türkiye'nin yoluna baş koymanın kaderim olduğunu idrak etmiş değildim ama bugün yaşadıklarıma dönüp "ben neyim ve bu hal neyin nesi" diye sorduğumda daha iyi anlıyorum bir çok şeyi.  Uzun uzadıya anlatmak isterim ama yerim dar. Bir gün elbet oturulur daha detaylı konuşulur her şey, en olmadı büyük hesapta buluşacağımız mutlak. 

Türk'ü madde planında kurtarıp mana planında helak ettikten sonra içi boşaltılmış kavramlar üzerinden milliyetçilik naraları atmak çok zor değil. Bugün Türk kimdir diye sorsalar, birbirinden farklı kaç çeşit cevap alırız bilmiyorum. Ama insanlığın hepimizin ortak paydası olduğundan eminim. Mevlana "Ne olursan ol gel" sözünün facebook ve twitter hesapları üzerinden "like" almak için kullanılacağını ve manasına dönük zerre tefekkür edilmeyeceğini bilseydi, herhalde susmayı tercih ederdi. Bazen ben de "söylesem tesiri yok sussam gönül razı değil" diyerek yazmaya, söylemeye başlıyorum. Söylediğiniz söz dudaklarınızın arasından çıktığı andan itibaren karşısındaki insanın meşrebine göre algılanıyor. Ne kadar, eksik olmayayım ehlillerden, kaça görüneyim cahillerden deseniz de bazen aşağı mahallede söylediğiniz güzel sözü yukarı mahallede küfür olarak dinliyorsunuz. 

Sohbetin 140 karaktere sığdırılmaya çalışıldığı zamane dünyasında belki de bir söyleyip bin ah işitmemek için çok daha fazla düşünmek gerekiyor. Fakat haksızlık karşısında susanın dilsiz şeytan olduğunu hatırladıkça, eldeki imkanlar nazarında kalp ile buğz etmenin ötesine geçmeye çalışmak mecburi istikamet oluveriyor.

Ben siyaset yapmaya Ülkü Ocakları ile başlamadım ancak siyasetin ne olduğunu anlamlandırma çabam orada vuku buldu. Ülkü nedir, ülkücü kime denir, lider teşkilat doktrin nasıl açıklanır, Türk-İslam ülküsünden ne anlamak gerekir gibi soruları, Metin Kaplan'dan Seyyid Ahmet Arvasi'ye, Dündar Taşer'den Ziya Gökalp ve Erol Güngör'e kadar bir sürü kıymetli büyüğün kitaplarında cevaplamaya çalıştım. Necip Fazıl'ı sevmem, Mehmet Akif'i tanımam edebiyat dersleri ile değil Ülkü Ocakları ile mümkün oldu. O günden bugüne kadar da Rahmetli Alparslan Türkeş'in "Gençler hepiniz birer Türk bayrağısınız, bayrağı lekelemeyin, kirletmeyin, yere düşürmeyin" sözüne layık olmaya, doğup büyüdüğüm ülkeme en başta iyi bir insan olarak hizmet etmek için mücadele etmeye çalıştım. Neydi bize öğretilen; "Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve fazileti" ve bunu ne için şiar edinecektik; Türkiye Cumhuriyeti'nin büyük ve güçlü olması ve mazlum milletlere el uzatması, haksızlığa karşı durması... Reis her zaman haklıydı ve reisin haksız olduğu zamanlarda birinci kural geçerliydi. Fakat ben çok haksız reis tanıdım. Çok haksız reis tanıdığım için bana öğretileni de sorgulamaya koyuldum. 

Türkiye Cumhuriyeti büyük ve güçlü olacaksa ancak vatandaşlarının refahı, özgürlüğü, güvenliği ile bu mümkün olabilirdi. Peki ya kimdi bu vatandaşlar? Başörtüsü ile üniversiteye sokulmayan, ibadet için gitmek istediği Cemevleri tanınmayan, anasının ak sütü gibi helal olan "ana dili" yasaklanan, Müslüman olmadığı için varlık vergisine tabi tutulan, 6-7 Eylül düzmece olayları ile evleri-dükkanları yağmalanan, oy kullanıp seçtikleri başbakanı asılan, gencecik çocukları sağ-sol davasıyla birbirine kırdırılan, şapka takmam deyip asılan, sarı-kırmızı-yeşil rengi sevdiği için bok çukuruna atılan, faili meçhullere kurban giden, Ermeni olduğu için sabahtan akşama kadar hakaret edilen... Daha sayayım mı? Kadir Cengizbay'ın harika kitabının adı gibi "Hiç kimsenin Cumhuriyeti" büyük olacak, güçlü olacak, Türk-İslam ülküsüne tutunursak dünyaya nizam verecekti. Arapları hain, Kürtleri bölücü, Yunanlıları... hikaye malum işte. 

Peki ben ne yaptım? Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkese gönlümü açtım. Yetmedi, sınırları aşmaya, kardeş halklara, iyi insanlara ulaşmaya ve gençlerin kuracağı yepyeni bir coğrafyaya, dünyaya inandım. Milliyetçiliği hastalık olarak gösterdim evet çünkü hiçbirinin diğerinden farkı yoktu, ha Boşnak ha Kürt ha Türk. Her türlü milliyetçiliği inandığım dinin yüce peygamberinin veda hutbesindeki "Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadiği gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahin da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur." sözleri üzerinden anladım. İnsanları milliyetleri ile ayırmayı bir kenara bırakıp iyi-kötü olarak değerlendirdim. O yüzden bir avuç iyi insanla birlikte önce üniversitemde bir topluluk ve akabinde daha çok iyi insanla Türkiye çapında bir dernek kurmak için mücadele ettim. İyi insanlar bir araya gelsinler ki iyi işler yapsınlar istedim. Peki her şey dört dörtlük mü oldu, elbette hayır, eksiğimiz çok, henüz bir kumsalda kum tanesiyiz. Diğer kum taneleri ile buluşmanın, sınırları aşmanın, dünyanın her köşesine ulaşmanın telaşındayız. Dün o arkadaşlara liderlik ediyordum, şimdi gönüllü olarak hizmet etmeye çabalıyorum çünkü hedefleri var, çalışıyorlar, daha güzel günler için emek veriyorlar. 

İşte tüm bunların arasında Tuğçe Sena Kara çıkıyor ve bana bir kere daha "Koca Reis" şarkısını hatırlatıyor. Çünkü ben kendimi halen daha ülkücü görüyorum, ülkü ideal, ülkücü ideale bağlılık gösterip ona doğru ilerlemek için çalışan kişi. Peki ne diyor Ali Kınık şarkısında; Biz ne günler gördük Reis, ne kavgalar verdik Reis, gelen vurdu yıkılmadık, bu da geçer ey Koca Reis!

1 yorum: