8 Mart 2015 Pazar

Kemalizm-Tayyibizm veya Başkanlık Sistemi

Gündemimiz malum "Başkanlık Sistemi" ve yaklaşan seçimler. Ayrıca Euro ve Dolar'ın Türk Lirası karşısındaki hızlı ve istikrarlı yükselişi var ki "ekonominin" alanı olması hasebiyle şimdilik bir kenarda dursun.

Türkiye'de başkanlık sistemi tartışmaları hepimizin bildiği gibi yeni bir şey değil. Ayrıca 1923 ile 1938 arasındaki döneminin de bir nevi başkanlık olduğu iddia edilebilir. Zira Mustafa Kemal Atatürk'ün Çankaya'da "sembolik" bir rol oynadığını kimse iddia etmeyecektir. Eğer böyle bir iddia söz konusu ise bu durumda da cumhuriyeti kurdu, inkılapları gerçekleştirdi, başöğretmen oldu, kadın haklarını verdi, ve sair söylemler havada kalacaktır. Mustafa Kemal Atatürk'ün 15 yıllık cumhurbaşkanlığının akabinde İsmet İnönü'nün 12 yıllık cumhurbaşkanlığı da en azından "milli şef" olması açısından herhalde pek "sembolik" olmamıştır. Bu iki ismin "bağımsız" cumhurbaşkanı olmadığını da eklemek de yarar var. Zira son dönemde cumhurbaşkanının bağımsızlığı ve tarafsızlığı sıkça gündeme geldi ve malum Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) birer mensubuydular.

Başkanlık sistemine geçiş ile ilgili temel itirazlardan birisini "tek adam rejimine" dönüleceği kaygısı oluşturuyor. Elbette buradaki tek adam da Recep Tayyip Erdoğan. Dürüst olmak gerekirse benim de endişelerim yok değil. Zira Türkiye'de "tek adam" döneminde yaşananlara şöyle bir göz attığımızda endişelenmek için yeterli sebep bulmak çok kolay. Fakat böyle acı bir tecrübenin içerisinden geçmiş bir toplumun tekrar aynı hatayı yapacağını varsaymak da pek akla yatkın değil. Mutlaka kraldan çok kralcılar oldu, oluyor ve olacak. Ayrıca bu durum geçiş dönemleri için çok da anormal değil. Türkiye'nin ulus devlet paradigmasını silkeleyip attığı, yerine daha adem-i merkeziyetçi ve farklılıkları zenginlik olarak kavrayan bir anlayışa doğru evrildiği şu günlerde elbette endişelerimiz ve ümitlerimiz de her olağan zamandan daha farklı bir hadde seyrediyor. Başkanlık sistemi ne getirir ne götürür, esasen nedir, niçin gereklidir veya niçin gereksizdir gibi sorular etrafında tartışma yürütemiyor olmamız da esasen bu duyguların, yani endişe ve ümitlerin toptancılığı, olağanüstülüğü ile yakından ilgilidir.

Muhakkak tek adamcılığı istememeliyiz. Kemalizmin ikamesi elbette Tayyibizm olmamalı ve bunun için hep birlikte mücadele vermeliyiz ancak mevcut durumu da bir kabus haline getirmek önümüzdeki günler açısından hiç sağlıklı değil. Başka bir ifade ile gece uyurken gördüğümüz kabusu gün içerisinde yaşayacakmış gibi davranmak hiç birimiz için hayırlı bir durum değil. Türkiye'nin son 15 yılda hem İran, hem Malezya, hem Model Ülke, hem Ekseni Kayan Ülke olduğu gerçeği elimizde bir veri olarak duruyor. İçeriden ve dışarıdan bir takım çevrelerin gördükleri kabusları günün gerçekleri olarak addederek tavır alması kimseye yarar sağlamış değil. Aksine bu varsayımlar toplumu daha fazla geriyor ve kutuplaşmayı körüklüyor. Elbette burada politikacıların keskin dillerinin de büyük sorun olduğu not edilmeli. Birileri "Cumhuriyeti Yedirmiyor" diğerleri "Yeni Türkiye" kuruyor fakat esas olan cumhuriyetin sürekliliği içerisinde sistemin yenilendiği, kapsamlı bir reform sürecinin gerçekleştiğidir ki bu sanırım her birimiz için elzem olandır.

