27 Haziran 2015 Cumartesi

Bir çocuk sevdik: TUİÇ 7 Yaşında!

Tam 4 yıl önce bugün, hikâyemizin başladığı ilk günden (2008) itibaren inandığımız ve sıkça rastladığımız “tevafuk” bir kere daha kapımızı çalmıştı. Şer’den hayır doğardı ya zaten, bizim özgün kalmamızı kabul etmeyip kibarca kapıyı gösterenlerden uzaklaşırken aslında kendi yuvamızı kuruyorduk. Yuva kuruyorduk zira ellerimizle inşa ettik orada her ne varsa. Eş-dost ile ucuza kotardığımız boya-badana ve iç tasarım, dostlarımızın getirdiği masalar ve çekmecelikler, bir avukatın ofisinden çıkma masa takımını sırtımıza yüklenip taşımamız ve kelepir mutfağa ellerimizle yapıştırdığımız duvar kâğıtları kadar naif ve kolektifti çabamız. İlk genel kurulu yaptıktan sonra yuvamızın kapısına gelip besmele ile açtığımız an hissettiğimiz o birlikte başarma hazzı o andan beri her kapıya gittiğimde içimde belirmeye devam etmektedir.

Yıldız Mahallesi, Çırağan Caddesi Numara 1’de, dünyanın gözbebeği İstanbul’un Beşiktaş semtinde tüzel kimliğini kazanan TUİÇ, artık 3-5 çocuk görüntüsünden çıkmıştı. Kimilerine göre çok parası olan çocuklar oluvermiştik bir anda, kimilerine göre acaba kimlerin yamağıydık. Oysa anne-babalarımızın olmayan varlıklarından bizlere ayırdığı 3-5 bin lirayı üst üste koyarak, bizim ve dostlarımızın inanç ve umuduyla harman edip vira bismillah demiştik. Elimizde olan bir avuç paranın suyunu çektiği gün ne yapacağımızı çok düşündüğümüzü sanmıyorum ama Allah var gam yok dediğimizi biliyorum.

TUİÇ’in 2008 yılında başlayan serüveninde en önemli kırılma noktalarından birisi 27 Haziran 2011’de dernekleşerek ofisimizi açmamızdır. Orası bir ofisten çok yuva olduğu için gecemize, gündüzümüze, emeğimize, hüznümüze, gülüşlerimize, dostluğumuza, birlikteliğimize, tartışmalarımıza, fikir ayrılıklarımıza ve bugün dönüp baktığımda hayatımın en kıymetli dönemlerine şahitlik etti. Birlikte öğrenme ve birlikte eğlenmeyi menemen partileri, sabah kahvaltıları, mavi balkonda çay-kahve seanslarına dâhil ettiğimiz mekân oldu orası. Hadi dürüst olalım sadece öğrenip-eğlenmedik biz orada, yeri geldi birilerini sevdik o balkonda ve yeri geldi ağladık birbirimize.

Sayısını tutmadık ama ofisten yolu geçen niceleri oldu bugüne kadar. Kimisi bir şeyler kattı kimisi bir şeyler aldı, kimisi kaldı ve kimisi gitti. Biz gelene hoş geldin demekten hiç usanmadık, hepimiz eşit hepimiz farklı deyişi etrafında insanlara fikirlerinden değil insan olmalarından ötürü değer verdik hep. Gitmek istediklerinde ise elimizden bir şey gelmediğine inandık, kimisi yavru kuşun büyüyüp yuvadan uçması şeklinde, bazısı evdekilere kızıp terk eder şekilde, başkaları ise zaten bir ateş almaya gelmiştik edasıyla çekip gittiler. Gidenlere de kalanlara da teşekkür ve selam etmekten başka bir söz hakkımız varsa eğer, o da söylenmemiş olarak şöyle bir kenarda duruversin.

Yuvamızı kurduğumuz günden bu zamana kadar çok işler başardık. Birbirinden kıymetli akademisyenleri misafir ettiğimiz yuvarlak masa toplantılarımız, minicik kütüphanemizden istifade eden stajyerlerimizle paylaştıklarımız, ilk yayınımız olan ve maalesef ikinci sayıda tıkanan dergi çalışmamız, sabahlara kadar çalışarak son halini verdiğimiz “Türkiye’de Uluslararası İlişkilerci Olmak” adlı kitabımız ilk aklıma gelenler. Ofisi merkeze koyup Anadolu üniversitelerine uzanan yollarımız ve orada İstanbul’dan Ankara’dan uzak arkadaşlarımızla paylaştığımız hayallerimizin geri dönüşlerini de unutmak mümkün değil. İstanbul’dan Sarajevo’ya uzanan otobüs yolculuğumuz ve onu takip eden “Balkanlar” temalı etkinliklerimiz.  Araştırma gruplarımızın toplantıları, Kıbrıs çıkarmamız, Davutoğlu hocayı 1 Mart gününde kar yağışından ötürü İstanbul’a getiremediğimiz Kadir Has’taki büyük kongremizin hazırlıkları, Ankara Eğitim Gezilerimizin organizasyonu, yaz ve kış kamplarımızın içeriklerinin tespit edilmesi hep o ofiste gerçekleşti. Her bir çalışmada bambaşka insanlarla tanıştık, farklı fikirlere sahip bireylerle çalıştık, düşünsel ve organizasyonel anlamda büyük mesafeler kat ettik.

Umutsuzluğa kapıldığımız, artık bu işi yürütemeyeceğiz galiba dediğimiz günlerimiz de olmadı değil. Elektrik ve telefon faturasını hangi parayla yatıracağız diye kara kara düşündüğümüz, kirayı ertelediğimiz ama neticede o yuvayı ayakta tutmak için türlü zorluklarla mücadele ettiğimiz de oldu ve oluyor. Finansal desteğimizin nereden olduğunu hınzırca soran herkese dimdik duruşumuzu anlatırken aldığım hazzı ifade etmek zor. Çünkü inandıkları şey birilerinin düdüğünü çalmadan ayakta durmanın neredeyse imkânsız olduğuydu ve hep arkamızda birilerinin varlığından şüphe ettiler.

Kâh iktidara yamadılar bizi kâh cemaate. İşi abartıp Amerikalılarla ve Soros’la çalıştığımızı da düşünenler olmadı değil. Biz ise aldırmadan, parasız-pulsuz da güzel işler çıkarılabileceğine olan inancımız ile durduk ayakta. Ne yapalım beceremedik para istemeyi, aslında istemeyi bir zül gördük hep. Zaman zaman birileri çıktı ve sizin destek bulmanız lazım dedi, devlet şunu yapmalı, bilmem kimler şöyle imkân sunmalı size dediler ama dediklerini icraata dökmediler.

Sonra biz kendi metodumuzu bulduk, bu işe sıkı sıkıya sarılanlar olarak kendi şirketimizi kurduk, şirketin temel ilkesi bizlerin harçlığını ve TUİÇ’in masraflarını çıkarmaktı. Elbette zengin olamadık henüz (öyle bir iddiamız var mı bilmem), hatta dolandırıldık, kandırıldık bazı zamanlar, çünkü para pul işlerinden pek anlamazdık. Yuvamızı ve ihtiyaçlarımızı karşılayacak harçlığımızı amatörce, naifçe, umutla ilmik ilmik ekleyerek oluşturmaya çalıştık ve çalışıyoruz.

4 yıl olmuş yuvamızı kuralı, bir arpa boyu yol gittik mi diye soruyorum kendime o arpa boyu yolun kime göre ne olduğunu bilmeksizin. Ne kadar gittik ölçemiyorum ama yol üzerinde ve istikamet üzere olduğumuzu biliyorum. Hayata yeni atılan arkadaşlara umut verdiğimizi, onlara yön göstermek değil de seçenekleri sunmak için çabaladığımızı biliyorum. Bireyleri eleştirel düşünceyle, farklı fikirlerle, kariyer seçenekleriyle, kitapla, makaleyle, yazmayla, okumayla, proje yapmakla, birlikte çalışma anlayışıyla tanıştırdığımızdan şüphem yok. Elbette güzel insanlar ve anılar biriktirdiğimizi de söylemeliyim.  Dua aldığımız, duamıza aldığımız, canımız ve başımız sıkışınca kapısına gidebildiğimiz ve kapımıza gelebilecek ilişkiler kurduk ve kurmaya devam ediyoruz. Evet, belki çok paramız ve hatta hiç paramız yok ama elimizde olan ekmeği de bilgiyi de paylaşmaktan imtina etmiyoruz. Paylaştıkça çoğalacağına inanarak yola çıkmıştık ve bazı zamanlarda inancımız sarsılmadı değil. İnişli-çıkışlı bir serüven bu ve devam ediyor. TUİÇ’in 7. Yaşı, yuvamızın 4. Yılı kutlu olsun! Bugüne kadar her aşamada zerre emeği olan herkese teşekkür ediyorum.

Evet bir çocuk sevdik, çocuk büyümekte gün be gün ve bugün 7 yaşına girdi! 


Bir kaç tane de fotoğraf eklemezsem olmayacak, daha fazlası facebook sayfamızda, nostalji yapmak isteyen dostlar orada yıllarca geriye gidebilir :) 







21 Haziran 2015 Pazar

Babalar günü ve Benim Babam

Baba'lık üzerine ahkam kesecek değilim. Muhtemelen "baba" olmayı bir gün baba olursam anlayacağım, belki de hiç anlamayacağım. Elbette bir şeyle ilgili konuşmak, söz söylemek için mutlaka deneyimlemek gerekmiyor lakin söz konusu "anne olmak", "baba olmak" gibi biyolojik bağınızın en yakın olduğu ve karakterinizin şekillenmesinde en büyük paya sahip olduklarını düşündüğüm insanlar olunca işin rengi biraz değişiyor. Elbette herkes şanslı olmayabiliyor, daha küçük yaşta babasız, annesiz kalan, yahut her iki figürün de dengeli bir biçimde hayatlarında yer edinemediği çocuklar da var. O yüzden genellemek ve birilerinin canını sıkmak, onları üzmek istemem.

Ben "baba"mı bilirim, henüz 15 yaşındayken babasını toprağa koyan, 25 yaşında babalık duygusunu tadan ve henüz 3 aylıkken ilk evladını elleriyle gömen babamdır benim aynam. Ayna dedimse birbirimizin kopyası olduğumuz, benim de ille onun gibi olacağım veya olduğum sanılmasın. Aynam babamdır diyorum zira Baba'lık hususunda en azından kendim baba oluncaya kadar ona bakarım, babalığın nidüğü ve nasılını hasbelkader anlayabilmek için.

Her ilişki tarzının zaman içinde yaşadığı değişim gibi babamla benim de ilişkim ben değiştikçe ve o değiştikçe kendi içerisinde olgunlaşan bir seyir izlemiştir. Yakın bir zamanda iki dostumun babam ile birlikte geçirdiği kısa zaman diliminden sonra "babanla konuşunca seninle konuştum sandım, o kadar benziyorsunuz" demesi içime su serpti ve beni düşündürdü. Görüntü olarak değil de konuşma olarak benzetmişti dostum babam ile beni. Genelde annene veya babana benziyorsun diyenler hep burnumdan, gözümden, kaşımdan dem vururdu fakat bu kez düşünsel olarak babama benziyordum çünkü babamın "konuşması" ve benim "konuşmam" benzetilmişti.

