31 Aralık 2011 Cumartesi

Şırnak’ta Öldüm, Zihinlerde Bölündüm


Aslında yeni yıla girmeden son yazımı yazdığımı düşünüyordum. Maalesef evdeki hesap çarşıya uymadı. Aslında yazacaklarımın da neyi ne kadar anlatabileceği hususunda şüphelerim var. Çünkü insanların görmek isteyip görmek istemedikleri arasında kalacağımı düşünüyorum yine. Silvan 13 desem, Hakkâri 24 desem herkesin aklında bir şey belirecek bu kesin ve acaba Şırnak 35 dediğimde akıllara neler gelecek işte bunu bilemiyorum.  

2011’de çok kötü olaylar atlattık. Bunları tekrar edip kimsenin canını sıkmak istemedim. Akıllarda tutamayacağımız kadar terör faaliyeti yaşandı mesela ve askerlerimiz şehit oldu. Van depremi ile yüreklerimiz yandı diyeceğim ama buna bile yüreği yanmayanlarımız olduğunu maalesef biliyorum. Kötüde bir olamadıktan sonra iyide biz olmuşuz ne fayda? Be hazindir ki zihinlerimize nifak tohumları ekilmiş, ölünün cinsine göre akıyor gözyaşlarımız. Dili nedir, dini nedir, mezhebi nedir diye soruyoruz ilk önce ve sonra gözyaşlarımızın pozisyonu belirleniyor bu sorgulama üzerinden. Kimsenin canını sıkmak istememiştim şehitlerimizi, depremzedelerimizi, ölen çocuklarımızı anmayım da yeni bir sayfaya bakabiliriz diye düşünmüştüm. Ama Şırnak beni yakınca ben de görmezden gelen gözler kimse onların bağrına sokarcasına anmak istedim bu felaketi.

Şırnak’ta 35 sivilin F-16’larca bombalanarak öldürülmesi, yanlışlıkla, istemeden ve kahredici bir acıyla karşılayarak. Televizyon kanallarımızın hemen hiçbirinin bırakın son dakikayı akşam bültenlerine bile adam gibi konu etmediği bu felaketi sosyal medya üzerinden görüntülerini de paylaşarak andığımda yemediğim küfür kalmadı. Bazı temel argümanlar var bazılarının kafalarında. Efendim onlar neden kaçakçılık yapıyormuş. Sınır köyünde yaşamadıktan ve bir kereliğine bile olsa o köye gitmedikten sonra Bursa’dan, İstanbul’dan ve İzmir’den bu kelamı etmek normal. Kaçakçılık adı altında PKK’ya silah getiriyor olabilirlerdi diyorlar. Bu ihtimal üzere 35 canın yitişini meşrulaştırabilecek bir vicdan halen daha var mı yeryüzünde diyorum ben de. Bakın beni vurun, ben öleyim. Anam, babam ve kardeşim kalkıp benim canıma can isteyecekse yazıklar olsun onlara. Ne zamandan beri Kabil ile ortaklık eder oldu bu millet?! Hangi tarihte cana can kana kan isteyecek kadar asabiyesini yitirdi bu insanlar! Sonra diyorlar ki gecenin bir yarısı sınırda ne işi var bu insanların. Kaçakçılık gündüz yapılmıyor paşam, kaçakçısın, zordasın, illegalsin. Yasa dışı bir iş yapıyorlar ve bunu mu meşru sayacağız diyeceksin biliyorum, yasanın içinde kalacak şartları sağlayamayan devlet utansın o zaman! Yasadışılığın sonu F-16 bombası ise İstanbul’da kaç tane gökdelen ayakta kalacak merak ediyorum. İşi o kadar ucuza pazarlamak istiyorlar ki GAP’tan giriyorlar, BOP’tan çıkıyorlar ve araya bak üzerinde kamuflaj var nereden bulmuş sanıyorsun gibi ajite cümleler serpiştiriyorlar. Bir diğeri şehit yakınının kanı üzerinden hesaba girişiyor. Beriki, görüntüleri yayımlayan organın menşeini sorguluyor, askere bu kadar düşmanlık etmeyin diyor, bağırıyor, kükrüyor. TSK’nın açıklamasını da yayımla kardeşim, senin başında olduğun kurumun tarafsızlığını gözet diyorlar. İnsanların ölümünden, ailelerin yok oluşundan, bomba ile parçalanan bedenlerden ve birlikteliğimizin dibine konulan dinamitten bahseden yok. Şehitlerimizin aile hikâyelerini sayfa sayfa paylaşanların gıkı çıkmıyor bir aileye mensup 20 kişinin bomba ile parçalanmış olmasına. Sonra diyorlar ki BDP sahiplendi cenazeler, üzerine sarı-kırmızı-yeşil koydular tabutların diyorlar. Sen sahiplenmezsen, ben sahiplenmezsem kim alır o cenazeyi eline, fitne fesat yapmak için fırsat kollayana bırakırsan kardeşinin cenazesini, kalkıp nasıl sorgularsın kimin taşıdığını tabutları. Katır üzerinde gidiyor cenazeler, top arabası ve çelenkle değil. Görmüyor musun halen coğrafyanın dayattığı yaşam koşullarını diyorum içimden. Traktöre dolduruyorlar üst üste, her biri için ayrı bir ambülans yok. Halen daha nereye bakıyor gözlerin, adı “Kürt” diye mi görmüyorsun yere düşen kanı?