Başkanlık sistemi olur veya olmaz ancak bunu tartışamıyor olmamız büyük sorun. Daha da kötüsü Başkanlık sistemi ile kesinlikle anti-demokratik bir adım atılacağı, ülkenin mutlaka eyaletlere bölüneceği gibi hayal ürünü düşüncelerin rağbet görüyor olması. Birincisi başkanlık da gayet demokratik olabilir, ikincisi ise başkanlık sistemi demek mutlaka federalizm veya eyalet sistemi demek değildir. Sanıyorum dünya üzerinde kabul edilmiş ve amiyane tabirle şıkır şıkır işleyen bir sistemden bahsetmemiz mümkün değildir. Yarı-Başkanlık, Başkanlık veya Parlamenter sistemin kendilerine göre zayıf, eksik yanları olduğu gibi uygulandıkları mekana-zamana-topluma göre de gerek negatif gerekse pozitif farklılıkları mevcuttur. Amerika Birleşik Devletleri'nde iyi olan başkanlık sistemi bazı Latin Amerika ülkelerinde kötü sonuçlar vermiştir. İngiltere'deki parlamenter sistem ile Lübnan'daki parlamenter sistemin işlevleri ülkelerin kendi toplumsal dinamikleri açısından birbirinden tamamen farklıdır. Yarı-Başkanlık Fransa'da üniter yapı içerisinde kendi sorunlu yanlarını barındırırken diğer yanda Rusya'da federal yapı içerisinde bir yarı-başkanlık sistemi tesis edilmiştir. Uzun lafın kısası yönetim biçimlerinin adları aynı olmakla birlikte işlevleri değişkenlik gösterebilir. Farklı bir ifadeyle belirtmek gerekirse; suyun kaynama derecesi genellikle 100 olarak kabul edilir fakat gerçekte suyun kaynama derecesi hava basıncıyla bağlantılı olarak değişim gösterir. Başkanlık Sistemi de toplumsal koşullara, siyasi kültüre, sistemi oluşturan yasalara ve özellikle anayasal çerçeveye göre değişkenlik gösterecektir.

Türkiye'de mevcut durum bir "absürt komedidir". Maalesef geçtiğimiz yıllarda yapılan trajikomik müdahaleler bugün içinde yaşadığımız absürt sistemi oluşturmuştur. Anayasal olarak yürütme yetkisi Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu'na verilmiştir ancak eylemde genellikle cumhurbaşkanları "sembolik" roller üstlenmiş, mevcut yetkilerini kullanmamıştır. Türkiye'nin parlamenter sistem olduğunu iddia edenler, kullanılmadığı için cumhurbaşkanına tanınan yetkileri yok saymaktadır fakat geldiğimiz aşamada halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı ile bunu sürdürmek olanaksızdır. Türkiye bugün adı parlamenter olan bir yarı-başkanlık sistemine sahiptir. 2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Abdullah Gül'ü seçtirtmemek için 367 anayasal çoğunluk saçmalığını ortaya atanlar bugün başkanlık sistemi tartışmasını da endişe ile karşılarken, geldiğimiz aşamanın mimarları olduklarını unutmuş görünüyorlar. Zira cumhurbaşkanını halkın seçmesine karar verilen referandum bizatihi Abdullah Gül'ün seçimi sürecinde yaşanan siyasi krizlerin sonucunda gerçekleşmiştir. Daha düne kadar parlamentoyu kilitleyip cumhurbaşkanı seçimini krize dönüştürenler bugün halkın seçtiği cumhurbaşkanını mevcut yetkilerini kullandığı için acımasızca eleştirmektedir. Halka rağmen halkçılık geçmişine sahip bu siyasi aklın bizzat halk tarafından seçilen cumhurbaşkanını meşru görmemesi, yetkilerini kullanmasını münasip bulmaması da eski hastalıklarının devam ettiğini göstermektedir.