Babam, muhakkak her babanın yaptığı gibi diyemeyeceğim şekilde (maalesef karşılaştığım örnekler beni bunu söylemeye itiyor) beni ve kardeşlerimi okutmak için elinden gelenin en iyisini yapmak için yoldaşı, hayat arkadaşı anam ile birlikte, omuz omuza, kol kola çok mücadele ettiler. Ablamın öğretmen çıkması onu nasıl mutlu ettiyse benim henüz bir şey çıkamamış olmam da sanırım onu o şekilde tedirgin ediyordur. Baba tedirgin olur zira istemez namerde muhtaç olalım, verilen emekler ziyan olsun, hele ki kendisi ahirete intikal etme bilincine de vakıfsa daha bir tedirgin olur çünkü istemez evladı perişan ve sefil kalsın ardından. Hele konu benim babama gelince, henüz 15 yaşında babasız kalmanın zorluğunu yaşamış olduğundan ileri gelen başka refleksleri vardır elbet. Klasik baba figürü nedir bilmem ama öyle bir şeye de pek inandığımı söyleyemem. O yüzden babam ile ben Turgenyev'in Babalar ve Oğullar klasiğindeki gibi de değiliz kanımca.

İlk-orta okul döneminde babam çok çalıştığından mı yoksa ben daha çok büyükbabam merkezli yaşadığımdan mı bilinmez, babam ile çok fazla zaman geçirdiğimi söyleyemem. Bazen kendime de kızarım acaba ben büyükbabamı daha çok önemi koydum, babama haksızlık mı ettim diye. Umarım öyle olmamıştır diyerek geçelim. Fakat lise dönemimde babamla daha kritik bir ilişkim olduğunu bilirim. Ona politik-aksiyoner hayata başladığımı söylediğimde "ben sana bu konuda ancak şunu söyleyebilirim, unutma ki derslerin aksayabilir, bu sadece senin için değil, içinde olduğun düşünce ve politik duruş için de iyi olmaz, hem sonra Burak şöyle tembel demezler, şu şu görüşe mensup Burak böyle derler" deyişini hiç unutmuyorum. Annemin bir akşam yemeğinde sigara içtiğimi söylemesine verdiği cevap anı ise dün gibi gözlerimin önünde duruyor. Elini gömleğinin cebine götürüp kendi sigarasını alıp masaya koyuşu ve "keşke içmese, kendi sağlığına zarar verir ama ben sigara içen birisi olarak içme desem ne değişecek ki" sözleri zihnimden hiç çıkmaz mesela.

Babamın hepimizle, hepimizin babamla kurduğu diyalog ise başka örneklerini görüp kıyas ettiğimde beni hep hayran bırakmış ve özellikle bu konuda kendimi hep müteşekkir hissetmişimdir. Mutfak masası ve etrafında akşam yemeğine kümelenen biz. Her konuyu, iyiyi-kötüyü ve bunlar karşısında nasıl davranmak gerektiğini, dini, devleti, siyaseti, kadını ve erkeği ve tüm bu konulara karşı durduğumuz yeri onunla konuşabilmemiz herhalde en büyük nimetti. Babam belki de bana "her konuyu konuşabilmeyi" öğretti en çok. Konuşmadığımız zaman problemlerin yok olmak yerine büyüyeceğini, bir arkadaş bir dost gibi onunla dertleşebilmek gerektiğini öğretti. O yüzden hiç çekinmedim babamdan (çocukluk şımarıklıkları hariç elbette), bu aramızda bir saygı çerçevesi olmadığı anlamına gelmiyor elbette fakat saygıdan anladığımız baba yanında susmak değil tam tersine üslup içerisinde baba ile konuşmak, alabildiğine konuşabilmekti.

Lise'de başladı babamla derinleşen ilişkimiz, üniversite yıllarında arttı ve artmaya devam ediyor. Ona kızdığım zamanlar oldu, bir şeyi niçin öyle yaptığını sorguladığım, eleştirdiğim ve neden sonra aslında ne kadar iyi yaptığını, onu yapmak için sapasağlam nedenleri olduğunu idrak ettim. "Baltaya sap olmak" konusu etrafında şekillenen kavgalarımız halen devam ediyor, o yine beni ve iyiliğimi düşünerek seçenekleri anlatıyor ve kararı bana bırakıyor, ben ise onu anlıyor ve fakat muzip çocuk edasıyla itirazlar ediyorum babama...