Şırnak’ta ben de öldüm, insanlığımızın öldüğünü izlerken dayanamadı yüreğim. BDP’nin de, cenazeleri alıp onları taşırken ayrılıkçı mesajlar verenin de provokasyonu galebe çalmasın diye siz de ölmelisiniz Şırnak’ta. Terörle mücadele ederken böyle hatalar olur demek yerine, ağıt yakabilsen kardeşinin cenazesine, bak işte cenazeler üzerinden ayrılık tohumları ekiyorlar, TSK’ya saldırıyorlar diyeceğine sarılsan kardeşlerinin ölü bedenlerine, işte o zaman belki yeni bir gün doğacak umudu ile kucaklaşacağız biz bizimle. Kurumların da bireylerin de hataları elbette olacak, nasıl ki şehit cenazelerinde birileri Türk-Kürt ayrışması çıkarmak için elinden geleni yapıyorsa batıda, birileri de Şırnaklı cenazeler üzerinden bu fitneyi deneyecek muhakkak. Basının da bu konuda duyarlı olması, halk galeyana gelmesin diye görüntüleri vermemesi gerekiyorsa eğer bunu Şırnak’taki cenazeler için değil, 13’te de 24’te de uygulaması lazım ki o zaman cenazenin menşeine bakmadığını kabul edebilelim.

Şimdi beni kurumumla değerlendirip tarafgir mi ilan edeceksiniz yoksa vatan haini, TSK düşmanı ve bölücü mü diyeceksiniz. Zihinlerde bölünmüşlük yaşayanların fiiliyatta attığı sloganlara pabuç bırakmıyorum. Sizin insanlığınız ne zaman öldü bunu bir düşünün. Ne zaman ölünün adına soyadına bakmaksızın cenazesine hürmet edebilirsiniz, işte o zaman yeniden hep birlikte bir gelecek tahayyül edebiliriz. Eğer Şırnak’ta ölen 35 insanın cenazesine sahip çıkmak, yurttaşlarımın yurdum silahı ve bombası ile öldürülmesine isyan etmek tarafgirlik ve hainlikse ben bu yaftayı da başımla beraber kabul ederim. 

11 Aralık 2011 Pazar

Huzur Uzakta Değil…


Bilen bilir, 5-6 senedir bir hayalin peşinde sürüklendik gidiyoruz. Her yeni gün yeni muhataplara bu hayali anlatmanın heyecanını hiç yitirmeden, sıkılmadan usanmadan devam ediyoruz serüvenimize. Bilen bilir diyorum bilmeyene ise buradan anlatamam! Temas etmemiz lazım, gözlerinizi görmem, gözlerimi görmeniz, mimiklerle konuşmamız lazım, samimiyeti hissetmezsek ben sabahtan akşama yazarım ama anlatmış olmam. Zaten sırf bu dürtü ile karış karış gezmeye çalışıyoruz Türkiye’yi… Ayak basmadığımız yerdeki yüreklere temas edemeyeceğimizi biliyoruz. İstiyoruz ki gidelim canlı canlı, dokunarak muhabbet edelim. Sohbet etmeyelim, konuşmayalım ama muhabbet edelim mutlaka. Hepimizin bu sıralar eksikliğini hissettiği şey muhabbette saklı, “Sevgi”.

