17 Ağustos 2015 Pazartesi

Son Düzlükte Barış(a)mamak: Suriye, IŞİD ve Diğerleri

7 Haziran seçimlerinden bir gün önce yazdığım metnin başlığı "Barış Kazanacak: Muhafazakarlar ve Kürtlerle" olarak belirmişti ancak endişem "çözüm süreci" adıyla yürütülen barış müzakerelerinin iki önemli aktörü olan dindarlar ve Kürtlerin arasının açılıyor oluşuydu.

28 Şubat 2015'te gerçekleşen Dolmabahçe Mutabakatı bilindiği gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın burada demokratik bir şey yok, yazılan 10 maddenin hangisi demokratik çıkışı ile havada kalmış ve o günden seçimlere uzanan süreçte AK Parti ile HDP'nin arası her yeni gün açılmıştı. 

AK Parti ile HDP'nin arasının açılması ve açılmaya çalışılması çok önemliydi zira TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu oluştuğunda ve içerisinde yer alan dört siyasi parti anayasa önerilerini sunduğunda birbirine en yakın ve en demokratik olan iki örnek AK Parti ve HDP'den gelmişti. Bana kalırsa yıllardır süren çatışmaları bir daha başlamamak üzere bitirecek olan, en azından çatışma olsa bile PKK terör örgütünün "bakın devlet şu hakkı vermiyor o yüzden savaşıyoruz" argümanına sahip olamayacağı atmosfer için son düzlük yeni anayasanın yazılması idi. Anayasal vatandaşlık, ana dilde eğitim hakkı ve yerel yönetimlere özerklik gibi sorunları geri dönülemez şekilde çözecek 3 temel konu ancak Yeni Demokratik Anayasa ile mümkündü ve bunun için AK Parti ile HDP'nin pozisyonları umut vericiydi.

Hatırlanacağı üzere 2005'ten itibaren o zamanın Başbakanı Erdoğan'ın liderliğinde yürütülen süreçler çok badire atlatmış, Habur, Paris Cinayetleri, Oslo gibi önemli virajlar aşılmıştı ve ister-istemez son düzlüğe girildiği hissi sadece Türkiye'de değil Türkiye'nin bu sorunu ile yakından ilgili bölge ülkeleri ve diğer devletlerde de hakimdi. Hatta Almanya istihbarat servisi BND'nin 2009'dan beri Türkiye'yi dinlediği gazetelere manşet olmuş, Oslo görüşmelerinin ise masadaki üçüncü taraflarca servis edildiği iddia edilmişti.

Özellikle Oslo tecrübesinden sonra Türkiye, sorunu kendi başına çözmeye, Kürt hareketinin tüm tarafları ile doğrudan görüşerek mesafe almaya yönelmişti. Artık sorunun çözümünde aracılara, üçüncü bir tarafa gerek duyulmuyor, Öcalan, HDP, Kandil ve örgütün Avrupa ayağı ile görüşmeler doğrudan gerçekleştiriliyordu. 7 Şubat MİT krizi ve 17-25 Aralık sürecinde servis edilen bazı ses kayıtları da bunun bir göstergesiydi. 

Türkiye'nin ve dolayısıyla AK Parti hükümetlerinin Kürt sorununa bakış açısında hesapsız davrandığı yer Suriye'deki gelişmelerdi. Irak'ta Barzani ile yürütülen yakın temas ve Barzani'nin mevcut gücünü abartan yaklaşım ile Türkiye dışındaki Kürtlerle sorun yaşanmayacağı hesap edilerek eksik planlama yapıldı belkide. Oysa Suriyeli Kürtler için Barzani değil kendi yapılanmaları öncelikliydi zira Esad'ın rejimi altında kimliği bile olmayan Suriyeli Kürtlerin Barzani'den bekleyebilecekleri bir şey olmadığı gibi Barzani'nin de bu konuda yapabilecekleri sınırlıydı.

Mısır ve Libya'da yaşanan Arap Baharı dalgası henüz kışa dönmemiş, Mursi ve Müslüman kardeşler askeri darbe ile devrilmemiş, Libya'da ise kabile çatışmaları ve karmaşası tam olarak baş göstermemişken Türkiye'nin durduğu yerin ilkesel olarak doğruluğu ve Erdoğan'ın bu ülkelere gidip adeta kendi ülkesindeki partililerinin yaptığı gibi coşku seli ile karşılaşması elbette zihinleri bulandırdı ve Suriye'de de 6 aya bu iş biter düşüncesi oluştu.

Belki de bitecekti ama Arap Baharı diye adlandırılan gelişmelerin Batı'da biraz daha sonbahar gibi görünmeye başladı zira Suriye'de de seküler Baas Rejiminin yıkılması ve yerine gelecek aktörleri öngörememe veya İslamcı olacaklarını öngörme, neredeyse bölgenin tamamında adeta İslamcı iktidarlardan oluşan bir kuşak meydana gelmesi endişesini doğurdu. (Türkiye-Suriye-Filistin-Mısır-Tunus-Libya)

Çözüm süreci ile bölgedeki İslamcı Kuşak ihtimalinin ne alakası var diyebilirsiniz ancak Türkiye'de çözümün parametrelerini en çok etkileyenin Suriye'deki gelişmeler olduğu çok kişi tarafından da yazıldı çizildi. Kürtlerle-Muhafazakarlar arasına giren kara kedi Kobani-Rojava ve IŞİD olmadı mı?

AK Parti ile HDP'nin birbirine en yakın iki parti olması gerekirken (demokratik bakış açısı) bir anda kanlı-bıçaklı hale gelmesi Türkiye'nin Kobani'de IŞİD zülmüne uğrayan Kürtlere yardım etmediği ve hatta aksine IŞİD gibi kimsenin savunabileceği tek bir yanı olmayan gözü dönmüş bir terör örgütüne destek verdiği iddiaları üzerinden gerçekleşti.

Burada komplo teorilerine girmek, IŞİD'i oluşturan etkenler ve bir anda nasıl bu kadar güçlü bir şekilde zuhur ettiği üzerine düşünmek mümkün ve ayrıca komplo teorilerini çok dışlamak da doğru değil. Sorular sorarak ilerlediğimizde, IŞİD'in bu kadar militanı nereden, nasıl topladığını düşündüğümüzde konuya bambaşka bir boyut getirilebilir. IŞİD'in Suriye'de varlığı en çok kime yaradı, IŞİD en çok militanını nereden devşirdi, IŞİD'i kuran kişilerin, yöneticilerinin arka planları nedir vs...

Konuya dönecek olursak eğer, bugün herkesin en zor konuşabileceği bir süreç içerisindeyiz. Her gün şehit haberleri gelirken ve ülke yeniden bir seçime doğru sürüklenirken kalkıp "çözüm-barış süreci devam etsin" demek hem toplumsal tepkiyi hem de bu tepkinin siyasi sonuçlarını düşünenler için çok kolay değil. Ancak bugüne kadar çözüm-barış sürecinde ön almış, vicdan sahibi, akil-bilge-aydın-entelektüel (artık ne derseniz deyin) bireylerin güçlü şekilde sesini çıkarması gerekiyor.

AK Parti'nin çözüm sürecini "Kürt Açılımı" adı altında ilan ettiği, İmralı ile görüşme cesaretini gösterdiği ve hatta Habur kazasını göze aldığı günlerde alkış tutan partililerin bir kısmının gündelik menfaatler uğruna kıvırmasını bir kenara not ederek, yine benzer şekilde düne kadar Kürtlere demediğini bırakmayan ve Gezi'de utanmadan Kürtler nerede diye soran kitlelerle iş tutan, ittifak yapan HDP'lileri de bir kenara yazarak yola devam etmek zorundayız! O yol ise çözümün-barışın ve demokratikleşmenin hepimizin yararına olduğunu bıkmadan usanmadan anlatmaktan başkası değil.

7 Haziran öncesi ve sonrasında HDP'nin barajı geçmesi üzerinden "teröristleri meclise soktunuz" diyerek HDP'ye oy verenleri suçlayan AK Parti'li yönetici ve tabanı, diğer tarafta ise sırf çözüm sürecini başlatıp yürüttüğü için AK Parti'ye demediklerini bırakmayanlar ile "Seni Başkan Yaptırmayacağız" sloganı üzerinden ittifak edenleri tarihe yazarak ve geride bırakarak çözüme ve barışa sarılmak zorundayız.

Sosyal medyada ve köşelerde savaş çığırtkanlığı her yeni günde artmakta, şimdi, tam da bugün "bak gördünüz mü alın size çözüm süreci" diyenlere vereceğimiz cevaplar olmalı. Alın size "AKP'nin çözüm ve barış süreci" diyenlere bunun AKP'nin değil Türkiye'nin ihtiyacı olan bir süreç olduğunu anlatmamız gerekiyor. Evet sesimizin en az duyulacağı, hain-kalleş vs. ilan edilmemizin en kolay olduğu bugünlerde bunları haykırmak gerekiyor. Çözüm sürecinin bir AKP projesi olduğu için değil Türkiye'nin, Kürtlerin-Türklerin ve hepimizin hayrına olduğu için kıymetli olduğunu, Türkiye'yi böleceği için değil daha güçlü kılacağı için önemli olduğunu anlatabilmemiz icap ediyor.

Evet benim de her yeni şehit haberinde içim yanıyor, ben de lanet okuyorum PKK terör örgütüne ancak eş zamanlı olarak şunu da söylüyorum; 2005'ten bugüne kadar Türkiye'nin demokratikleşmesi, Kürtlerin anasının ak sütü gibi helal olan haklarının iade edilmesi yoluyla terörü-şiddeti tamamen bitiremese bile marjinal bir noktaya getirme çabalarını destekliyorum. Kürtlerin ana dilde eğitim hakkını, vatandaş olan herkesin Türk olduğunu söyleyen anayasal maddeyi değil, vatandaş olan herkesin eşit olduğunu söyleyecek anayasal maddeyi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesini destekliyorum. Bunu Kürtleri tatmin etmek, onlara bir şey bahşetmek için değil Türkiye'nin ihtiyacı olduğu için, zaten Kürtlerin doğuştan edindiği hakları benim bahşetme lüksüm olmadığı için istiyorum.

Oy hesapları ve PKK IŞİD gibi terör örgütlerinin bölgede yaşanan değişime göre aldığı pozisyonların çözüme-barışa-kardeşliğe engel olmaması, Türkiye'nin daha demokratik, müreffeh ve farklılıkları ile zenginleştiği bir ülke olması ve yukarıda andığım akil-entelektüel-bilge her kim varsa onların da seslerinin daha yüksek perdeden çıkması umuduyla...

27 Haziran 2015 Cumartesi

Bir çocuk sevdik: TUİÇ 7 Yaşında!

Tam 4 yıl önce bugün, hikâyemizin başladığı ilk günden (2008) itibaren inandığımız ve sıkça rastladığımız “tevafuk” bir kere daha kapımızı çalmıştı. Şer’den hayır doğardı ya zaten, bizim özgün kalmamızı kabul etmeyip kibarca kapıyı gösterenlerden uzaklaşırken aslında kendi yuvamızı kuruyorduk. Yuva kuruyorduk zira ellerimizle inşa ettik orada her ne varsa. Eş-dost ile ucuza kotardığımız boya-badana ve iç tasarım, dostlarımızın getirdiği masalar ve çekmecelikler, bir avukatın ofisinden çıkma masa takımını sırtımıza yüklenip taşımamız ve kelepir mutfağa ellerimizle yapıştırdığımız duvar kâğıtları kadar naif ve kolektifti çabamız. İlk genel kurulu yaptıktan sonra yuvamızın kapısına gelip besmele ile açtığımız an hissettiğimiz o birlikte başarma hazzı o andan beri her kapıya gittiğimde içimde belirmeye devam etmektedir.

Yıldız Mahallesi, Çırağan Caddesi Numara 1’de, dünyanın gözbebeği İstanbul’un Beşiktaş semtinde tüzel kimliğini kazanan TUİÇ, artık 3-5 çocuk görüntüsünden çıkmıştı. Kimilerine göre çok parası olan çocuklar oluvermiştik bir anda, kimilerine göre acaba kimlerin yamağıydık. Oysa anne-babalarımızın olmayan varlıklarından bizlere ayırdığı 3-5 bin lirayı üst üste koyarak, bizim ve dostlarımızın inanç ve umuduyla harman edip vira bismillah demiştik. Elimizde olan bir avuç paranın suyunu çektiği gün ne yapacağımızı çok düşündüğümüzü sanmıyorum ama Allah var gam yok dediğimizi biliyorum.

TUİÇ’in 2008 yılında başlayan serüveninde en önemli kırılma noktalarından birisi 27 Haziran 2011’de dernekleşerek ofisimizi açmamızdır. Orası bir ofisten çok yuva olduğu için gecemize, gündüzümüze, emeğimize, hüznümüze, gülüşlerimize, dostluğumuza, birlikteliğimize, tartışmalarımıza, fikir ayrılıklarımıza ve bugün dönüp baktığımda hayatımın en kıymetli dönemlerine şahitlik etti. Birlikte öğrenme ve birlikte eğlenmeyi menemen partileri, sabah kahvaltıları, mavi balkonda çay-kahve seanslarına dâhil ettiğimiz mekân oldu orası. Hadi dürüst olalım sadece öğrenip-eğlenmedik biz orada, yeri geldi birilerini sevdik o balkonda ve yeri geldi ağladık birbirimize.

Sayısını tutmadık ama ofisten yolu geçen niceleri oldu bugüne kadar. Kimisi bir şeyler kattı kimisi bir şeyler aldı, kimisi kaldı ve kimisi gitti. Biz gelene hoş geldin demekten hiç usanmadık, hepimiz eşit hepimiz farklı deyişi etrafında insanlara fikirlerinden değil insan olmalarından ötürü değer verdik hep. Gitmek istediklerinde ise elimizden bir şey gelmediğine inandık, kimisi yavru kuşun büyüyüp yuvadan uçması şeklinde, bazısı evdekilere kızıp terk eder şekilde, başkaları ise zaten bir ateş almaya gelmiştik edasıyla çekip gittiler. Gidenlere de kalanlara da teşekkür ve selam etmekten başka bir söz hakkımız varsa eğer, o da söylenmemiş olarak şöyle bir kenarda duruversin.

Yuvamızı kurduğumuz günden bu zamana kadar çok işler başardık. Birbirinden kıymetli akademisyenleri misafir ettiğimiz yuvarlak masa toplantılarımız, minicik kütüphanemizden istifade eden stajyerlerimizle paylaştıklarımız, ilk yayınımız olan ve maalesef ikinci sayıda tıkanan dergi çalışmamız, sabahlara kadar çalışarak son halini verdiğimiz “Türkiye’de Uluslararası İlişkilerci Olmak” adlı kitabımız ilk aklıma gelenler. Ofisi merkeze koyup Anadolu üniversitelerine uzanan yollarımız ve orada İstanbul’dan Ankara’dan uzak arkadaşlarımızla paylaştığımız hayallerimizin geri dönüşlerini de unutmak mümkün değil. İstanbul’dan Sarajevo’ya uzanan otobüs yolculuğumuz ve onu takip eden “Balkanlar” temalı etkinliklerimiz.  Araştırma gruplarımızın toplantıları, Kıbrıs çıkarmamız, Davutoğlu hocayı 1 Mart gününde kar yağışından ötürü İstanbul’a getiremediğimiz Kadir Has’taki büyük kongremizin hazırlıkları, Ankara Eğitim Gezilerimizin organizasyonu, yaz ve kış kamplarımızın içeriklerinin tespit edilmesi hep o ofiste gerçekleşti. Her bir çalışmada bambaşka insanlarla tanıştık, farklı fikirlere sahip bireylerle çalıştık, düşünsel ve organizasyonel anlamda büyük mesafeler kat ettik.

Umutsuzluğa kapıldığımız, artık bu işi yürütemeyeceğiz galiba dediğimiz günlerimiz de olmadı değil. Elektrik ve telefon faturasını hangi parayla yatıracağız diye kara kara düşündüğümüz, kirayı ertelediğimiz ama neticede o yuvayı ayakta tutmak için türlü zorluklarla mücadele ettiğimiz de oldu ve oluyor. Finansal desteğimizin nereden olduğunu hınzırca soran herkese dimdik duruşumuzu anlatırken aldığım hazzı ifade etmek zor. Çünkü inandıkları şey birilerinin düdüğünü çalmadan ayakta durmanın neredeyse imkânsız olduğuydu ve hep arkamızda birilerinin varlığından şüphe ettiler.

Kâh iktidara yamadılar bizi kâh cemaate. İşi abartıp Amerikalılarla ve Soros’la çalıştığımızı da düşünenler olmadı değil. Biz ise aldırmadan, parasız-pulsuz da güzel işler çıkarılabileceğine olan inancımız ile durduk ayakta. Ne yapalım beceremedik para istemeyi, aslında istemeyi bir zül gördük hep. Zaman zaman birileri çıktı ve sizin destek bulmanız lazım dedi, devlet şunu yapmalı, bilmem kimler şöyle imkân sunmalı size dediler ama dediklerini icraata dökmediler.

Sonra biz kendi metodumuzu bulduk, bu işe sıkı sıkıya sarılanlar olarak kendi şirketimizi kurduk, şirketin temel ilkesi bizlerin harçlığını ve TUİÇ’in masraflarını çıkarmaktı. Elbette zengin olamadık henüz (öyle bir iddiamız var mı bilmem), hatta dolandırıldık, kandırıldık bazı zamanlar, çünkü para pul işlerinden pek anlamazdık. Yuvamızı ve ihtiyaçlarımızı karşılayacak harçlığımızı amatörce, naifçe, umutla ilmik ilmik ekleyerek oluşturmaya çalıştık ve çalışıyoruz.

4 yıl olmuş yuvamızı kuralı, bir arpa boyu yol gittik mi diye soruyorum kendime o arpa boyu yolun kime göre ne olduğunu bilmeksizin. Ne kadar gittik ölçemiyorum ama yol üzerinde ve istikamet üzere olduğumuzu biliyorum. Hayata yeni atılan arkadaşlara umut verdiğimizi, onlara yön göstermek değil de seçenekleri sunmak için çabaladığımızı biliyorum. Bireyleri eleştirel düşünceyle, farklı fikirlerle, kariyer seçenekleriyle, kitapla, makaleyle, yazmayla, okumayla, proje yapmakla, birlikte çalışma anlayışıyla tanıştırdığımızdan şüphem yok. Elbette güzel insanlar ve anılar biriktirdiğimizi de söylemeliyim.  Dua aldığımız, duamıza aldığımız, canımız ve başımız sıkışınca kapısına gidebildiğimiz ve kapımıza gelebilecek ilişkiler kurduk ve kurmaya devam ediyoruz. Evet, belki çok paramız ve hatta hiç paramız yok ama elimizde olan ekmeği de bilgiyi de paylaşmaktan imtina etmiyoruz. Paylaştıkça çoğalacağına inanarak yola çıkmıştık ve bazı zamanlarda inancımız sarsılmadı değil. İnişli-çıkışlı bir serüven bu ve devam ediyor. TUİÇ’in 7. Yaşı, yuvamızın 4. Yılı kutlu olsun! Bugüne kadar her aşamada zerre emeği olan herkese teşekkür ediyorum.

Evet bir çocuk sevdik, çocuk büyümekte gün be gün ve bugün 7 yaşına girdi! 


Bir kaç tane de fotoğraf eklemezsem olmayacak, daha fazlası facebook sayfamızda, nostalji yapmak isteyen dostlar orada yıllarca geriye gidebilir :) 







21 Haziran 2015 Pazar

Babalar günü ve Benim Babam

Baba'lık üzerine ahkam kesecek değilim. Muhtemelen "baba" olmayı bir gün baba olursam anlayacağım, belki de hiç anlamayacağım. Elbette bir şeyle ilgili konuşmak, söz söylemek için mutlaka deneyimlemek gerekmiyor lakin söz konusu "anne olmak", "baba olmak" gibi biyolojik bağınızın en yakın olduğu ve karakterinizin şekillenmesinde en büyük paya sahip olduklarını düşündüğüm insanlar olunca işin rengi biraz değişiyor. Elbette herkes şanslı olmayabiliyor, daha küçük yaşta babasız, annesiz kalan, yahut her iki figürün de dengeli bir biçimde hayatlarında yer edinemediği çocuklar da var. O yüzden genellemek ve birilerinin canını sıkmak, onları üzmek istemem.