28 yaşına geldim, babamı tam olarak anladım diyemiyorum, o benim yaşımda iken 2 çocuk sahibiydi ben ise henüz doktorayı bitirme derdindeyim. Üniversiteye başlamam ile derinleşen ilişkimiz ile birlikte zaman geçirmelerimiz ters orantılı ilerliyor. Uzakta, gurbette olmanın anlamlı sebebi dışında onunla ve elbette annemle ve çekirdek ailemle zaman geçiremiyor olmak hüzün veriyor. Ben olgunlaşırken babam yaşlanıyor, baba-oğul sohbetlerimiz derinleşiyor ve ben babamdan çok şey öğrenmeye, onun tecrübesinden ve birikiminden istifade etmeye devam ediyorum. Bir gün babam benim baba olduğumu görür mü bilinmez ama hiç değilse en az onun kadar sabırlı, çalışkan, onurlu ve "bana baba olduğu gibi" bir baba olmak istediğimi biliyorum.

Evet bugün babalar günü ve ben bu duygularla babama ömrüm yettiğince bu hediyeyi verebilmeyi istiyorum:

Rabbenâğfirlî ve li-vâlideyye ve lil-mü'minîne yevme
yekumü'l hisâb. Birahmetike yâ Erhamerrahimîn.

Ey bizim Rabb'imiz! Beni, anamı ve babamı ve
bütün mü'minleri hesap gününde bağışla. Ey Rabb'im
merhamet edenlerin merhamet edicisi, bize rahmetinle
muamele eyle.   

6 Haziran 2015 Cumartesi

Barış Kazanacak: Muhafazakarlar ve Kürtlerle

Seçim sonuçlarını görmek için artık saatleri sayıyoruz. Maalesef bir seçimi daha şık olmayan kampanyalar ve geri dönüşü olmayan kayıplarla yaşıyoruz. Seçim merkezlerine yapılan saldırılardan sonra dün Diyarbakır'da yaşanan bombalı saldırı ile adeta bir cinnet haline girmiş bulunuyoruz. Diyarbakır'da yapılan hain saldırıda yaralananlara şifa, hayatını kaybedenlere ise Allah'tan rahmet diliyorum. Seçim barajını aşmanın veya tek başına iktidar olmanın insan hayatı yanında zerre değeri yok ve olmamalıydı. Ancak seçimlere yaklaştıkça başlayan gerginliğin her geçen gün artması saldırının hedefi olan Kürtleri ve HDP'yi değil, barış için umudunu koruyan hepimizi derinden sarstı. 

Saldırıyla ilgili çeşitli senaryolar üretildi, üretilecek. Kimisi HDP barajı geçmesin diye yapıldığını bir başkası ise AK Parti'nin tek başına iktidar olmaması için seçmene korku salındığını iddia etti ve edecek. Açıkçası saldırıyı ilk öğrendiğimde benim de verdiğim tepki epey fevriydi ve bu nedenle bir çok arkadaşımdan özür dilemek durumunda kaldım. Maalesef seçim atmosferi hepimizi gerdi, strese soktu ve inşallah başka bir acıya, kayba sebebiyet vermeden sona erer. Serinkanlı düşündüğümüzde saldırının ve hatta seçim süreci başladığı andan itibaren AKP ile HDP arasında yaşanan gerilimin kaybedeninin Muhafazakarlar ve Kürtler olduğunu görmek zorundayız.