Muhabbet “sevgi ile sohbet etmektir” ve bunu şu sıralarda yapabilene aşk olsun. Herkes bir hesap peşinde, kime neyi nasıl söylemek lazım ki oradan şunu çıkarabilelim merakındayız. Lakin bilmiyor değiliz, sadece farkındalığımız yok. Neyin mi? Birbirimiz üzerinden tükettiğimiz değerlerin hepimizin olduğunun. Sanıyoruz ki sevgi ile şefkat ve adalet sadece kendimize kalacak ve diğerlerini katakulliye getirip bu yolda işimizi daha rahat göreceğiz. Oysa bir elin parmaklarıyız. Hangisi kesilse diğeri acıyacak, hadi uyuşturdunuz diyelim bu kez de eksik kalacak. Üç parmağınızı sıkıp bir yumruk yapabiliyor musunuz, mümkün değil. O parmakların hepsi lazım. Küçüğü, büyüğü, işareti, ortası, yüzüğü… Ancak bir el böyle oluşabilmiş işte. Daha iyisini yapabilmek senin haddine değil ki! İstersen altıncısını ekle yine daha iyi olmayacak.

Ne olduğumuzu bilmek yerine ne olmadığımızı sorgulama derdindeyiz. Tarihi neresinden kesip atsak da kurtulsak merakı sarmış dört bir yanımızı. Doğuya gidip batılı kalıyor, batıda doğulu oluyoruz. Sonra kafalar karışık, ruh doyumsuz ve gönül huzursuz… Aslında kendi kendimize çektiğimiz bir ıstırabın içinde olduğumuzu idrak etmek zor değil. Çözüm kendine dönmek! Parmakların hepsini küçük büyük demeden sahiplenmek, tarihe kesik atmadan, günahıyla sevabıyla, yalnız olduğu gibi içselleştirmek ve en önemlisi doğu-batı karmaşasını bir kenara itip kendini merkeze koyabilmekte çözüm. Sana huzuru senden başka kim verebilir? Hepimizin aradığı sihirli kelime huzur ama adresi kayıp sanki bulunmuyor. Çünkü önümüze bakmayı, burnumuzun dibini görmeyi beceremiyoruz. Becerebilecek güce ve yeteneğe sahipken ama işte şurası da eksik diyebilmek kudretine sahip değiliz. Oysa kim mükemmeli oynayabildi kadim insanlık tarihinde bilen var mı?

Mükemmeli bir hedef olarak koymak elbette elzem, ancak çalışmaksızın bunu beklemek aptallık oluyor. Olduğumuz hali bir içselleştirdikten sonra eksiklerin gün ışığı gibi parlamasından korkmayacağız, eksikler önümüze çıksın ki tamamlamak için doğru bir yol haritası oluşturalım. Sonra ne mi yapacağız, ne olduğumuzu bilmenin verdiği bir derin özgüven hasıl olacak içimizde. Bu özgüven her şeyi biliyorum iddiasından öte her şeyi yapabileceğine olan inançla ortaya çıkacak. Yani “dünyam başıma yıkılsa yeniden inşa ederim” diyeceksin!  Film seyretmem ama bir film repliğindeydi sanırım “You love me once, you can do it again” diyordu. Bir kere yaptığın şeyi bir defa daha yapamayacağını düşünmek herhalde aptallıkla eş değerdir. Dünyamız vardı ve hatta dünyamız büyüktü, yıkıldı, küçüldü ama yeniden o dünyayı kurabilecek iradeyi gösterecek özgüveni oluşturmalıyız. Çünkü bir kere o dünyayı kurabilmiştik, tamam hata ettik, eksiklerimiz oldu kaybettik yahut küçülmesine engel olamadık ama yeniden yapamamamız için hiçbir neden yok. Eğer varsa da bunun sırrı da bizde! Yani elin parmaklarının bir araya gelebilmesi lazım. Başparmaksız yumruğunu kenetleyemezsin ve o başparmak diğer dördü olmaksızın bir işe yaramaz.  

O yumruğun yeniden oluşmaya başladığını hissediyorum. Parmaklar yalnızlıkları ile huzuru bulamıyorlar, başparmak ise hepsine çatı olmak için ve bir araya kenetlemek için her yeni günde daha hazır hale geliyor. Peki, yumruğu neden sımsıkı yapıyoruz? Kimseye kastımız yok. Taş atana gül atacak kadar naif bir medeniyetin çocukları olsak da böyle bir dünyada olmadığımızı biliyoruz ve olur da birileri bize yumruk atmaya kalkarsa bizim de yumruğumuzun sıkılığını görüp buna cüret edemesin istiyoruz. Hem zaten bu parmaklar bir arada olmadığı zaman ne huzurlu ne mutlu ne de kendinden mesul. Kırılıyor, bükülüyor ve kanıyor… O yüzden bugün bizim sevgiyle sohbete yani muhabbete ve birbirimize temas edip kenetlenmeye ihtiyacımız var. Huzur ancak böyle mümkün… Huzurlu Pazarlar :)

Burak YALIM 

3 Aralık 2011 Cumartesi

Boşnak Bir Muhacir...

Muhacirlik zor iştir. Zorluğu olduğun, kendini ait hissettiğin yerlerden uzaklaşmak "zorunda" kalmaktan ileri gelir. Lakin zorunluluk olan herşey kelimenin tabiatı gereği "zor" olmaktadır. Muhacirliğin en zor yanı ise kültürüne, diline ve toprağına hasret kalmaktan öte tüm bunları zaman içinde unutma veya bu değerlere karşı yozlaşma içerisine girmekten gelmektedir. Muhacir olmak çok evveliyatı olan ve kutsiyetle anmamız gereken bir duruma işaret eder. Hz. Muhammed (Sav) ve diğer müslümanların baskılara maruz kalması sonucu Mekke'den Medine'ye hicret yani göç etmesi ile kazandıkları sıfattır muhacirlik. Karşılayanlar ise ensar olmuştur. Mekke'den peygamber efendimiz ile birlikte Medine'ye göç eden müslümanlara kucaklarını açan Medineliler, yardım eden, herkese iyilik eden anlamını taşıyan ensar sıfatına nail olmuşlardır. Nitekim muhacirlerin hicreti bir hayra da vesile olmuş ve Medine'de İslam Devleti'nin temelleri atılmıştır. 

Muhacir olmak hem kutsal hem de zor çünkü rahmet ancak zahmet ile mümkün. Türkiye'de halk dilinde "macır" olarak kullanılan muhacir kelimesi en çok Bulgaristan, Yugoslavya ve Arnavutluk olmak üzere Balkan coğrafyasından anadolu topraklarına gelen ve ayrıca Osmanlı-Rus harbi neticesinde Kafkasya'dan yine anadolu coğrafyasına göç etmek durumunda kalan halklar için kullanılır. Özellikle Marmara Bölgesi'nde Balkan coğrafyasından gelen yoğun bir göçmen yani muhacir nüfus yaşamaktadır. Yazıyı kaleme alan bu aciz kulun da ailesi 20. yüzyılın başlarında Bosna-Hersek'in başkenti olan Saraybosna'dan anadolu coğrafyasına göç etmek durumunda kalmıştır. Zira hepimizin bildiği üzere o dönem yoğun göçlerin yaşandığı bir dönemdir ve bizim ailemiz de muhtemelen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun 1908 yılında Bosna-Hersek'i ilhak etmesi ile birlikte anadoluya göç etme kararı almıştır. Muhtemelen diyorum çünkü bu konuda henüz tarih biliminin olmazsa olmazı bir evrak yahut bir belge sahibi değilim. Hal böyle olunca da o belgeyi bulmak ve kendi tarihimi netleştirmek için birşeyler yapmak derdindeyim. Bu dert öyle birşey ki muhacir olmakla anlatılabilir ancak. Topraktan gelen insanın toprağa gitmesi gibi... O arada geçen "yaşam" veya "hayat" dediğimiz ve başlarken uzun sonuna geldiğinde çabucak geçti dediğimiz senelerin zorluğu gibi işte.

Malum ortada halimiz, Avusturya-Macaristan'ın ilhakı ile olduğunu düşündüğüm bir zorla göçe maruz kaldık. Zorla diyorum çünkü babamın dedesi olan ve babama ismini veren Üzeyir Dede herhalde rahat kendisine battığı için Anadolu yollarına düşmemiştir. Arkada eşini bıraktı mı, eşi orada rahmetli oldu mu bilmiyorum ama bildiğim birşey var yeni bir eşi oldu kendisinin. Arkada bıraktığı eşinden bugün amcamın adı olan Nezir isimli bir evladı vardı ve o da çok genç yaşta hakkın rahmetine kavuşmuştu. Kısacası şecere epey karışık. Karışıklığına yine bir neden muhacirlik işte. Üzeyir dedemin ilk eşi olduğunu sandığım Muliya'nın Saraybosna'da vefat ettiği için mi kaldığını yahut terk-i diyar edemediği için mi Üzeyir dedenin yalnız geldiğini bilmiyoruz. Fakat mutlaka Muliya'nın yani Muliya ninenin halen daha Bosna-Hersek'te yaşadığını umduğum ve düşündüğüm çocukları veya hiç olmazsa torunları vardır. Bunu neden bu kadar önemsiyorum? Muhacirlik işte, doğmasan da dilini bilmesen de içini sızlatan ve seni çağıran birşeyler olduğunu biliyorsun. Hele ki burası Saraybosna ise bu ilgi için oradan gelen bir kökenin olmasına bile gerek kalmadığını anlatıyor tarih sana.

Muhacirlik demiştik, zor zanaat. Dilini yitirmişsin, kültürün ise öyle veya böyle yaşatılmaya çalışılsa da yıpranmış, yok olmadıysa bile var olamamış. Ama akvam-ı beşer işte, nereden geldi ise oraya gidecek ille. Sonuçta emir böyle... Başımız üzerine deyip yükü omuzlara yüklenmezsek, muhacirliğin zorluğunu hissetmez ve gün gelip ensar olamazsak vicdan nasıl rahat edecek?  Bosna-Hersek işte böyle bir kimlik bilinci zihnimde, yüreğimde ve fıtratımda. Ne uzmanıyım oraların ne de yabancısı. Orta şekerli kahve misali bir ucundan tutmuşum kimliğimin, ne o olmuşum ne onsuz kalmışım. Hoş biz Boşnaklar için şekersizi makbüldür kahvenin, belki de hep arada yaşamaktan, ortada hissetmekten tadımız kaçtığındandır. Ne Avusturya - Macaristan olabilmişiz ne de Sırbistan'a dahledilmişiz. Hep bir arada kalmışlık hali, ne Ortodoks ne Katolik, bizimki İslam'a değmeden önce Bogomillikmiş. Sonra 1463 senesi Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri ile Osmanlı idaresine girince İslam ile haşır neşir olmuşuz. Öyle bir ram olmuşuz İslam ile Boşnaklık Müslümanlık bilinmiş, Müslümanlığın Türklük bilinmesi gibi...

Şimdi kısmet olursa ben muhacirliğimin bitişine başlangıç etmek için Bosna - Hersek'e gidiyorum. Bitişe başlangıç diyorum çünkü gitmek, dolaşmak ve oradaki dostlar, kardeşler ile konuşmak ancak başlangıç olacaktır. Henüz 5-6 yaşlarında çocukken TV'den hatırladığım Bosna Savaşı'nı ve Srebrenitsa'da soykırıma uğratılan tarihimizi anlamak, muhacir olarak o tehlikelerden uzakta ve sıcacık evimizde olmanın rahatlığı ile mümkün değildir. Gitmek de yetmeyecek, gönül bağını söylemde değil eylemde gösterebilmek ve muhacir olarak geldiğim Anadolu coğrafyasından başım dik alnım ak geri gidip ensar olabilmek için henüz yolun başındayım...

Bosnalı Burak Yalım