Ben "baba"mı bilirim, henüz 15 yaşındayken babasını toprağa koyan, 25 yaşında babalık duygusunu tadan ve henüz 3 aylıkken ilk evladını elleriyle gömen babamdır benim aynam. Ayna dedimse birbirimizin kopyası olduğumuz, benim de ille onun gibi olacağım veya olduğum sanılmasın. Aynam babamdır diyorum zira Baba'lık hususunda en azından kendim baba oluncaya kadar ona bakarım, babalığın nidüğü ve nasılını hasbelkader anlayabilmek için.

Her ilişki tarzının zaman içinde yaşadığı değişim gibi babamla benim de ilişkim ben değiştikçe ve o değiştikçe kendi içerisinde olgunlaşan bir seyir izlemiştir. Yakın bir zamanda iki dostumun babam ile birlikte geçirdiği kısa zaman diliminden sonra "babanla konuşunca seninle konuştum sandım, o kadar benziyorsunuz" demesi içime su serpti ve beni düşündürdü. Görüntü olarak değil de konuşma olarak benzetmişti dostum babam ile beni. Genelde annene veya babana benziyorsun diyenler hep burnumdan, gözümden, kaşımdan dem vururdu fakat bu kez düşünsel olarak babama benziyordum çünkü babamın "konuşması" ve benim "konuşmam" benzetilmişti.

Babam, muhakkak her babanın yaptığı gibi diyemeyeceğim şekilde (maalesef karşılaştığım örnekler beni bunu söylemeye itiyor) beni ve kardeşlerimi okutmak için elinden gelenin en iyisini yapmak için yoldaşı, hayat arkadaşı anam ile birlikte, omuz omuza, kol kola çok mücadele ettiler. Ablamın öğretmen çıkması onu nasıl mutlu ettiyse benim henüz bir şey çıkamamış olmam da sanırım onu o şekilde tedirgin ediyordur. Baba tedirgin olur zira istemez namerde muhtaç olalım, verilen emekler ziyan olsun, hele ki kendisi ahirete intikal etme bilincine de vakıfsa daha bir tedirgin olur çünkü istemez evladı perişan ve sefil kalsın ardından. Hele konu benim babama gelince, henüz 15 yaşında babasız kalmanın zorluğunu yaşamış olduğundan ileri gelen başka refleksleri vardır elbet. Klasik baba figürü nedir bilmem ama öyle bir şeye de pek inandığımı söyleyemem. O yüzden babam ile ben Turgenyev'in Babalar ve Oğullar klasiğindeki gibi de değiliz kanımca.

İlk-orta okul döneminde babam çok çalıştığından mı yoksa ben daha çok büyükbabam merkezli yaşadığımdan mı bilinmez, babam ile çok fazla zaman geçirdiğimi söyleyemem. Bazen kendime de kızarım acaba ben büyükbabamı daha çok önemi koydum, babama haksızlık mı ettim diye. Umarım öyle olmamıştır diyerek geçelim. Fakat lise dönemimde babamla daha kritik bir ilişkim olduğunu bilirim. Ona politik-aksiyoner hayata başladığımı söylediğimde "ben sana bu konuda ancak şunu söyleyebilirim, unutma ki derslerin aksayabilir, bu sadece senin için değil, içinde olduğun düşünce ve politik duruş için de iyi olmaz, hem sonra Burak şöyle tembel demezler, şu şu görüşe mensup Burak böyle derler" deyişini hiç unutmuyorum. Annemin bir akşam yemeğinde sigara içtiğimi söylemesine verdiği cevap anı ise dün gibi gözlerimin önünde duruyor. Elini gömleğinin cebine götürüp kendi sigarasını alıp masaya koyuşu ve "keşke içmese, kendi sağlığına zarar verir ama ben sigara içen birisi olarak içme desem ne değişecek ki" sözleri zihnimden hiç çıkmaz mesela.

Babamın hepimizle, hepimizin babamla kurduğu diyalog ise başka örneklerini görüp kıyas ettiğimde beni hep hayran bırakmış ve özellikle bu konuda kendimi hep müteşekkir hissetmişimdir. Mutfak masası ve etrafında akşam yemeğine kümelenen biz. Her konuyu, iyiyi-kötüyü ve bunlar karşısında nasıl davranmak gerektiğini, dini, devleti, siyaseti, kadını ve erkeği ve tüm bu konulara karşı durduğumuz yeri onunla konuşabilmemiz herhalde en büyük nimetti. Babam belki de bana "her konuyu konuşabilmeyi" öğretti en çok. Konuşmadığımız zaman problemlerin yok olmak yerine büyüyeceğini, bir arkadaş bir dost gibi onunla dertleşebilmek gerektiğini öğretti. O yüzden hiç çekinmedim babamdan (çocukluk şımarıklıkları hariç elbette), bu aramızda bir saygı çerçevesi olmadığı anlamına gelmiyor elbette fakat saygıdan anladığımız baba yanında susmak değil tam tersine üslup içerisinde baba ile konuşmak, alabildiğine konuşabilmekti.

Lise'de başladı babamla derinleşen ilişkimiz, üniversite yıllarında arttı ve artmaya devam ediyor. Ona kızdığım zamanlar oldu, bir şeyi niçin öyle yaptığını sorguladığım, eleştirdiğim ve neden sonra aslında ne kadar iyi yaptığını, onu yapmak için sapasağlam nedenleri olduğunu idrak ettim. "Baltaya sap olmak" konusu etrafında şekillenen kavgalarımız halen devam ediyor, o yine beni ve iyiliğimi düşünerek seçenekleri anlatıyor ve kararı bana bırakıyor, ben ise onu anlıyor ve fakat muzip çocuk edasıyla itirazlar ediyorum babama...

28 yaşına geldim, babamı tam olarak anladım diyemiyorum, o benim yaşımda iken 2 çocuk sahibiydi ben ise henüz doktorayı bitirme derdindeyim. Üniversiteye başlamam ile derinleşen ilişkimiz ile birlikte zaman geçirmelerimiz ters orantılı ilerliyor. Uzakta, gurbette olmanın anlamlı sebebi dışında onunla ve elbette annemle ve çekirdek ailemle zaman geçiremiyor olmak hüzün veriyor. Ben olgunlaşırken babam yaşlanıyor, baba-oğul sohbetlerimiz derinleşiyor ve ben babamdan çok şey öğrenmeye, onun tecrübesinden ve birikiminden istifade etmeye devam ediyorum. Bir gün babam benim baba olduğumu görür mü bilinmez ama hiç değilse en az onun kadar sabırlı, çalışkan, onurlu ve "bana baba olduğu gibi" bir baba olmak istediğimi biliyorum.

Evet bugün babalar günü ve ben bu duygularla babama ömrüm yettiğince bu hediyeyi verebilmeyi istiyorum:

Rabbenâğfirlî ve li-vâlideyye ve lil-mü'minîne yevme
yekumü'l hisâb. Birahmetike yâ Erhamerrahimîn.

Ey bizim Rabb'imiz! Beni, anamı ve babamı ve
bütün mü'minleri hesap gününde bağışla. Ey Rabb'im
merhamet edenlerin merhamet edicisi, bize rahmetinle
muamele eyle.   

6 Haziran 2015 Cumartesi

Barış Kazanacak: Muhafazakarlar ve Kürtlerle

Seçim sonuçlarını görmek için artık saatleri sayıyoruz. Maalesef bir seçimi daha şık olmayan kampanyalar ve geri dönüşü olmayan kayıplarla yaşıyoruz. Seçim merkezlerine yapılan saldırılardan sonra dün Diyarbakır'da yaşanan bombalı saldırı ile adeta bir cinnet haline girmiş bulunuyoruz. Diyarbakır'da yapılan hain saldırıda yaralananlara şifa, hayatını kaybedenlere ise Allah'tan rahmet diliyorum. Seçim barajını aşmanın veya tek başına iktidar olmanın insan hayatı yanında zerre değeri yok ve olmamalıydı. Ancak seçimlere yaklaştıkça başlayan gerginliğin her geçen gün artması saldırının hedefi olan Kürtleri ve HDP'yi değil, barış için umudunu koruyan hepimizi derinden sarstı. 

Saldırıyla ilgili çeşitli senaryolar üretildi, üretilecek. Kimisi HDP barajı geçmesin diye yapıldığını bir başkası ise AK Parti'nin tek başına iktidar olmaması için seçmene korku salındığını iddia etti ve edecek. Açıkçası saldırıyı ilk öğrendiğimde benim de verdiğim tepki epey fevriydi ve bu nedenle bir çok arkadaşımdan özür dilemek durumunda kaldım. Maalesef seçim atmosferi hepimizi gerdi, strese soktu ve inşallah başka bir acıya, kayba sebebiyet vermeden sona erer. Serinkanlı düşündüğümüzde saldırının ve hatta seçim süreci başladığı andan itibaren AKP ile HDP arasında yaşanan gerilimin kaybedeninin Muhafazakarlar ve Kürtler olduğunu görmek zorundayız.

Anayasa uzlaşma komisyonu kurulup, 4 siyasi partinin temsilcileri kendi önerilerini sunduğunda önümüze çıkan tabloda Türkiye'yi sivilleştirecek, demokratikleştirecek ve yarına taşıyacak anayasa önerisinin AKP ve HDP'den geldiğini görmüştük. CHP ile MHP'nin statükocu tutumları anayasa önerilerine de yansımıştı ve eğer bu komisyondan bir uzlaşı ile anayasa çıkacak ise bunun AK Parti ve HDP tarafından yapılabileceğine inanmıştık. Bakış açıları en yakın olan iki cephe vardı ve bunlar; sivilleşme ve demokratikleşme karşısında duran CHP-MHP ile sivil bir anayasa yazabilecek, çözüm sürecini yürütebilecek, ülkeyi demokratikleştirebilecek AKP-HDP cepheleriydi.