Aynı siyasi akıl başkanlık tartışmasına dair hiçbir entelektüel katkı sunmazken, yıllardır sürdürdükleri "istemezük" tavrını devam ettirmekte ve temel argüman olarak anti-demokratik bir sistem kurulacağından bahsetmektedirler. Fakat gözden (bilerek) kaçırdıkları nokta epey mühimdir; Türkiye'de ilk kez halk cumhurbaşkanını seçerek parlamenter demokrasinin ilerisinde bir adım atmış, cumhurbaşkanı eskiye nazaran çok daha demokratik bir şekilde seçilmiştir. Şimdi talep edilen ise bu ileri adımın ortadan kaldırılması ve eskiye dönüştür. Türkiye'de değişim ve reform teorik değil pratik olarak gerçekleşmekte ve bu durum şuan içinde yaşadığımız "parlamenter sistemde halkın seçtiği cumhurbaşkanı" şeklindeki absürt durumu oluşturmaktadır.

Maalesef Türkiye'nin son 15 yılı eski sistemin daimi koruyucusu dar bir grup (merkez) -ve etkisi altındaki gruplar- ile yeni bir sistem oluşturmak isteyen geniş kitleler arasında çetin bir mücadeleye sahne olmuştur. Atatürkçülük ve Milliyetçilik gibi topluma öğretilmiş tabuları temel alan bu merkez grup medya üzerinden algı yönetimini sürdürürken, askeri ve yargı bürokrasisi üzerinden de değişime direnç göstermeye çalışmıştır. Diğer tarafta ise bu dar fakat güçlü merkeze karşı mücadele eden geniş ancak medyada bürokraside güçsüz çevre ilk 10 yılını güç temerküzü ile geçirmiş ve bunun için gönülsüz ve hatta zorunlu ittifaklar gerçekleştirmiş ancak günün sonunda ittifak ettikleri ile mücadele eder konuma düşmüştür. Gelinen bu aşamada dün güçsüz olan çevrenin uzun süren güç temerküzü ve devlet yönetme tecrübesi ile merkezi oluşturduğu ve yeni sistemi kurma hedefinde son aşamaya geldiği söylenebilir. Başkanlık sistemi ve bu minvalde yapılacak yeni anayasa uzun erimli ve sabır yüklü bir mücadelenin taçlandırılması olacağı gibi eski dar merkez grubun yıllardır sürdürdüğü değişime karşı olan direnci bitirecektir. Bundan sonra mühim olan kurulacak yeni merkezin geçmişin hatalarından ders çıkarmış olması ve vatandaşlık hukukuna dayalı adaletli bir sistem tesis etmesidir. Başka bir ifadeyle; kimin yönetimi veya merkezi elinde bulundurduğunun öneminin kalmadığı, devlet başkanının kim olduğunun mühim olmadığı, devletin yönetiminin şeffaf, adil, çoğulcu olduğu yeni bir sistemin tesis edilmesi uzun yıllara yaslanan bu mücadelenin başarısı olacak ve mücadelenin liderliğini Türkiye siyasi tarihine altın harflerle yazacaktır. Aksi bir durumda ise düşünmek bile istemediğimiz şekilde; canavarına benzemiş, öç alma duygusunun adalet duygusuna galip geldiği, Kemalizmin bir başka versiyonu olan Tayyibizm ile sonuçlanacaktır.

Dolayısıyla mühim olan başkanlık mı, yarı-başkanlık mı veya parlamenter sistem mi olacağı değil; kurulacak sistemin bize neler vaat ettiğidir. Toptan reddiyecilik ile külliyen kabullenme yerine akılcı-eleştirel bir tartışmaya ihtiyacımız var. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder