13 Şubat 2019 Çarşamba

Uzun Aradan Sonra

İnsan okumayı bir kere öğrenir ve unutmaz ama yazmayı öğrenebilir mi, öğrenirse unutur mu bilinmez. Burada en son 24 Şubat 2017'de "binicilik" ile ilgili yazmışım. Öncesinde yine 2017 yılında binicilikle ilgili bir yazı daha yazmışım. 2016'da ise iki kayıt mevcut. Ahmet Davutoğlu hocanın başbakanlığı bırakmasına dair ve Gülay Göktürk ile Etyen Mahçupyan'ın yazı yazamaz hale gelmesiyle ilgili... 2015'te 18 kayıt mevcut, en son "düşman oku kimi gösteriyor" diyerek iktidara destek verilmesi gerektiğini yazmışım.

Kendimi bu kısa muhasebeyi yapmak mecburiyetinde hissetim. Neticede yarın 14 Şubat ve yıllık muhasebe dönemi geldi. Yaklaşık 10 senedir doğum günümde geçen yılı değerlendiririm kendi mizanımda. Geçen sene istisna. Geçen sene muhasebeye değil planlamaya vermiştim kendimi, yepyeni bir hayata adım atıyordum ve kocaman bir evet ile 2018'de evlendim. Nazar değmesin çok da "iyi" ettim. Kınalızade'nin Ahlak-ı Alai adlı eserinden esinlenerek "iyi sevgi"ye niyet ettim ve "bir ellerim bir ellerin yeter, belledik yetsin" dedik.

Peki niye yazmadım? İşlerim yoğundu, evlilik telaşı vardı, babam vefat etmişti... Hepsinin biraz payı elbette vardı ama en çok da babamın onulmaz acısını, eşimin yaşattığı muazzam mutluluğu ve işlerimin bana öğrettiklerini yazabilirdim. Fakat bloğun başlığı "gençlik-siyaset-uluslararası ilişkiler" olduğundan mı, yoksa yaşlandığımdan mı bilemedim ve hiç yazamadım.

"Müslüm Baba" filmine gittiğimden beri kulaklarımdan "Müslüm senin sesin ancak sen susarsan kesilir" cümlesi çıkmak bilmiyor. Sonra aklıma şaşalı TUİÇ günlerinde "kalemsiz ben, kolları olmadan annesine koşan çocuk gibiyim" cümlem geliyor. Evet babamdan sonra kollarım koptu fakat eşimle birlikte yepyeni kollar edinmedim mi? Korkunun ecele faydası olmadığını o çok zor günlerde, babam kanserle boğuşurken öğrenmedim mi? Peki doğrucu Davut'luk yüzünden, hak-hukuk-adalet demekten gelmedi mi başıma ne geldiyse? O halde niye bunca zamandır susuyorsun be Burak dedim kendi kendime.

Sanırım sükut-u hayal insanı derin bir sessizliğe gark ediyor. "Yeni Türkiye" ihtimaline kuvvetle bağlanınca ve hayaller ile gerçekler arasındaki fark her geçen gün açılınca insan susuyor. Büyüdükçe galiba küçülüyor hayallerimiz, azalıyor idealistliğimiz ve "neme lazımcı" oluyoruz biraz. Ya da oldum biraz.

Bir de tabi aşağı tükürsem sakal durumu var ki hiç sormayın. "Yahu biz sana bunca zamandır demiyor muyduk? Bak sen de sonunda yola geldin" ve türevleri ile başlayan saçmalıklar zinciri ile de muhatap olmak istemiyor insan. Muhalefet etmenin ebedi, iktidar olmanın da ezeli,  pozisyon değiştirmenin ise menfaatle doğru orantılı algılandığı ülkemizde onca yıl "evet bu adamlar iyi yapıyor" dedikten sonra "yok bu adamlar iyice bozdular" demenin zorluğunu da susma payıma eklemeliyiz. Birileri sanıyorlar ki işimiz düzgün gitmediği için, beklediğimiz koltuk gelmediği için, payımıza rant düşmediği için... Diğerleri de sanıyorlar ki bir öncekileri kopyala yapıştır. Maalesef halimiz budur ve bu durumda konuşmak hiç kolay değildir ki yazasın.

Özeleştiri yapmak gerekirse, uzun zamandır zihnimde dolaştırdıklarımı yazamadım, zorlukları göze alıp aklıyla eleştiri yapanlar kervanına katılamadım. Hiç olmamasındansa geç olması evladır diyerek, bir 14 Şubat arefesinde yeniden yazmaya niyet ediyorum. Eleştirmeden, elimizi taşın altına koymadan olmayacağına inanarak dilim döndüğünce, adaletten şaşmadan, dilden çıkanın yürek kırmayacağı şekilde yazmaya çalışacağım. Nasıl ki iyilere iyi diyebildiysem kötülere de kötü demeliyim. Hiç değilse dilimle, kalemimle tarihe not düşerek borcumu ödemeliyim. İbrahim'in ateşine su taşıyan karınca misali, bir zerrecik su ile ateş söndüremesek de safımız belli olsun.