Bugün geldiğimiz noktada ise demokrasi cephesinin yara aldığını, birbirinden uzaklaştığı ve kasten uzaklaştırıldığını görmemek körlük olur. Dün yaşanan saldırı ise bu ayrışmayı körükleyen, her iki siyasi partinin kitlesini de birbirine daha fazla düşmanlaştıran bir hamle oldu. HDP'li  temsilcilerin "seni başkan yaptırmayacağız" iddiası ile AK Parti'ye içeriden ve dışarıdan destek vermeyeceğini açıklaması, CHP ile koalisyon kurabileceğini, hatta çözüm sürecinin gerekirse MHP'yle bile yürütüleceğini beyan etmeleri nasıl birçoğumuzu üzmüş ve şaşırtmışsa, AK Parti'li yetkililerin de milliyetçileşen söylemi, HDP'yi hedef alır tutumları bir o kadar üzücü ve şaşırtıcı olmuştu.

İmralı ile görüşmeleri yürütme riskini göze alan, çözüm sürecini başlatma iradesi gösteren, tabuları yıkıp "Kürt Sorunu" ifadesini kullanan AK Parti ve onun eski-yeni yöneticilerinin HDP'nin sergilediği bu uzlaşmaz tavra, İmralı'yı bir kenara itip sürecin etkili tek aktörü olma çabasına ve bunların neticesi olarak CHP ve merkez medya ile girdiği flörte vereceği tepkinin milliyetçileşmek olması her ne kadar anlaşılır ise de kendi argüman ve politikalarıyla da çelişki oluşturan bir izlenim verdiği ortadadır. 

Gönül isterdi ki seçim barajı çoktan %5 seviyesine çekilmiş olsun ve şu süreçte yaşadığımız gerginlik, stres, görünür-görünmez ve olur-olmaz seçim koalisyonları yaşanmasaydı. Gönül isterdi ki yeni anayasa çoktan yazılabilmiş olsaydı ve bu seçime, bugüne kadar yaşanan kazanımların kaybedilmesi korkusu ile girilmeseydi. Keşkelerin getireceği bir sonuç maalesef yok ancak keşkelerden alacağımız dersler olduğu aşikar. İşte bu derslerin alındığı; sivilleşme, demokratikleşme, ekonomik istikrar ve toplumsal barışa yönelik hamlelerin daha fazla gecikmeyeceği bir 8 Haziran sabahına uyanmalıyız. 

Yıllarca gerek ekonomik gerekse politik manada ülkenin zencisi muamelesi gören Muhafazakarların ve Kürtlerin birbirlerine ve kendi kitleleri içerisindeki gruplara kızgınlığı ve kırgınlığı elbette vardır. Dürüst olmak gerekirse benim muhafazakarlara da Kürtlere de tıpkı onların bana olabileceği gibi bir kırgınlığım var. İşte bu kırgınlık ve onun sebep olduğu kaygan zemin Gülen Paralel Örgütüne, Kemalist Statükoya, Oligarşik Medyaya ve düne kadar hepimize etmedikleri hakaret kalmayan türlü koalisyonlara fırsat vermemeli. Barışın kazanması için, çözüm sürecinin devam etmesi için başka seçeneğimiz var mı?     

21 Nisan 2015 Salı

Graduation Speech of Andreea Apostol: Commitment!

Let me share with you the graduation speech of my dear friend Andreea Apostol. She inspired me a lot!! 

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

“You are the enemy. You will be treated accordingly!” For months, this was the only echo that Louie Zamperini kept on hearing. While fighting in World War II, in Southern Pacific, his plane crashed and he survived, floating on the ocean for 47 days , with two other soldiers, his mates, and from one point onwards, with only one of them alive. He was afterwards captured by the Japanese troops and daily tortured , humiliated in the Japanese camps in ways I could not even  imagine , even if somehow I “lived” his story through the book, though the movie . Thankfully, I never experienced war, not even communist regimes, I can only use my intuition and relatively, limited imagination in order to understand what he went through. He survived the Japanese camps, he survived the war, returned back to the U.S. to his family, future wife, future daughter , future disequilibrium, regrets, feelings of revenge and nightmares drawing past emotions of the Japanese environment. Before that, Louie Zamperini competed for the Olympics, as an Italian athlete representing the U.S.A., breaking old records and establishing new ones in 1936 and met Hitler, while apparently, trying to steal a German flat, just meters away from the German leader. More than that, Louie was a restless soul, smoker at 5, drinking heavily at the age of 8, always in trouble , stuck in the police station. But , he always run!  

I bought the book with my second ever earned salary. I considered it at the beginning a relative waste of time, a relative classical war story but it proved to be the contrary. It became a movie, produced by Angelina Jolie and it somehow seemed a little too commercial for my general preferences. More than that, I doubted the level of fiction and non-fiction of this project. Or better said, actually life story.
It surely had an impact on me . Letting aside all the details of the book, the movie, the writer, the producers, I empathized a lot with the character . Because of only one reason, which could be strictly reduced to one single word.

Commitment.

According to Oxford Dictionary , commitment represents the state or quality of being dedicated to a cause, activity, etc. For me , Louie Zamperini’s commitment was to remain sane, more than anything else, to remember the taste of joy , the sense of reality, sometimes sense of humor, even in the darkest hours. His commitment was towards reaching the biggest dream he ever had. To run again for the Olympics. He did so. At age 80. In Japan.

Today, in paralel, I want to briefly mention to you some personal commitments. I say briefly because , letting aside this introduction I have only images in my mind, strict ones and I am not sure how much I could handle my emotions. Sorry about that.

I will invoke some of my own promises today and obviously, I will add the secret element, the already traditional „Thank you!” I will invoke those who, at this point of my life, mean the world to me.

As you may know, or guess, my parents are one of the primary sources of personal inspiration. Yes, I do ask questions and receive answers from daily experiences, books, soundtrack , leafs and metro stations but my parents are in many ways what I call home. That place where nothing bad can happen, that place where I feel the safest , happiest, in peace with my own thought and heartbeats.
Therefore, I want to say a simple, clean, thank you to my parents , who, no matter what may have happened , understood in time that there are kids in this world who really feel extremely good being restless, ageless as Peter Pan and occasionally as strong as Rocky Balboa. There are some as well, who prefer the easy way, the classical version of things, the borders of some others’ expectations. And then, there is me... I want to thank them for every single piece of sacrifice , for every single tear of relief, pain or happiness, for every single fear that we shared, for every single success that defines us. Thank you guys, for being there for me! I love you, always!

Secondly, I want to thank to the master kind who represents at this point the person who both personally and professionally guided me towards a better version of myself. Let me introduce you to the Albert Einstein version 2.0. highly updated . Let me introduce you to the bad cop – good cop version combined. Let me introduce you to a huge part of my soul. His name is prof. Soylemez the Magnificent. Oh wait, Soylemez Ozelit!

I want to thank him , even if he cannot be here, to see me „on air”, I want to thank him because the taught me to be self-critical , to have high standards if I really want to move forward , to see beyond pride and prejudice, to fight for my dreams but to never forget who I am , to remain humble and realistic, open-minded and focused, careful to the fact that a continuous demand for more and more , might not be the healthiest way of living life. I want to thank him no matter where he is! Thank you!

My heart is divided between Turkey and Romania, as well because of prof Aktan Uner, prof Ahmet Can and prof Demir Sakman. Adding to that a great friendship from Burcak, Helen, Ghedyy, Seren Korkmaz, Burak Yalim, Tolgay and Ibrahim .

Lastly but not least, thank you , Turkey!  

Lastly, but not least, I want to thank Louis Zamperini for adding a last contribution to the greatest belief that I now have stronger: Keep running! Without any shadow of selective blindness, 

I am convinced that I need to keep running towards Turkey, as home is where the heart is and home to me is Turkey and Romania.

Thank you!

Andreea Apostol
The only one picture that I took while we were having picnic in İstanbul with my dear friend Andreea Apostol
(From left to right: Fethullah, İbrahim, Zeynep Büşra, Merve, Seren, ANDREEA, Nadir, Halime) 



18 Nisan 2015 Cumartesi

Çilek'in Hikayesi Cesaret Vermeye Devam Ediyor!

Sanıyorum 4 yıl öncesiydi. Burada karalamıştım yine; çünkü etkilemişti beni ve sormuştum "kaç kişi var cesaret veren?" diye. O sorunun da etkisi oldu mu pek bilmiyorum ama hikaye sonra bambaşka bir hal aldı. Muzaffer Çilek'in hikayesi ilginçti zaten ve cesaret vericiydi ama benim de bu hikayeye kısmen de olsa katılacağım pek aklımda yoktu.

O gün yazarken daha rahattım, neticede hikaye onundu ve ben anlatıcı olarak oturmuştum klavyenin başına. Şimdi ise bir ilişki düzeyimiz var; o benim patronum demek içimden geçmese de öyle sanırım. Patron demek istemiyorum çünkü ben hikayesine tav oldum; vizyonuna inandım. Hal böyle olunca da yarım tuğla bile koymamış olmama rağmen bu vizyonun ve hikayenin parçası, içinden birisi hissediyorum kendimi ve patron diyemiyorum çünkü "patron" kelimesini kullanınca soğuk ve acımtırak bir tat kalıyor dudaklarımda. Fazla belagat ve edebiyata gerek yok, konuya girmem gerekiyor. Yine o gün, hiç bir ilişkimiz olmadığı zaman ki gibi düşünerek ve aslında hep olmaya çalıştığım objektif halimle anlatmalıyım olanları.

Muzaffer Çilek 2010 yılında Bosna Hersek Bursa Fahri Konsolosu olmuştu, o sıralarda da Bosna Hersek ile İlişkileri Geliştirme Merkezi Vakfı'nı (BİGMEV) kurdu. Muzaffer Çilek ismi bahsettiğim bu iki önemli görevden ziyade Türkiye'de daha çok hepimizin odalarını süslemiş, süslemesini hayal ettiğimiz Çilek Mobilya ile bilinir. Kısacası Muzaffer Çilek başarılı bir iş insanıdır. Eğer rakamlar artmamışsa, 5 kıta ve 65 ülkede Çilek Mobilya ürünleri satılmaktadır. Buraya kadar bahsedilenlerin hikayesi ise dediğim gibi daha önce yazdığım iki yazıda özet olarak mevcuttur.

1- Kaç Kişi Var Cesaret Veren 
2- Aliya'nın Hatıraları ile İç içe Bosna Hersek ile İlişkileri Geliştirmek 

Şimdi gelelim hikayenin yeni ve cesareti arttıran, motivasyonu yükselten, bir başka örnek oluşturan kısmına. Henüz 10 gün kadar önce Muzaffer Çilek'e yeni ve en az daha öncekiler kadar mühim bir görev tevdi edildi, artık Muzaffer Çilek Bosna Hersek Cumhurbaşkanı Bakir İzetbegovic'e danışmanlık görevini de yürütecek.

Hikayenin çok boyutu var. Bir Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olan Muzaffer Çilek'in dedelerinin memleketi olan Bosna Hersek'te Cumhurbaşkanı danışmanı olması. Bugüne kadar hep İngiliz, Amerikalı ve Avrupalıların bilmem hangi ülkenin önemli insanlarına danışman olduklarını duyduk. Şimdi bir Türkiyeli Boşnak, Bosna Hersek Cumhurbaşkanına danışman oluyor, aslında tek başına bir modeli, inancı, olabilirliği içinde barındırıyor. Yarın neden bir başka ülkenin cumhurbaşkanına, başbakanına veya farklı konumdaki bir yöneticisine içimizden birisi danışman olmasın? Türkiye'nin Ermenileri, Arnavutları, Kürtleri, Pomakları, Bulgaristan'dan-Makedonya'dan-Kosova'dan gelen soydaşları, Gürcüleri, Çerkesleri, Arapları, Yahudileri, Rumları neden bir gün dedelerinin geldikleri ülkelerde danışmanlık yapmasınlar? Bu başlı başına bir vizyon olamaz mı? İşte bu sorulara, bu eğilimlere, bu vizyona cesaret veriyor Muzaffer Çilek!  

İş insanı, fahri konsolos, vakıf başkanı ve şimdi de cumhurbaşkanı danışmanı. Her şeyden önce Allah yardımcısı olsun, görevini bundan önce yüklendiği görevler gibi başarıyla yürütmeyi nasip etsin demek gerekiyor. Başarıyla diyorum çünkü Çilek Mobilya'nın İnegöl'den dünyaya açılan hikayesi önümüzde duruyor, başarıyla diyorum zira Fahri Konsolosluk ve BİGMEV Başkanlığı ile oluşturulan ağı, ekilen tohumları ve ortaya çıkarılan ürünü bizzat gözlerimle görüyorum. İşte şimdi, bu yeni görevin henüz başında bir kere daha Muzaffer Çilek'in başarılı olacağına yürekten inanıyorum.

BİGMEV'in Bosna Hersek ile Türkiye arasında kalıcı köprüler kurmak için yola çıktığı 2010 yılından bu zamana kadar gözle görünen ne yaptığı hep sorulmuştur. Yaklaşık 1,5 yıldır bu kurumun gönüllü bir parçası olan ben bu sorulara defalarca muhatap oldum. Geçen zaman ve yapılan yatırım düşünüldüğünde yöneltilen eleştirileri insafsız bulmuyorum ancak ortada hiç bir şey yokmuş gibi yaklaşılması kabul edilebilir değil. Örneğin dünyada sadece 6 tane olan KOSGEB Eşleştirme Merkezlerinden birisi de Bosna Hersek'te ve bu görevi BİGMEV üstleniyor! Yıllardır hiç bir plan ve program olmaksızın gerçekleştirilen kardeş belediye anlaşmaları ile ilgili somut ilk çıktıyı BİGMEV hazırladı. Bugün, kırmadan-dökmeden ve bu zamana kadar yapılan başarılı çalışmalara harcanan emekleri görmezden gelmeyerek kardeş belediye çalışmalarına ivme kazandırmaya çalışan, önceliklerin istihdam ve sürdürülebilir ekonomik kalkınma olması gerektiği için bu alana yönelik projeler ortaya koyan da BİGMEV. Türkiye'den Bosna Hersek'e yönelik yatırım amaçlı heyetleri organize eden, ticaret odalarını ve ilgili iş heyetlerini Bosna Hersek'li muhatapları ile buluşturmak için her kapıyı çalan ve gerekli organizasyonu sağlayan da BİGMEV.

Peki BİGMEV Bosna Hersek'e Türkiye'den kaç milyon-milyar dolarlık yatırım getirdi? Karşılaştığım en yaygın sorulardan birisi bu ve maalesef her zaman olduğu gibi sadece sonuca yönelen bir yaklaşımı içinde barındırıyor. Oysa sonuca ulaşana kadar gidilecek çok fazla yol var ve BİGMEV bu anlamda büyük, hem de epey büyük bir mesafe katetti. Önce algıları düzeltmek, sonra yargıları ve elbette ön yargıları kırmak gerekiyor ki bu işin en zahmetli kısmı. Bir de bunun iki boyutu olduğunu bilmek gerekiyor; Türkiyeliler ve Bosnalılar. Her iki tarafın da birbirini tanıması, eksik-yanlış algı ve yargılarını değiştirmesi, uyumlu bir düşünce tarzına ulaşması ve hepsinin sonunda işbirliği yapması... BİGMEV yıllardır bu süreçlerin içinde baş aktörlerden biri oldu. Çok kişinin yok olmadı deyip vazgeçtiği aşamada BİGMEV pozitif duruşu ve inancı ile direndi. İşte bu yüzden Cesaret Verdi!

Şimdi yepyeni bir aşama bekliyor BİGMEV ve Başkanını. Muzaffer Çilek yıllardır biriktirdiği tecrübe, her iki tarafa dair sorunlara yönelik bilgi birikimi ile Cumhurbaşkanı Bakir İzetbegoviç'e danışmanlık gerçekleştirecek. Bizzat birinci elden, politika yapım sürecinin en tepesindeki kişiye Türkiye ve Bosna Hersek arasındaki ekonomik ilişkileri geliştirmeye yönelik BİGMEV'in 5 yıllık  tecrübesini aktaracak. Elbette Muzaffer Çilek tüm bunları tek başına yürütmeyecek, BİGMEV'in Saraybosna'daki ofisinde çalışan genç-dinamik ve yetenekli ekibin de üzerine büyük bir yük düşüyor. İsimsiz kahramanlar; Selmo Cikotic, Adis Alagic, Esat Bazdar, Almir Mukaca, Haris, Muhammed, Sulejman, Nadis, Adnan, Zaim, Behija. Her biri bugüne kadar yaptıkları başarılı işleri daha büyük bir şevkle yapacaklar. Muzaffer Çilek gibi başarılı bir iş insanı, vakıf başkanı, fahri konsolos ve danışman liderliğinde her biri farklı konularda bilgili, Türkçe-Boşnakça-İngilizce-Almanca dillerine hakim bu ekip için yepyeni bir dönem başlıyor! Muzaffer Çilek ekibine ve bize cesaret vermeye devam ediyor... Hayırlı-uğurlu olsun!    

Sedat Laçiner'in Hazin Hikayesi

Sedat Laçiner; 2006 Davos Küresel Genç Lider Ödülü sahibi, Türkiye'nin güzide düşünce kuruluşlarından birisi olan USAK'ın kurucu başkanı, 2011 yılında kazandığı seçimlerle birlikte Türkiye'nin en genç rektörü. Bizim Sedat Hocamız, ders listelerimizde adı yazan ama hiç dersini alamadığımız, sırf bu yüzden Ankara yollarını aşındırdığımız meşhur Sedat Hoca! Tartışma programlarının vazgeçilmezlerinden, doğrucu davut Sedat Laçiner!

Bugünlerde birçoğumuzu suküt-u hayale uğratan da yine aynı Sedat Laçiner. Şubat 2015'te yapılan rektörlük seçimlerinde tekrar aday olan, 50 oy farkla birinci olan ancak YÖK tarafından ikinci sırada Cumhurbaşkanına sunulan ve nihayetinde rektör olarak atanmayan Sedat Laçiner. 2013 yılında İran ve Şiilik üzerine yaptığı demeçler sebebiyle lince uğradığında, haksızlık karşısında susmak bana yakışmaz diyerek kendisini savunduğum ve hakkında "Türk'ün Türk'ten Başka Düşmanı Var mı?" başlıklı yazıyı yazdığım Sedat Laçiner. 

Kendisine kırgınlık ve kızgınlığımız yeni değil, zira Biga İİBF'de okurken ve ders listemizde adı geçmesine rağmen kendisiyle müşerref olamadığımız zamanlarda da kulaklarını çınlatırdık. Ne zaman Ankara Eğitim Gezi'lerimiz vesilesiyle kendisini tanıdık, idealine şahitlik ettik ve dedik ki; neyse o gelmese de olur, Ankara'da da en az bizim dersimize girmesi kadar mühim işlerle uğraşıyor, düşünce kuruluşu yokluğu çeken ülkemize bir kurum kazandırmanın telaşıyla çalışıyor. Ne de olsa Yücel Acer hoca vardı bölümün başında, tüm birikimi ve fedakarlığı ile bizler için elinden geleni yapmaya çalışıyordu.