Anayasa uzlaşma komisyonu kurulup, 4 siyasi partinin temsilcileri kendi önerilerini sunduğunda önümüze çıkan tabloda Türkiye'yi sivilleştirecek, demokratikleştirecek ve yarına taşıyacak anayasa önerisinin AKP ve HDP'den geldiğini görmüştük. CHP ile MHP'nin statükocu tutumları anayasa önerilerine de yansımıştı ve eğer bu komisyondan bir uzlaşı ile anayasa çıkacak ise bunun AK Parti ve HDP tarafından yapılabileceğine inanmıştık. Bakış açıları en yakın olan iki cephe vardı ve bunlar; sivilleşme ve demokratikleşme karşısında duran CHP-MHP ile sivil bir anayasa yazabilecek, çözüm sürecini yürütebilecek, ülkeyi demokratikleştirebilecek AKP-HDP cepheleriydi.

Bugün geldiğimiz noktada ise demokrasi cephesinin yara aldığını, birbirinden uzaklaştığı ve kasten uzaklaştırıldığını görmemek körlük olur. Dün yaşanan saldırı ise bu ayrışmayı körükleyen, her iki siyasi partinin kitlesini de birbirine daha fazla düşmanlaştıran bir hamle oldu. HDP'li  temsilcilerin "seni başkan yaptırmayacağız" iddiası ile AK Parti'ye içeriden ve dışarıdan destek vermeyeceğini açıklaması, CHP ile koalisyon kurabileceğini, hatta çözüm sürecinin gerekirse MHP'yle bile yürütüleceğini beyan etmeleri nasıl birçoğumuzu üzmüş ve şaşırtmışsa, AK Parti'li yetkililerin de milliyetçileşen söylemi, HDP'yi hedef alır tutumları bir o kadar üzücü ve şaşırtıcı olmuştu.

İmralı ile görüşmeleri yürütme riskini göze alan, çözüm sürecini başlatma iradesi gösteren, tabuları yıkıp "Kürt Sorunu" ifadesini kullanan AK Parti ve onun eski-yeni yöneticilerinin HDP'nin sergilediği bu uzlaşmaz tavra, İmralı'yı bir kenara itip sürecin etkili tek aktörü olma çabasına ve bunların neticesi olarak CHP ve merkez medya ile girdiği flörte vereceği tepkinin milliyetçileşmek olması her ne kadar anlaşılır ise de kendi argüman ve politikalarıyla da çelişki oluşturan bir izlenim verdiği ortadadır. 

Gönül isterdi ki seçim barajı çoktan %5 seviyesine çekilmiş olsun ve şu süreçte yaşadığımız gerginlik, stres, görünür-görünmez ve olur-olmaz seçim koalisyonları yaşanmasaydı. Gönül isterdi ki yeni anayasa çoktan yazılabilmiş olsaydı ve bu seçime, bugüne kadar yaşanan kazanımların kaybedilmesi korkusu ile girilmeseydi. Keşkelerin getireceği bir sonuç maalesef yok ancak keşkelerden alacağımız dersler olduğu aşikar. İşte bu derslerin alındığı; sivilleşme, demokratikleşme, ekonomik istikrar ve toplumsal barışa yönelik hamlelerin daha fazla gecikmeyeceği bir 8 Haziran sabahına uyanmalıyız. 

Yıllarca gerek ekonomik gerekse politik manada ülkenin zencisi muamelesi gören Muhafazakarların ve Kürtlerin birbirlerine ve kendi kitleleri içerisindeki gruplara kızgınlığı ve kırgınlığı elbette vardır. Dürüst olmak gerekirse benim muhafazakarlara da Kürtlere de tıpkı onların bana olabileceği gibi bir kırgınlığım var. İşte bu kırgınlık ve onun sebep olduğu kaygan zemin Gülen Paralel Örgütüne, Kemalist Statükoya, Oligarşik Medyaya ve düne kadar hepimize etmedikleri hakaret kalmayan türlü koalisyonlara fırsat vermemeli. Barışın kazanması için, çözüm sürecinin devam etmesi için başka seçeneğimiz var mı?