Sedat Laçiner hoca ile defalarca görüştüm, yazılarını özenle okudum, konuşmalarını pür dikkat dinledim. Yüksek Lisans tez dönemi geldiğinde onunla çalışmak en büyük arzularımdan biriydi ve şansımı zorlamıştım. Elbette olmadı, o meşguldü, Biga ile pek de ilgilenmiyordu zaten. 2011 yılında rektörlük için aday olduğunda ve kazandığında en çok sevinenlerden birisi oldum. Kendisine olan sitemimi de gizlemeden: "Hocam 5 sene kaldığım üniversitede sizinle çalışmak kısmet olmadı, size üniversiteye uğramadığınız için hep kızdım ama bugün Rektör olarak geri dönüşünüze çok mutluyum, üniversitemize çok büyük katkı sağlayacağınızdan eminim" mealinde bir e-posta gönderdim. Yanıldığımı sanmıyorum; Sedat hoca rektörlüğü döneminde üniversiteye önemli hizmetler yaptı, başarılı bir rektörlük dönemi geçirdi ve ikinci kez aday olduğunda oyların çoğunu alacağından da şüphem yoktu ama benim gönlümden geçen yıllarca aksatmadan Biga'da derslerini veren, ne zaman kapısını çalsak elinden gelenin daha fazlasını yapmak için mücadele etmiş, akademik kalitesinden kimsenin sual edemeyeceği ve Sedat Laçiner'in USAK'ı kurarken, rektör olurken en büyük desteği aldığı ve vefa borcunun çok olduğu Yücel Acer hocamdı. Yücel Acer'in rektör olmasını istiyordum çünkü çoktan hak ettiğine inanıyordum. 

Yücel Acer bölüm başkanımızdı, öğrenci topluluğumuz ne zaman etkinlik yapsa ilk sırada oturur bizleri yalnız bırakmazdı, gerek akademik gerek insani konularda olsun ne zaman başımız sıkışsa hiç çekinmeden kapısını çalabilirdik. Öğrencileri ve diğer akademik personelle olan ilişkisi tek kelime ile hepimiz için örnekti. 2011 yılında kendisi de aday olabilecekken Sedat Laçiner'in kampanyasını yürütmeyi tercih etmiş, sahnede olmaktansa yine arka planda çalışmayı istemişti. Yıllarca Çanakkale ve Biga'ya uğramayan Sedat Laçiner'in bir anda gelip rektör olmasında payı en büyük olan kişiydi. 10 yıldan fazla emek verdiği Biga'dan kaçmak için fırsat kollayanların arasındaydı ve orada kalmaktan gocunmayan nadir insanlardandı. Yücel Acer için akademi televizyondan, popülariteden çok daha öteydi ve böyle mütevazi bir kimliğin ÇOMÜ'ye rektör olması gönlümden geçiyordu.

Israrla gönlümden geçiyordu diyorum zira oy hakkım yoktu. O güzel ilçede, Biga'da 5 yıl geçirmiş, arkadaşlarımla çok güzel etkinlikler gerçekleştirmiş, üniversitemi sevmiş birisi olarak gönlümden bunlar geçiyordu ve ben de gönlümde olanı dilime vurdum. Yücel Acer'in adaylığını öğrendiğim ilk dakika tıpkı zamanında Sedat Laçiner'in adaylığında olduğu gibi çok sevindim. Biliyordum iki dostun yarışıydı bu fakat benim tarafım belliydi. Yücel Acer bu görevi çoktan hak etmişti. Bireysel olarak sosyal medya hesaplarımdan Yücel Acer'in rektör olmasının doğru olacağını, gönlümün onunla olduğunu beyan ettim. Sedat Laçiner ile de tanışıyorduk, o da benim bir hocamdı lakin hepimiz olgun insanlarız diye düşünüyordum. Sedat Laçiner'in beni twitter'da takip etmeyi bırakmasını belki anlardım ama bloklayacağı aklımdan bile geçmezdi. Seçimler bittiğinde ve Yücel Acer hocam Cumhurbaşkanı tarafından henüz atanmadan önce Sedat Laçiner'in demogojiye başladığını gördük. "Cumhurbaşkanı sandığa önem verir, ÇOMÜ'nün iradesine saygı duyacağından şüphe etmiyorum" mealinde tweetler atıyor ve sadece 50 oy fark ile önünde olduğu Yücel Acer'in atanmasının siyasi bir karar olacağını ima ediyordu.

Ben de twitter üzerinden buna itiraz ettim. İkinci sırada olan bir rektör adayının atanmasının anormal olmayacağını, hele ki Yücel Acer gibi ÇOMÜ'ye yıllarca hizmet etmiş, tüm dinamiklerini bilen ve hatta son rektörün seçilmesinde bile büyük rol oynayan birisinin 50 oy fark ile ikinci geldiği için ihmal edilmesinin hata olacağını belirttim. Yücel Acer'in seçimlerde ikinci olmasının ÇOMÜ'ye rektör olarak atanmasına engel olmayacağını, yaptığı hizmetlerin ve fedakarlığın bu oy farkını fazlasıyla kapattığını ifade ettim. Hakaret ve küfür içermeyen bu tweetlerimin Sedat Laçiner'in beni bloklamasına sebep olabileceğini elbette düşünmemiştim. Sedat Hoca'nın hiç değilse demokrat, eleştirilere açık ve onu desteklemeyenlere de saygılı olduğuna inanırdım. Bu tavrını görünce acaba rektör olarak atansa onu desteklemeyenlerin başına ne gelirdi diye düşünmedim de değil.     

Seçim bitti, atanma gerçekleşti ama Sedat Laçiner'in siyaseti ve demagojisi maalesef bitmedi. Önce bir bilgisayar üzerinden başladı demagojiye, yeni rektörün kendisinin bilgisayarına el koyduğunu fotoğraflar eşliğinde sosyal medya üzerinden duyurdu. İşin aslı ise zaten rektörlüğe zimmetli olan bilgisayarın kendisi tarafından görev süresinin sonunda, akabinde geçeceği fakülteye taşınmış olması ve yeni gelen rektörün doğal olarak son dakika fırsatçılığına müsaade etmemesiydi. Makamlar bırakılırken nasıl ki koltuklar ve masalar taşınmaz ise o makamın bilgisayarının taşınması da kabul edilecek bir şey değildir. Nihayetinde istenen bilgisayar Sedat Laçiner'in şahsına ait de değildi.

Konu bilgisayar ile bitmedi ve Sedat Laçiner'in demagojisi "Biga'ya Sürgün" haberi ile taçlandı. "Çanakkale'de Mobbing" ifadesinin de itinayla sıkıştırıldığı haberi yine Sedat Laçiner'in facebook paylaşımı üzerinden gördüm. Eski rektöre göre Biga'ya gitmek sürgün imiş! Çanakkale merkezde bulunan İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nin derslere henüz başlamadığı düşünüldüğünde yeni rektör Yücel Acer hocanın Sedat Hocayı Biga'daki İİBF'ye göndermek istemesi kadar normal bir şey olamaz. İdari bir görevi olmadığına göre bu vakitten sonra Sedat Laçiner'e düşen şey öğrencilerle buluşmak ve derslere girmek değil midir? Fakat bahsettiğim gibi Sedat Laçiner Biga'yı eskiden de sevmezdi, ders listelerinde adı olmasına rağmen onu Biga'da göremezdik. Şimdi oraya gitmek istememesi kadar normal bir şey yok fakat burada "mobbing" ve "sürgün" ifadeleri ayıp olmuyor mu? Hiç değilse orada hali hazırda okuyan 5 bin civarındaki öğrenciye, bizim gibi orada 4-5 yılını geçirmiş eski öğrencilere, senelerdir orada yöneticilik görevleri de dahil olmak üzere çalışan, çabalayan akademik personele hakaret değil mi bu yaklaşım? 

Ben 5 sene boyunca Biga'da çok güzel zamanlar geçirdim. Harika dostluklar kurdum, çok güzel insanlarla tanıştım. Zaman zaman eleştirdim ancak verili şartları el ele verip nasıl ileri götürürüz düşüncesiyle arkadaşlarım, Bigalılar, Biga'daki yerel yöneticiler, dekanlarımız ve öğretim üyelerimizle işbirliği içerisinde harika işler yaptık. Sedat Laçiner hoca bu zamanlarda Ankara'da, İstanbul'da ve yurtdışı seyahatlerindeydi. Biz onu da makul görmüş, okulumuzun ismini duyuruyor, neticede ne yapsa altında ÇOMÜ yazıyor diyerek mutlu olmuştuk. 

Yücel Acer hiç bir dersini aksatmadan Lapseki ile Biga arasında git-gel yaparken, Mehmet Bülent Uludağ İzmir-Biga arasında yeri geldiğinde odasında uyku uyumayı göze alıp derslerini ve bizi ihmal etmezken, Mehmet Hasgüler Kıbrıs, Ankara, İstanbul hattında koştururken Biga'ya uğramayı eksik bırakmazken, Soner Karagül Sedat Laçiner isminin yazılı olduğu dersleri bizlere anlatmaktan yorulmazken ve Yunus Yoldaş, Ruhi Güler gibi hocalarımız bizim gelişimimiz için ellerinden geleni ardına koymazken Sedat Laçiner şimdi Biga'da olmayı, oradaki öğrencilere ders vermeyi sürgün mü sayıyor!? İşte ben bunu kabul edemiyorum Sedat Hocam, beni sevmeyebilirsiniz, görüşmek istemeyebilirsiniz, sosyal ağlarda bloklayabilirsiniz ancak Kırıkkale Keskin'den Küresel Genç Lider Ödülü almaya uzanan başarı hikayenizin geldiği nokta bu olmamalıydı.

8 Mart 2015 Pazar

Kemalizm-Tayyibizm veya Başkanlık Sistemi

Gündemimiz malum "Başkanlık Sistemi" ve yaklaşan seçimler. Ayrıca Euro ve Dolar'ın Türk Lirası karşısındaki hızlı ve istikrarlı yükselişi var ki "ekonominin" alanı olması hasebiyle şimdilik bir kenarda dursun.

Türkiye'de başkanlık sistemi tartışmaları hepimizin bildiği gibi yeni bir şey değil. Ayrıca 1923 ile 1938 arasındaki döneminin de bir nevi başkanlık olduğu iddia edilebilir. Zira Mustafa Kemal Atatürk'ün Çankaya'da "sembolik" bir rol oynadığını kimse iddia etmeyecektir. Eğer böyle bir iddia söz konusu ise bu durumda da cumhuriyeti kurdu, inkılapları gerçekleştirdi, başöğretmen oldu, kadın haklarını verdi, ve sair söylemler havada kalacaktır. Mustafa Kemal Atatürk'ün 15 yıllık cumhurbaşkanlığının akabinde İsmet İnönü'nün 12 yıllık cumhurbaşkanlığı da en azından "milli şef" olması açısından herhalde pek "sembolik" olmamıştır. Bu iki ismin "bağımsız" cumhurbaşkanı olmadığını da eklemek de yarar var. Zira son dönemde cumhurbaşkanının bağımsızlığı ve tarafsızlığı sıkça gündeme geldi ve malum Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) birer mensubuydular.

Başkanlık sistemine geçiş ile ilgili temel itirazlardan birisini "tek adam rejimine" dönüleceği kaygısı oluşturuyor. Elbette buradaki tek adam da Recep Tayyip Erdoğan. Dürüst olmak gerekirse benim de endişelerim yok değil. Zira Türkiye'de "tek adam" döneminde yaşananlara şöyle bir göz attığımızda endişelenmek için yeterli sebep bulmak çok kolay. Fakat böyle acı bir tecrübenin içerisinden geçmiş bir toplumun tekrar aynı hatayı yapacağını varsaymak da pek akla yatkın değil. Mutlaka kraldan çok kralcılar oldu, oluyor ve olacak. Ayrıca bu durum geçiş dönemleri için çok da anormal değil. Türkiye'nin ulus devlet paradigmasını silkeleyip attığı, yerine daha adem-i merkeziyetçi ve farklılıkları zenginlik olarak kavrayan bir anlayışa doğru evrildiği şu günlerde elbette endişelerimiz ve ümitlerimiz de her olağan zamandan daha farklı bir hadde seyrediyor. Başkanlık sistemi ne getirir ne götürür, esasen nedir, niçin gereklidir veya niçin gereksizdir gibi sorular etrafında tartışma yürütemiyor olmamız da esasen bu duyguların, yani endişe ve ümitlerin toptancılığı, olağanüstülüğü ile yakından ilgilidir.

Muhakkak tek adamcılığı istememeliyiz. Kemalizmin ikamesi elbette Tayyibizm olmamalı ve bunun için hep birlikte mücadele vermeliyiz ancak mevcut durumu da bir kabus haline getirmek önümüzdeki günler açısından hiç sağlıklı değil. Başka bir ifade ile gece uyurken gördüğümüz kabusu gün içerisinde yaşayacakmış gibi davranmak hiç birimiz için hayırlı bir durum değil. Türkiye'nin son 15 yılda hem İran, hem Malezya, hem Model Ülke, hem Ekseni Kayan Ülke olduğu gerçeği elimizde bir veri olarak duruyor. İçeriden ve dışarıdan bir takım çevrelerin gördükleri kabusları günün gerçekleri olarak addederek tavır alması kimseye yarar sağlamış değil. Aksine bu varsayımlar toplumu daha fazla geriyor ve kutuplaşmayı körüklüyor. Elbette burada politikacıların keskin dillerinin de büyük sorun olduğu not edilmeli. Birileri "Cumhuriyeti Yedirmiyor" diğerleri "Yeni Türkiye" kuruyor fakat esas olan cumhuriyetin sürekliliği içerisinde sistemin yenilendiği, kapsamlı bir reform sürecinin gerçekleştiğidir ki bu sanırım her birimiz için elzem olandır.

Başkanlık sistemi olur veya olmaz ancak bunu tartışamıyor olmamız büyük sorun. Daha da kötüsü Başkanlık sistemi ile kesinlikle anti-demokratik bir adım atılacağı, ülkenin mutlaka eyaletlere bölüneceği gibi hayal ürünü düşüncelerin rağbet görüyor olması. Birincisi başkanlık da gayet demokratik olabilir, ikincisi ise başkanlık sistemi demek mutlaka federalizm veya eyalet sistemi demek değildir. Sanıyorum dünya üzerinde kabul edilmiş ve amiyane tabirle şıkır şıkır işleyen bir sistemden bahsetmemiz mümkün değildir. Yarı-Başkanlık, Başkanlık veya Parlamenter sistemin kendilerine göre zayıf, eksik yanları olduğu gibi uygulandıkları mekana-zamana-topluma göre de gerek negatif gerekse pozitif farklılıkları mevcuttur. Amerika Birleşik Devletleri'nde iyi olan başkanlık sistemi bazı Latin Amerika ülkelerinde kötü sonuçlar vermiştir. İngiltere'deki parlamenter sistem ile Lübnan'daki parlamenter sistemin işlevleri ülkelerin kendi toplumsal dinamikleri açısından birbirinden tamamen farklıdır. Yarı-Başkanlık Fransa'da üniter yapı içerisinde kendi sorunlu yanlarını barındırırken diğer yanda Rusya'da federal yapı içerisinde bir yarı-başkanlık sistemi tesis edilmiştir. Uzun lafın kısası yönetim biçimlerinin adları aynı olmakla birlikte işlevleri değişkenlik gösterebilir. Farklı bir ifadeyle belirtmek gerekirse; suyun kaynama derecesi genellikle 100 olarak kabul edilir fakat gerçekte suyun kaynama derecesi hava basıncıyla bağlantılı olarak değişim gösterir. Başkanlık Sistemi de toplumsal koşullara, siyasi kültüre, sistemi oluşturan yasalara ve özellikle anayasal çerçeveye göre değişkenlik gösterecektir.

Türkiye'de mevcut durum bir "absürt komedidir". Maalesef geçtiğimiz yıllarda yapılan trajikomik müdahaleler bugün içinde yaşadığımız absürt sistemi oluşturmuştur. Anayasal olarak yürütme yetkisi Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu'na verilmiştir ancak eylemde genellikle cumhurbaşkanları "sembolik" roller üstlenmiş, mevcut yetkilerini kullanmamıştır. Türkiye'nin parlamenter sistem olduğunu iddia edenler, kullanılmadığı için cumhurbaşkanına tanınan yetkileri yok saymaktadır fakat geldiğimiz aşamada halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı ile bunu sürdürmek olanaksızdır. Türkiye bugün adı parlamenter olan bir yarı-başkanlık sistemine sahiptir. 2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Abdullah Gül'ü seçtirtmemek için 367 anayasal çoğunluk saçmalığını ortaya atanlar bugün başkanlık sistemi tartışmasını da endişe ile karşılarken, geldiğimiz aşamanın mimarları olduklarını unutmuş görünüyorlar. Zira cumhurbaşkanını halkın seçmesine karar verilen referandum bizatihi Abdullah Gül'ün seçimi sürecinde yaşanan siyasi krizlerin sonucunda gerçekleşmiştir. Daha düne kadar parlamentoyu kilitleyip cumhurbaşkanı seçimini krize dönüştürenler bugün halkın seçtiği cumhurbaşkanını mevcut yetkilerini kullandığı için acımasızca eleştirmektedir. Halka rağmen halkçılık geçmişine sahip bu siyasi aklın bizzat halk tarafından seçilen cumhurbaşkanını meşru görmemesi, yetkilerini kullanmasını münasip bulmaması da eski hastalıklarının devam ettiğini göstermektedir.

Aynı siyasi akıl başkanlık tartışmasına dair hiçbir entelektüel katkı sunmazken, yıllardır sürdürdükleri "istemezük" tavrını devam ettirmekte ve temel argüman olarak anti-demokratik bir sistem kurulacağından bahsetmektedirler. Fakat gözden (bilerek) kaçırdıkları nokta epey mühimdir; Türkiye'de ilk kez halk cumhurbaşkanını seçerek parlamenter demokrasinin ilerisinde bir adım atmış, cumhurbaşkanı eskiye nazaran çok daha demokratik bir şekilde seçilmiştir. Şimdi talep edilen ise bu ileri adımın ortadan kaldırılması ve eskiye dönüştür. Türkiye'de değişim ve reform teorik değil pratik olarak gerçekleşmekte ve bu durum şuan içinde yaşadığımız "parlamenter sistemde halkın seçtiği cumhurbaşkanı" şeklindeki absürt durumu oluşturmaktadır.

Maalesef Türkiye'nin son 15 yılı eski sistemin daimi koruyucusu dar bir grup (merkez) -ve etkisi altındaki gruplar- ile yeni bir sistem oluşturmak isteyen geniş kitleler arasında çetin bir mücadeleye sahne olmuştur. Atatürkçülük ve Milliyetçilik gibi topluma öğretilmiş tabuları temel alan bu merkez grup medya üzerinden algı yönetimini sürdürürken, askeri ve yargı bürokrasisi üzerinden de değişime direnç göstermeye çalışmıştır. Diğer tarafta ise bu dar fakat güçlü merkeze karşı mücadele eden geniş ancak medyada bürokraside güçsüz çevre ilk 10 yılını güç temerküzü ile geçirmiş ve bunun için gönülsüz ve hatta zorunlu ittifaklar gerçekleştirmiş ancak günün sonunda ittifak ettikleri ile mücadele eder konuma düşmüştür. Gelinen bu aşamada dün güçsüz olan çevrenin uzun süren güç temerküzü ve devlet yönetme tecrübesi ile merkezi oluşturduğu ve yeni sistemi kurma hedefinde son aşamaya geldiği söylenebilir. Başkanlık sistemi ve bu minvalde yapılacak yeni anayasa uzun erimli ve sabır yüklü bir mücadelenin taçlandırılması olacağı gibi eski dar merkez grubun yıllardır sürdürdüğü değişime karşı olan direnci bitirecektir. Bundan sonra mühim olan kurulacak yeni merkezin geçmişin hatalarından ders çıkarmış olması ve vatandaşlık hukukuna dayalı adaletli bir sistem tesis etmesidir. Başka bir ifadeyle; kimin yönetimi veya merkezi elinde bulundurduğunun öneminin kalmadığı, devlet başkanının kim olduğunun mühim olmadığı, devletin yönetiminin şeffaf, adil, çoğulcu olduğu yeni bir sistemin tesis edilmesi uzun yıllara yaslanan bu mücadelenin başarısı olacak ve mücadelenin liderliğini Türkiye siyasi tarihine altın harflerle yazacaktır. Aksi bir durumda ise düşünmek bile istemediğimiz şekilde; canavarına benzemiş, öç alma duygusunun adalet duygusuna galip geldiği, Kemalizmin bir başka versiyonu olan Tayyibizm ile sonuçlanacaktır.

Dolayısıyla mühim olan başkanlık mı, yarı-başkanlık mı veya parlamenter sistem mi olacağı değil; kurulacak sistemin bize neler vaat ettiğidir. Toptan reddiyecilik ile külliyen kabullenme yerine akılcı-eleştirel bir tartışmaya ihtiyacımız var. 

19 Şubat 2015 Perşembe

After 7 years of Independence Kosovars Fleeding the Country


Kosovo has just celebrated the 7th year anniversary of its independence from Serbia on 17th February 2008, while the numbers of Kosovo citizens trying to illegally enter the Europe Union is on the rise. According to the Hungarian police report, around 4400 people from Kosovo were arrested in a week while trying to pass the Serbian-Hungarian border illegally. Approximately 50.000 people have left from Kosovo in recent months, according to Kosovo Intelligence Agency. The migrants, who leave from the country with the hope of gaining asylum in the EU countries, firstly travel to Serbia with their ID cards and then try to pass the border of Hungary at night either by themselves or with the help of smugglers.

After 7 years, the disputes over independence are not taking any more attention while the socio-economic problems of Kosovo have become more visible throughout the time. I visited Kosovo aftermath of its independence and wrote a piece which covered that despite the fact that Kosovo is an independent country, it seems more or less global village with the international institutions that appeared everywhere such as the NATO and the EU. Moreover, without any doubt the biggest challenge for the country was youth unemployment which was clearly understandable from the first sight if anyone looked at the crowd at cafés and bar shops within the working times. Friends from Kosovo blamed me for not being patient enough and even criticised me as being traitor to a country which I consider as a brother land.

Main motivation of mine was a kind of being a good and honest friend of Kosovo while criticising institutions of Kosovo in terms of being corrupted and not working properly. And today I am very sad to see that main problems such as young unemployment and institutionalization have been the topics which did not get enough attention from the politicians. There is no doubt that nation building, institutionalization and such processes take times. Kosovo declared its independence in 2008; however, it has been under the mandate of the UN since 1999. In other words, we should not consider the date of independence as start point for the development of Kosovo.

Kosovo has been under the rule of Democratic Party of Kosovo (PDK) with the leading role of Hasim Thaci, one of the former-leaders of Kosovo Liberation Army (KLA-UÇK), since its independence in 2008. Last parliamentary elections held on June 2014 and Thacis PDK declared slight victory which was followed by Isa Mustafas Democratic League of Kosovo (LDK). There had been six months political stalemate which ended by the deal between two major parties. Although Thacis PDK slightly won the elections, the new government formed with Isa Mustafas LDK and Mustafa took the chair of prime minister while PDKs Thaci, ex-prime minister, took the position of Ministry of Foreign Affairs and kept the promise to be a nominated as presidential candidate by two parties which enable him to be the fourth president of Kosovo.

While the political elites are looking for a chance to maintain their power, -as it has been the case for Hasim Thaci- aftermath of the excitement and happiness of having an independent state, people of Kosovo started to feel isolated by not having visa liberalization from the EU, moreover, the stories about independence are not satisfactory anymore. At least, the expectations from the independence as reward of being under the UN mandate for almost 10 years have not become truths yet.    

One of the chronic problems of Ex-Yugoslav countries except Slovenia, which has always been different case, is political deadlocks that slow-down all development processes, specifically the most urgent one, economic development. Political stalemates have been occurred everywhere but never more than any Balkan countries. Most recently it is happening in Bosnia and Herzegovina, where the previous government could form after 14 months to the elections. As mentioned above Kosovo held last elections on June 2014, however, formation of government took 6 months. Political deadlocks and long last political agreements cause instable environment for investors as it is case for Kosovo. Hykmete Bajrami,Trade Minister of newly formed government of Kosovo, has said that Kosovo experiencing a fall in foreign direct investments. According to the minister, foreign direct investment was 121.7 million euro in the first three-quarters of 2014 compared to 258 million euro in foreign direct investment for the entire year of 2013.


Independence of Kosovo was an important step and excellent work has been done by getting recognition from 108 of 193 member states of the United Nations in short period of time. Furthermore, the ongoing negotiation process with Belgrade should be considered being brave and courage enough. Despite the all those achievements, the first expectation of people of Kosovo is solution for unemployment which is the core reason of current waves of people from Pristine bus station to Belgrade and then to the EU countries for gaining asylum. Rivalry between political parties and elites should be left behind for the sake of Kosovo until the time that stable economy created, prosperity of people of Kosovo provided. Otherwise, there will be more difficult times in which Kosovo struggled a lot, although its recognized and respectful independence.

15 Şubat 2015 Pazar

Was born on 14th February

Dear Friends, Brothers, Sisters, and Relatives;

As most of you know that yesterday I celebrated 28 years birthday of mine! Actually and rather than me you all made my day and celebrated it. Those celebrations reminded me how beautiful times I’ve spent with such people like you. I basically amazed that how I could manage to have a lot of friends from north to south and east to west parts o the world.   

Some of you may have never got any celebration from my side by the time of your birthdays and some of you neglected by me many times. Those omissions were not intentionally but still make me blame myself! Thus, I firmly apologize from all of you who might have felt forgotten.

There are many excuses for such mistakes; all of us have been dealing with many things in that life for the sake of being successful, making career, earning pocket money, or whatever so.

Besides all challenges what I find out is that the most meaningful part of life is having people around you who wish from their heart many good things to one another.

Since I am Muslim and even sometimes trying to understand why I am so, you all helped me in this regard to find out what is the core part of believing in God! It is definitely told in this sentence: “You will not enter Paradise until you believe and you will not believe until you love one another. Shall I show you something that, if you did, you would love each other? Spread peace between yourselves.”  
At this point, what I have been doing is trying to helpful to all people and spreading the hope for a better life... And the possibility of being rich and feeling rich even though without any money!  

The most successful career for me in this regard is being a good person with of course its own mistakes. Human being is created mistaken and imperfect! Or let’s say existence of human being is imperfect!  

Why I am very happy today is despite all my mistakes and imperfection, I surrounded with such a good people who are given by God to me as the best present!

There are many obstacles in this life in which we all find ourselves feeling lonely and powerless. However, those are the moments of being tested and whoever either has helped one another or spread the message of hope and peace, will get some help and feel of hope from someone else, sometimes even from some strangers. That’s way the friendship and trying to be a good person is the most successful career within our short lives.

I am neither a philosopher nor a teacher or do not have any affiliation related with teaching or methodology, however I am an ordinary person who has his own stories, experiences, and even more principles. Thus, I think that all experiences of human being are worth sharing with others. Otherwise, how could we learn from one another?

For the last words, I am grateful to God because of the existence of such friends who have always been with me and taught me one of the main points of life! I am grateful to all my friends who have always been honest towards me and remembered me in difficult times. Good days can be passed alone but the times of sadness and being powerless are not same and make us feel in a need of friends. I hope and will try to be with all of you in your difficult moments rather than just hoping for you to not to have bad days in your lives.

Thanks once more that you made my day great! You made me think about the past, present, and the future. You made me feel great and you also made me shameful sometimes... There is one well-said sentence; “I may forget what you did to me but will never forget how I feel that time.”

I wish you all the best my dears!  

13 Şubat 2015 Cuma

Needless Shame for Muslims

Recent barbaric-horrific terror attack to the well-known French magazine Charlie Hebdo warmed up and drew attention to the ongoing debates on integration, immigration, relations between the West and the East, Islamaphobia and so on. Firstly and without any doubt, all human beings must condemn this coward, cruel and outrageous attack. I firmly condemn the terror and give my condolences to the families of the deaths.

Many experts, scholars, journalist, well-known activists has wrote many things after the sobering incident. Furthermore, one of the biggest marches of recent times has organized by France and more than 50 head of state attended this unity march which sent a strong message to the world about consciousness and unity against terrorism.  All of these are the important and should be supported by everyone. However, many strange, unacceptable and pointless reactions such as Robert Murdoch’s tweet, “Maybe most Moslems peaceful, but until they recognize and destroy their growing jihadist cancer they must be held responsible.” have seemed aftermath of the incident. Basically Murdoch’s tweet as reaction to the horrific event was unacceptable and simply fascistic. I describe it as fascistic in basic terms because of not about being Muslim but more about being human. As being such a man; well-known, visible, educated, more or less influential, Robert Murdoch should at least know that these kinds of comments and arguments only serve to increase hatred towards Muslim and vice versa.

I would like to tell in advance that recent terrorist attack to the Charlie Hebdo has nothing with Muslims and Islam as many different terror attacks had happened during the history of human being. It is simply because of not religion and there has not yet been any religion, which order to kill or torture, in the world. One may and should ask then; “Why murderers-terrorists -or whatever you call- attacked Charlie Hebdo or terror organizations such as ISIS and Al-Qaeda have been using religion and religious motivation for their existence?”.

Terror has always been using victimhood and feeling of injustice to recruit and motivate people for the most barbaric events of the world. Let’s make it simple and take the cornered cat as an example. If you follow up a cat and cornered, what would be the reaction of it? First the cat tries to escape and get its freedom back, if not successful then tries to beat you up by scratching. The cat attempts to scratch which should be read as using its entire means of power. Otherwise, the only choice of the cat is to accept being domesticated and follow up the orders of ruler, owner, governor or whatever it is. Even more the cat started to be dependent on the ruler-owner in terms of all means as such food, water etc. In this case if the ruler-owner of the cat is fair, conscientious and wise, there won’t be necessarily conflict between the owner-ruler and the cat. Needless to tell what will happen if the conditions are different?


Surely, nothing can justify violence, killings, torture, and brutality while all these unacceptable events cannot be perceived as one-sided. One might kill others in the name of everything as it proofed in the historical books. If the case is organized crime or terrorism, one also may find many reasons as motivations which lie behind its barbaric event. However, the most important responsibility of human being is not to create or prepare the ground for those motivations and not let people to feel treated unjust. Justice is the key word and comes before everything even rule of law. Rule of law is one of the principles of democracy but as human being faced many times in the history, rule of law has not been provided justice many times.